149. Ey iman edenler! Nankörce inkâr edenlere itaat ederseniz, sizi gerisingeri döndürürler de (felâha erecekken) hüsrana uğrayanlara dönersiniz.
150. Sizin asıl ‘mevlâ’nız Allah’tır (O size sahip çıkar); yardımcıların en hayırlısı O’dur çünkü...
151. Hakkında Allah’ın hiçbir güçlü kanıt indirmediği şeyleri O’na ortak koştukları için, yakında inkârcı nankörlerin kalplerine korku salacağız. Sığınakları Ateş’tir! Ne kötüdür zalimlerin varacağı yer!..
Bir önceki ayette yani 148. ayette Uhud savaşından bahsetmeye başlamıştı. Müslümanlar başlarına gelen musibetler karşısında gevşeklik ve zaaf göstermeyen Allah erleri gibi olmaya teşvik ediliyordu. Ve kâfirlere uymaktan da sakındırıldıklarını görüyoruz. Hazreti Peygamber’in öldürüldüğü yalanı ortaya atıldığında, bunun üzerine, “Muhammet eğer bir peygamber olsaydı öldürülmezdi, artık eski dininize, kardeşlerimizin dinine dönün” diye münafıkların, Yahudilerin, bir grup insanın inanmayan grupların müminler arasında böyle bir fitne çıkartarak insanları bir anda zihinlerine karıştırıcı söylemlerde bulundukları ifade ediliyor.
Burada iniş sebebi özel olmakla beraber ayetin her zaman ve her dönem bulunabilecek münafıkların bu bozguncu sözlerinin, söylemlerinin, propagandalarının da neler olacağı hakkında bir uyarıda bulunulmaktadır. Evet her dönemde olan bir şey. Herkese bir mücadele veriyor ve bu mücadelede münafıkların, din düşmanlarının insanların zihinlerini yine karıştırdıklarını görüyoruz aynı o dönemde oldukları gibi. Burada savaştan kaçınmak yenilgiye, yenilgi de kâfirlere itaate sebep olduğundan, kâfirlere itaat ise sonuçta kişiyi hem bu dünyada hem de ahirette hüsrana uğratacak şekilde dinden dönmeye neden olacağını ifade etmiş oluyor.
Burada, Muhammet gerçekten peygamber olsaydı bu savaşta mağlup olmaz ve kendisi ve adamları böyle zor durumda kalmazlardı diyorlar. Burada bir mantık oyunu ile madem bir peygamberdi neden böyle bir zor durumda kaldılar şeklinde konuşuyorlar. Halbuki mümin bazen galip olur, bazen mağlup olur. Sürekli bir galibiyet, sürekli bir yükseliş insanın bazen kibrine neden olabiliyor. Sürekli bir ilerleme, sürekli bir alkışlanması insanın kendisine narsistçe bakabilmesine neden oluyor. Dolayısıyla ayet bize çok önemli bir şekilde uyarıyor ki, ayetin nazil olduğu konjonktürü düşündüğümüz zaman, büyük önemli bir savaş oluyor. Ve orada Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in vurulduğu, öldürüldüğü ile ilgili bir söylem yayılıyor. Ve o sırada da insanların zihinlerini karıştırmak için, Muhammet zaten peygamber olsaydı siz sizin başınıza böyle bir şey gelmezdi diyorlar. Hem de aynı zamanda da onun yakınlarına da öyle bir sıkıntı isabet etmezdi diye insanlar söylemleri ile insanların zihinlerini bulandırıyorlar. Halbuki güzel bir söz vardır,
Varlığındandır darlığı, gidince varlığı, gider darlığı
