Âl-i İmrân Suresi 179.-185. ayetler ( Keşşâf Tefsiri p. 1920-1943 )

 


179. (Ey mü’minler!) Allah; elbette siz mü’minleri içinde bulunduğunuz hâl üzere bırakacak değildi; elbette murdarı temizden ayıracaktı. Allah, sizi gayba muttalî kılacak da değildi, -fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçiyor.- Öyleyse, Allah ve resullerine iman edin. Şayet iman eder ve sakınırsanız, sizin için muazzam bir mükâfat vardır.


Bu ayette çok net bir şekilde şunu söylüyor. Allah çok net bir şekilde müminleri ve münafıkları aynı şekilde bırakacak değildir. Tabii ki burada müminlerin sabırlı olması gerekiyor.

Kısaca burada şunu anlıyoruz, münafık ile müminleri birbirinden ayıracak olan Allah’tır. Müminlerin durumunu ortaya koyacak olan Allah’tır. Aynı zamanda peygamberler de gaybı bilemez. Bir insanın kalbinde ne niyet geçiyor, münafık mıdır, kalbinde nifak mı vardır, takva mıdır bunu peygamberler bile bilemez. Bunu ancak Allah bildirdiği bilir diyor ayet.

Burada bir kişinin mümin mi, değil mi olduğunu ortaya koymak için Allah belli imtihanlardan geçireceğinden de bahsediyor. Burada en zor olan şeylerden bir tanesi, insanın cihat etmesi, insanın hicret etmesi, insanın infak etmesi, malından verebilmesi. İşte müminin münafıktan ayıran en büyük özelliklerin bunlar olduğunu söylüyor. Kalplerinizdeki niyetleri eylemleriniz açığa çıkartır.

Kalplerde olanı, kalplerin en ücra köşelerinde bunları Allah bilir. Gaybı bilmek, insanın özünü bilmek Allah’a mahsus bir özelliktir. Bunu sadece bilebilecek olan Allah’tır. 

Bu insani bir özellik sayılabiliyor. Hani bazen deriz ya ben daha sormadan hoca soruma cevap verdi deriz. Veya bir başka insana söyleminde bir anda sanki duygularımızı okudu gibi anlamlar yükleyebiliriz. Ama bunlar anlam yüklemedir. Bir insanın gaybı bilmesi ile alakalı değildir. İnsan empati kurabilir ama kalbindeki özü bilemez. Ona muttali olabilen tek kudret Allah’tır. Bir insanın kalbinde neler geçiyor, onun kalbindeki niyetler nelerdir diye sormak bir mümine yakışan bir davranış şekli değildir. Ve ayetler çok net bir şekilde söylüyor, insanın kalbindeki imanı, kalbindeki nifakı, küfrü, niyeti bilebilecek olan sadece Allah’tır.

Peygamberler evet haber verebilir, peygamberlerin haber vermesi demek, peygamberlerin gaybı bilmesi ile ilgili bir durum değildir. Onların bildiklerini Allah’ın bildirmesi sonucu iman etmek gerektiğini söylüyor.

Genel olarak ayetten şunu anlayacağız: 

Allah, Müminler ile münafıkları ayırmak için bir takım talepleri olacaktır. Bu eleme esnasında cüruf ve özü ayırırız. Allah cihat gibi, nifak infak gibi bazı emirler verir. Bu emirleri düzgün bir şekilde yerine getirenler özlerini göstermiş olurlar. İnsanın özü söyleminde değildir. İnsanın özünü ortaya koyan şey eylemleridir. Biz eylemlerimizle tanınırız. Eylemlerimin sonucunda biliniriz ve kendimiz hakkında mesajlar veririz. Çünkü eylemlerimiz özümüzün tezahürü olan davranış şekilleridir. Dolayısıyla insanın, imanlı mı imansız mı olduğunu ortaya koyan eylemlerdir. Bu eylemler mümin ile münafığı turnusol kağıdının ayırması gibi ayırır. İnsanda infakı ile, cihadı ile, hicreti ile münafıklardan ayrılır. Kimse kimsenin özünü bilemez. Bilen Allah’tır. Allah, özlerin en özünü bilir. Allah sadırdakileri bilendir. Ve Allah şöyle bir cevap veriyor, peygamberlerin bir çok konuya muttali olduğunu biliriz. Gaybî durumları peygamber dahi bilemez. O zaman sadece bilecek olan Allah’tır. Diğer insanların sözü denk gelebilir. Ama gaybı bilmezler. Hiçbir kimse kimsenin kalbinin odalarına giremez. Hissedebiliriz ama kimse kimsenin kalbindeki en ufak şeye vakıf olamaz.