İnsan bazen varlıktan imtihan olur, bazen yokluktan imtihan olur. Ankebut Suresi ikinci ayette diyor ya, “Siz iman ettik dediniz diye imtihan olmayacağınızı mı zannettiniz.” Sonuçta iman etmek bir iddiadır. Bunun ispati eylemlerimizdir. Bunun ispati salih amellerle istikamet üzere devam edebilmektir. İşte bu ayette, ondan önce de dua metodolojisi vardı, nasıl bir dua edilmesi gerektiğini öğretiyordu. Burada Müslümanların zor bir dönemden geçtiklerini ve aynı zamanda da o sıkıntılarına karşılık bir de kâfirlerin söylemleri ile diğer müminlerin de zihinlerinin bulandırıldığını, zihinlerinin karıştırmak istendiğini görüyoruz. Bu her zaman olabilecek bir şey. Bugün de görüyoruz. İnsanlar diyor ki, sen bu kadar Allah yolunda koşturuyorsun ama en çok da sen imtihan yaşıyorsun gibi fark etmeden haddi aşan sözler söyleyebiliyoruz birbirimize karşı. Aslında Mevla bize Amener-Resulü’de söylemiyor mu, insana kaldıramayacağı yükü Allah‘ın vermediğine iman etmişiz biz. Demek ki insan potansiyel olarak çok güçlü bir varlık, evet bazen imtihanları ağır olabilir, ama zaten oradan geçmek önemlidir. Düşünün, Bedir Savaşında eğer müminlerin sayısı çok olsaydı, kafirlerle aynı ya da daha fazla olsaydı Bedir’in aslanları bu kadar şanlı olmazdı. Halbuki Bedir’de üçyüzün üzerinde mümin vardı. Ve o üç yüze karşı üç kat inanmayan bir ordu vardır. İşte başarı bu. Orada hiç olmayacak, tasavvur bile edilemeyecek bir savaş hengâmesinde bu kadar az yiğitin olduğu bir savaşta karşı tarafta üç katı olan inanmayan ordusu ve müminlerin orada zaferi işte zaferdi. Eğer sayılar birbirine denk olsaydı, ya da müminler daha fazla olmuş olsaydı, bu normal ve sıradan bir şeydi. O burada az sayı ile çok daha karşı gelebilmeleri aslında büyük bir ikram-ı ilahi oldu.
1830
150. ayette baktığımız zaman Mevla kelimesinin sözlükteki anlamını biliyoruz. Sahip demek, dost demek, arkadaş demek, azat edilmiş köle anlamına geliyor. Burada yardımcı koruyucu anlamına geliyor. Veli anlamına geliyor bu ayette. Yani müminlerin yardımcısı Allah’tır. Mevla dostlarını ve velayeti altındakileri muhakkak muhafaza eder. Onlara yardım eder. Onların dostlarının müşriklerden eman dilemesine, onların yardımına ihtiyacı yoktur. Müminin, bir inanmayanın yardımına ihtiyacı yoktur. Uhud Savaşı’nda Müslümanlar yenilmiş ve bir kısmı dağılmışlardır. Buna rağmen tamamen imha edilemedi müminler. İşte bu Allah’ın bir lütfu‘dur. Allah‘ın dostluğunu kazanmış olan kimse başkalarının yardımına ihtiyaç duymaz. Allah‘ın dostluğunu kazanmış olan, kalbi buna sonuna kadar inanan insan başkalarının yardımına tevessül etmez. Zaten Mevla yardım edecek der. Çünkü en büyük kudret Allah’tır. Onun yardımının tecelli ettiği yerde mağlubiyet düşünülebilir mi? Mağlup bile olsak dünya nazarında, onun ahiret tarafında büyük bir galibiyeti vardır. Dünya açısından bir galibiyet söz konusu olabilir ama ahirete yönelik bir mağlubiyet yoktur. Ve yine burada Ali İmran 160. ayete baktığımız zaman da onu görürüz, Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiç kimse yoktur diyor. Eğer sizi yardımsız bırakırsa da hadi bakalım ondan sonra size kim yardım edebilir. Ve müminler yalnız Allah’a güvensinler diyor. Demekki müminin güvenecek en önemli kapısı Mevla’sıdır. Ve burada, küfre saplanıp onlara uyarsanız diyor Allah, sizi ökçelerinizin üzerinde gerisin geri döndürürler. Yani sizi imandan geri döndürürler. Kaybedersiniz. O Allah ki sizin dostunuzdur. Sizin dayanağınızdır, sığınağınızdır ve Allah varken insan için her şey vardır. Ve Allah varken kâfirlere niye dayanasınız ki diyor. Niye hakikate inkara şartlanmış olan insanlara sırtınızı dayıyasınız. Siz niye onlardan yardım bekliyorsunuz. Çünkü yardımcıların en hayırlısı olan Allah’tır. Ondan yardım isteyin. Ona sığın diyor. Başkasından medet olmaya gerek yok.