180. Allah’ın, kendilerine lütfundan verdiği şeylerde cimrilik edenler; sakın bunu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Aksine, onlar için bu daha kötüdür; çünkü Kıyamet günü, cimrilik ettikleri şeyler boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası yalnız Allah’a aittir. Yaptıklarınızdan Allah haberdardır!


Allah‘ın fazlından kendilerine verdiği kişiler cimrilik yapmasınlar diyor. Ve bu yaptıkları cimriliği ise hayırlı bir şey sanmasınlar. Allah‘ın lütf etmiş olduğu şeylerde cimrilik yapmasınlar. Bunun kendileri hakkında hayırlı olduğunu da düşünmesinler diyor. Bu durumun ne bu dünyada ne de ahirette kendilerine bir faydası olmayacaktır. Zararla çıkacaklardır. Dünyada da, ahirette de. Çünkü Allah‘ın verdiğinden vermek, şükür edenin nimetinin artırılması Allah’ın bir vaadidir. İnsan Allah‘ın verdiği nimeti verebiliyorsa bu şükran-ı nimettir. Verememesi ise küfran-ı nimettirVeremeyenlere ise hem bu dünyada hem de ahirette bir karşılık vardır. 

Dolayısıyla, cimrilik yapmak bilişsel bir durumu ifade ediyor öncelikle. Elin verememesinden ziyade bilişsel anlamda, duygu bazında insanın sahip oldukları bir emanet gözüyle görmeyip emanetçi oldukları şeylere sahipleri oldukları olarak görmesi. Burada şunu anlıyoruz; Cimrilik yapanlar vermiyorum ve benim elimde kalıyor diye düşünebilir. Aksine bu durum onlar için çok fenadır diyor. 

Bu ayette aslında insanın dünyevileşmesi sonucu ahlaki duruşunun nasıl yok oluşunu anlatıyor. İnsanın, hayatının ve servetin amacının unuttuğun zaman artık kupkuru yaşamaya başlıyor. Amaçsız yaşamaya başlıyor. Maddeciliğe saplanmaya başlıyor. Elindeki serveti, nimetleri kendi nimeti zannetmeye başlıyor. Mutlak biçimde onun üzerine kendi hakkının olduğunu zannediyor. 

Her iman eden insanın aklından çıkarmaması gereken şey, elindeki olan her şeyin emanet olduğunu bilmek. İnsanın elinde olan, kendi gözünden, ağzından, ellerinden, çocuğundan, zamandan, mekândan neler verilmişse kendisine, hepsinin emanetçisi olduğunu bilmesi gerekiyor. Emanete ihanet etmeyecek olan her mümin şunu düşünmelidir ki, o emaneti kendisine kimlerin verdiğini hatırlamalar. Ve cimrilik yaptıkları o şeyler, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır diyor. Yani onların bir umutsuzluğu olacak. Cimrilik yaptıkları, kalplerini maddeye bağlayan bir ipten bahsetmiş oluyor ve o ipin onları ahiret gününde bırakmayacağını söylüyor. Ve göklerin ve yeryüzünün mirasının tamamı ile Allah’ın olduğu ile uyarıyor. 

Biz hiçbir şeyin sahibi değiliz. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. Bu ayetin muhatabı olan Uhud ehlini düşünün. Ve Uhud savaşının yenilgisi, oradaki okçuların ganimetlere doğru yönelmesi ile oldu. Efendimiz onlara buyurdu, düşmanın leşinin üzerinden ak babaların yediğini bile görseniz yerinizden ayrılmayın diyor. Ama ganimeti gören okçuların bir kısmı kazandıklarını düşünerek, öz benliklerindeki nefislerine karşı bir savaş mücadelesi veriyorlar. O yüzden Efendimiz (SAV) demiyor mu Uhut’tan döndüğünde, En büyük cihat kendi nefsi ile olandır. Uhut ile olan o büyük cihattan daha büyük olan bir cihaz hakkında haber veriyor. En büyük cihat, insanın kendi nefsi ile olan cihattır. 

Birilerini hayatımızda ikna edebiliriz. Bir yolla inandırabiliriz. Ama aslında insan vicdanen rahatsız oluyor. Cimrilik de aslında insanın fark etmeden kalbine eliyle kapatmasıdır. Kalbinin verebileceklerinden dolayı kapatması. Halbuki insana Allah‘ın vermiş olduğu ikramları vermesi sağ elinden alıp sol cebine koyması gibidir aslında. 

Allah dostlarından biri çok sadaka vermiş, bir gün onu taltif ediyorlar, nasıl bu kadar cömert bir insansın, nasıl bu kadar verebiliyorsun. O da diyor ki, tencere O’nun, kepçe O’nun, çorba O’nun. Ben O’nun tenceresinden O’nun kepçesi ile O’nun çorbasından veriyorum demiş. 

Biz Allah‘ın bize vermiş olduğu ikramlardan veriyoruz.

İnfak ve nifak kelimelerini aynı kökten gelen birbirine zit kavramlardır. İnfak ile nifak sürekli bir savaş halindedir insanda. Verebilmek, infak edebilmek nifaktan vazgeçmektir. 

Ve burada aynı zamanda şunu hatırlatıyor, unutma, göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Değişmez. Her şeyi O’na dönecek. Bu anlayış ile yaşarsanız diyor, hem dünyada daha zengin olursunuz, hem de ahirete daha güzel şeylerle karşılaşırsınız.


181. “(Sanki) Allah fakir de biz zenginiz!” diye(rek infaka ve karz-ı hasene yanaşmamalarına mazeret üreten Yahudi)lerin sözünü Allah elbette işitmiştir! Bu söylediklerini, özellikle de peygamberleri haksız yere öldürmelerini yaz(acak; hesabını sor)acağız ve şöyle diyeceğiz: “Tadın şu yangın azabını!”

182. “Bu, sizin kendi ellerinizle gönderdiklerinizin karşılığıdır. Yoksa Allah asla kullarına zulmedici değildir.”


Burdada Medine Yahudilerinin söylediği bir söz var. Bakara Suresi 245. ayet nazil olunca Karz-ı Hasenden bahsediyordu. Yahudiler ise şöyle diyordu, Allah fakir, biz zenginiz de mi Allah bizden borç istiyor. Allah bu kadar fakir ve kalkıp bizden istiyorlar diyor. Burada aslında ayeti söylemleri ile nasıl manipüle ettiğini görüyoruz. Ahlaki bir zaaftan yola çıkarak, maddeye karşı olan düşkünlüklerini, yani servete karşı olan bu tutsaklıklarını ortaya koyup vermemek için Allah’a bile iftira atmaya çalışıyorlar. Allah için bile vermek istemiyorlar. 

Anadolu’da bir söz vardır ya, baba oğluna bir bağ verir de oğlu babasına bir salkım üzümü çok görür. Ama bu aynı zamanda şunu anlatır. Bir bağ vermek başka, o bağdan bir salkım vermek başka bir şey. Bir bağ vermek zengin gönüllü olmak demektir. Bir salkım üzümü verememek ise mal karşısındaki insanın duruşunu gösteriyor. Mal ya da servet insanın cehennemi olabiliyor ya da insana ahiretteki ateşine dönüşebiliyor. Burada Hazreti Ali’nin bir sözü var, 

Mal öyle bir şeydir ki insan onu korur mal insana korumaz diyor.

Yahudiler diyor ki, Allah fakir, biz zenginiz de mi Allah bizden borç istiyor. Burada dünyevileşme durumunu anlatıyor. Allah diyor ki, onların her söylemene, hem de haksız yere öldürmelerinin tamamı kayıt altındadır. Bu katliamlar da kayıt altındadır. Burada, Allah nazarında böyledir Allah burada ahlaksızlık ile bir peygamberi öldürme eylemini eşitlenmiştir.Söyledikleri söylemdeki ahlaksızlık ile eylemdeki ahlaksızlığın eşitlendiğini görüyoruz. Söylemdeki haksızlık nedir, Allah’ı tanımama. Allah fakirdir diyorlar. Söylemdeki ahlaksızlık ile eylemdeki ahlaksızlık yanyana zikrediliyor. Burada ahlak tasavvurlarının ne kadar yanlış olduğunu görüyoruz.