Şöyle düşünün, çok susamışsınız ve insanlarda damla damla sular var ama kaynağın olduğu yere gitseniz ırmak, şelale ya da deniz bulacaksınız. Denize yönelmeyip de damlalara yönelmek aslında denizin olduğunu fark etmemektir. Damlaların denizden gelen çok ufak nüveler olduğunun farkına varmamaktır. O yüzden mümin Rabbini, Mevla’sını en büyük dostu olarak bildiği zaman kimseden medet olmaz.
Uhud’un metodolojisi aslında çok büyük bir ders veriyor bize. Böyle bir büyük bir savaş halinde, Müslümanların ikinci büyük savaşı, Peygamber Efendimizin öldüğünü söylüyorlar, ortalık talan halinde, kimileri ganimetlere koşuyor, kimileri Okçular tepesinden ayrılıyor ve herkes keşmekeş halinde. O durum için bir ayet geliyor, sakın zihinleriniz bulanmasın. Başkalarının söylemesiyle inancınızı tökezletmesin. Siz itidalli bir şekilde yolunuza devam edin. Onların yoluna dönerseniz onlara dönüşürsünüz. Zaten bugün de öyle değil mi. Kimlerle daha yakınsak ona dönüşüyoruz. Bir sosyoloğun sözü var ya, siz en çok sevdiğiniz de bulunduğunuz yedi sekiz kişinin aklının ürünüsünüz. Neleri okuyorsak onlar bizi biz yapan şeyler oluyor. Nasıl ki bir bebek anne sütüyle büyüyor, İmam Gazali diyor ya “çocuklarınıza süt verirken manevi şeylerde onlara söyleyin. Bedenleri büyürken ruhları da büyüsün”. Fakat şu an sadece bedenler büyüyor, sadece bedenleri yatırımı yapılıyor. Hep beden üzerine, materyal bir felsefe üzerine hayatlar inşa ediliyor. Böyle bir hayat içerisinde ruhlar o kadar ihmal ediliyor ki. İşte o ruhlar karışmaya başlıyor, söylemlerle karışmaya başlıyor, başkalarının söylemleriyle zihinler karışmaya başlıyor.
Dolayısıyla bu ayet bize diyor ki hangi durumu yaşarsanız yaşayın, ama inanmayanlara itaat etmeyin. İnanmayanlara itaat etmemeyi bireysel olarak algılamayalım. Sosyal medyada izlediğimiz şeylerle onlara dönüşmekte onlara itaat etmektir. Onlar üzerinden bir hayat tarzı oluşturmak da onlara itaat etmektir. O yüzden seyrettiklerimize, yediklerimize, iletişim kurduğumuz insanlara dikkat etmemiz lazım. Çünkü dönüşüyoruz. Ve ayette diyor ki o sizin Mevla’nızdır, hiç gerek yoktur korkmaya. Her insan anlam arayışında kendisinden, annesinden, babasından, çevresindeki insanlardan daha güçlü bir kudrete ihtiyaç duyuyor. Küçücük kabilelerde bile büyük bir kudrete değer verdiklerini görüyoruz. Kızılderilileri düşünün, her sabah güneşin doğuşunda gölde yıkanıyorlar ve kendi tanrılarını düşünüyorlar. Dolayısıyla insanın ihtiyacı var kendinden, çevresinden çok daha büyük bir güce Mevla’m demeye ihtiyacı var. O yüzden bunun yerini değiştirmeyin diyor.