183. Onlar ki; “Allah bize; (gökten gelen bir) ‘ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere(!) iman etmememiz’ yönünde and vermiştir” derler. De ki: Benden önce nice peygamber size açık-seçik delillerle ve o söylediğiniz şeyle geldi. Doğru söylüyorsanız, onları neden öldürdünüz?!”

184. (Resulüm!) Seni yalanladılarsa, (aldırma) çünkü senden evvel kanıtlar, kitaplar ve bilhassa o aydınlatıcı kitabı getiren elçiler de yalanlanmıştı.


Medineli Yahudiler, Allah bize, gökten bir kurban gelmedikçe hiçbir elçi inanmayın dedi, diye bir söz uyduruyorlar. Bunlar Hazreti Peygambere iman etmeme gerekçelerine yanık kurban kutsal ayinlerini temel eden bir faktörden bahsediyorlar. Musevilikte ikinci mabedin yıkılışına kadar Museviler Allah’a tazim ve saygılarını Allah kurban getirerek sunuyorlardı. Tevrat’ta İlyas Peygamber döneminde bu gerçekleşiyor. Yani gökten bir kurban geliyor, bir ateş de gelip onu yakıyor. Fakat bu olaydan sonra İlyas Peygamberi taşlamaya başlıyorlar. Ve İlyas Peygamber canını zor kurtarıyor. 

Hazreti Peygambere inanmamak için direnç gösteren Yahudiler, daha önce Hazreti İlyas’a yaptığı eylemleri ile ne kadar yalancı davrandıklarını göstermiş oluyorlar. 

Sonrasında Allah diyor ki, onlara cevap ver, benden önce de size peygamberler gelmişti, apaçık deliller getirmişti, kitap getirmişti, sözünü ettiğiniz şeyi de bildirmişti. Siz samimi değilsiniz diyor. Burada işi yokuşa sürmek için bahaneler geliştiriyorlar. İnsanlar Allah’a itaatte, kulllukta mazeret üretiyorlar. Böyle bir bakış açıları olduğu için de çok sinsi bir şekilde davranıyorlar. Burada unutmayalım ki Hz. Âdem ile şeytan arasında şöyle bir fark var. Hz. Âdem de suç işledi, şeytan da. Ama Hazreti Âdem, suç işledikten sonra kusurunu kabul etti, pişman oldu ve tövbe etti. Fakat şeytan kusurunu savundu. Şeytanı şeytan yapan hatasında direnmesi oldu. Aynı şekilde kusurunu savunan insan fark etmeden şeytan vari davranmaya başlıyor. 

Sonra ayette diyor ki, madem ki doğru söylüyorsunuz, madem ki böyle bir adetimiz var, böyle bir durum olursa inanırsınız diyorsunuz. O zaman neden diğer peygamberleri de öldürdüğünü soruyor. Daha önce de size Allah peygamber gönderdi. Zekeriya Peygamberi gönderdi, Yahya Peygamberi gönderdi, ama siz hepsini öldürdünüz. Hazreti Zekeriya’yı ikiye böldünüz, Yahya Peygamberin ise başını keserek bir tepsiye koyup sunum yaptınız. 

Burada çok açık bir şekilde görünüyor ki, peygamberi katletmek, o halka yapılacak en büyük zulümdür. Ama bir Peygamber’in mirasını katletmek de bir topluma yapılabilecek en büyük zulümdür.

Peygamberlere iki şekilde saldırı yapılıyor. (1) kendi bedenlerine, (2) bıraktıklarına. Onların bıraktıkları sünnete yapılan, bedenlerine yapılan saldırının sonuçlarından çok daha kötü, tehlikeli ve büyük. Bugün bizler de bunu yaşıyoruz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine sahip çıkamıyoruz. Böylece o peygamberin mirası katledilmiş oluyor. Peygamber’in mirasını da katletmenin bir Yahudileşme temayülü olduğunu unutmamak lazım.

184

Allah burada Peygamberini teselli ediyor. Seni yalancılıkla suçlasalar da senden önceki peygamberlere de bunları yaptılar diyor. Onlar da hakikaten en açık delillerinden, kitabı, hikmeti, vahyi anlatmışlardı. Bu ilk defa senin başına gelmiyor diyor. Senin uğradıklarından daha ağırına uğrayanlar da oldu diyor. Yani peygamberlerin çileli bir geleneğinden bahsediyor. O yüzden bu tür imtihanlara hazırlıklı ol diyor.


185. Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü mükâfatlarınız size eksiksiz verilecektir; o an, her kim Ateş’ten uzaklaştırılıp Cennet’e sokulmuşsa, gerçekten kurtulmuştur. Dünya hayatı ise aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.




Her can ölümü tatacaktır. Zâika olarak gelmiş. Aslında buraya fiil olarak gelebilirdi. İsim (ism-i fâil) olarak gelmiş. Herkes ölümü tadacaktır diyebilirdi. Burada fiil yerine ismin gelmesi, zaman ve mekanın ötesinde bir süreklilik işaret eder. Zâika bir ism-i fâilidir. Sanki şöyle bir mana veriyor, dünyaya geldik gitmeye. Öyle ki, burada şunu anlıyoruz, insan dünyaya geliyor ama sanki öyle bir gelişi var ki, gidişini bilerek geliyormuş gibi. Öyle ki, sanki gidişine kendisini hazırlıyormuş gibi. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri diyor ya, dünyaya geldik gitmeye. Burada dünyaya şahitlik ederek gelip gitme bilinci var aslında. Burada bir süreklilikten bahsediyor. 

Şunu anlıyoruz ki, ismi fâil olarak gelmesi, sanki bu özelliği edinmiş gibidir. Demek ki fark etmeden insan doğduğu andan itibaren böyle bir sıfat ile dünyaya geliyor. 

Ölümü tadıcı olan kişi. Kendisinde ölümün her an meydana geldiği ile alakalı da izlerin olduğunu anlıyoruz. Sürekliliği anlıyoruz. İnsan her an ölmeyi sanki bir adet haline getirmiş. İnsan bedenine baktığı zaman da bunu fark edebiliyor. Her an binlerce hücre ölüyor. Öyle ki, her nefeste, her saniyede, ölümü yaşıyor. İnsan her gece ölüyor ve uyanınca ise diliyor. Allah Kur’an‘da diyor ya, sizi geceleri vefat ettiriyoruz, diye. Uykuda sanki bir ölüm oluşuyor. 

Burada aynı zamanda şunu da anlıyoruz, herkes ölümü yaptıklarının sonucuna göre tadacak. Kimisi için ölüm, yüce dosta doğru getirmektir. Bazısı için de acı olacaktır. Demek ki ölüm herkesin üstünde taşıdığı bir sıfattır. Ölümlü olmak bizim bir sıfatımızdır. Ölümü bir kıyafet gibi taşıyoruz aslında. Hayatımızın her anında taşıyoruz da aynı zamanda kendimize yakışmış bir kıyafet gibi taşıyoruz. Aynı zamanda şunu da anlıyoruz, kim ateşten kurtulur da cennete kavuşursa muradına, hakiki mutluluğa erişmiştir diyor Allah. Dünya hayatı aldatıcıdır ve sanki bir tatmin olma aracından başka bir şey değildir. Herkes bu dünyada bir tatmin arar. 

Yusuf Hamedâni diyor ya, Bu dünya teselli olmaktır. Herkes kendi nevinden bulur tesellisini. Kimisi maneviyatı bulur, kimisi maddiyatla bulur. Ama bu dünya hayatı aldatıcı bir tatminidir. Ölümden kaçabilecek yoktur. Bu taşıdığımız ölümlülük sıfatını yok sayma diyor Allah. 

Modern insan mezarları şehrin dışına taşıdı. Ölümü hatırlamayı istemedi. Modern insan yaşlanmak istemiyor, ölümden kaçtığı için. Ecdadımıza baktığımız zaman onlar pencerelerini  açtıkları zaman ölülerini görürlerdi ve mezar taşlarında sanat vardı, ilim vardı. Öyle ki, ölür gibi yaşarlar da yaşar gibi ölürlerdi. Tabiri caiz ise ölüm onlardan korkardı. Ölüm korkuları yoktur. Üstümüze giydiğimiz o ölüm hırkasını hatırlamamamız için mezarlıklar şehrin dışına atıldı. Yaşlılık ile ilgili her türlü önlem, saçın beyazlamasından, vücudun kırışmasına kadar her şeye çözümler üretiyoruz ki ölüm bizden uzak olsun diye. Aslında ölüm insanın özüne dönmesidir. Evet ölüm insanın kaynağına gitmesidir. 

Rabbim kaynağına gitmeyi sevebilen, Zaikatül mevt’i üzerine taşabilen kullarından nasip eylesin. 



Yorumlar