Allah’ın hiçbir burhan indirmedikleri şeyleri onlara şirk koştukları için biz o kâfirlerin kalplerine korku düşüreceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Yani kâfirlerin kalbine korku salacağız. Bu onlara Allah‘ın bir vaadidir. Çünkü hiçbir delil olmadan Allah’a şirk koşmalarından dolayı. Allah hiçbir delile dayandırmadan şirk koşuyorlar. Burada bazı Müfessirler taklidi imanın caiz olmadığı sonucuna varmışlardır. Yani derler ki delilsiz bir iman olmaz. İman dediğimiz şey tahkiki olmalı, taklidi olmaz. Hakikate dayanması gerekiyor. İlim alametten gelir ama hakikate dayanması lazım. Allah şunu da gösteriyor ki Allah hakikate çağırırken mutlak delillerini gösteriyor. Yani demiyor, ben emrettiğim için yapacaksınız demiyor. Gökyüzüne bakan, yer yüzüne bakın, kâinata bakın, yaratılışa bakın. Yani kendi sünnetullah içerisinde o yaratmış olduğu bütün varlıkların delil olarak gösteriyor. Yani kendi yasalarının üstünlüğünü bir sergi gibi sergiliyor. İnsanın aklına hitap ediyor. Ve de diyor ki, ben Allah‘ım, ben ne dersem o olur demek yerine, bir bakın diyor, deliller gösteriyor. Öyle deliller gösteriyor ki insan keşfettikçe Allah diyor. Yeryüzünü keşfediyoruz, gökyüzünü keşfediyoruz, her bir varlığın ayet olduğunu keşfediyoruz. Kendi fizyolojimizi düşünelim, diyelim ki önümüze bir yalan çıktı ya da bir kertenkele çıktı. Ne yaparız, hemen kaçarız.. Çünkü o sırada karar verme lobunuz bir yolla durduruluyor. Çünkü o karar verme yolu lobumuzun üzerine bir manevra ile bir durdurulmasın yeri olmasa ne yaparız diye düşünürüz. Bu düşünme insanı daha zorlu bir duruma sokabilir. Böyle bir korku ne stresinin olduğu yerde profrontollobun üzeri kapanır, ve hemen insan dürtüleri ile kaçmaya başlar. Allahuekber. İşte Allah’ın delileri. Hepsi bir delil. Gözlerimiz bir delil. Işık geliyor, oxydopollobumuza vuruyor, sonra gözümüzdeki merceği vuruyor ve bir şekilde görüyoruz. Beynimiz bunu tersten görüyor ve saliseler içerisinde onu düz olarak algılıyoruz. Ve hepimiz farklı görüyoruz. Bunların her biri birer delil. Bunların her biri Allah’ın kudret-i ilahisi. Sonunda neyi seçerseniz seçiminizin sonucuna katlanırsanız. Ancak Allah deliller ortaya koyuyor.
Bugün İslam’ı anlatırken bu posmodern dünyada din ile ilimi birbirinden ayırdılar. Sanki vahiy akılla bir araya gelmezmiş gibi. İlim ile Kur’an bir araya gelmezmiş gibi. Böyle bir seküler eğitim anlayışı hâkim kılındığı için birbirlerinden farklı olarak düşünüyoruz. Halbuki her ilim Allah‘ın ilim şerbetinden bir damla. Biz sadece anlamaya çalışıyoruz. Anladıkça keşfetmeye çalışıyoruz. Ve ondan sonra Allah buyuruyor ki, onların son durağı ateştir diyor. O zalimlerin yerine kadar kötüdür diyor.
152. Aslında, Allah, size verdiği sözde durdu. Hani, (savaşın ilk safhasında) O’nun izni ile inkârcı nankörleri kırıp geçiriyordunuz... İstediklerinizi size gösterdikten sonra; başkaldırdığınız, verilen emir hakkında çekiştiğiniz ve nihayet bozulduğunuz zamana kadar... -Çünkü içinizde, Âhireti arzu edenler olduğu gibi dünyayı arzu eden (yani, ganimet saiki ile hareket eden) kimseler de var!- Sonra, Allah sizleri denemek için, (tam tepelerine binmişken) sizi onlardan geri çevirdi. Ama yine de sizi affetti; çünkü Allah mü’minlere karşı lütufkârdır.
153. Hani, Peygamber sizi arkanızdan çağırıyordu da siz hiç kimseye bakmadan (kaçıp dağa) tırmanıyordunuz! Sonuçta; Allah sizi kederden kedere uğrattı ki, bir daha elinizden kaçırdıklarınıza da başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz. Yaptıklarınızdan Allah haberdardır!
154. Sonra; o bunalımın ardından üzerinize öyle bir emniyet, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir tâifeyi bürüyordu; bir tâife de kendi derdine düşmüştü... Bunlar, Allah’a karşı Cahiliye zannına benzer haksız zanlar besliyorlar; “Bize ilâhî ‘emir’den herhangi bir şey var mı?” diyorlardı. Sen de ki: Emir tamamen Allah'a aittir. Sana açıklamadıkları şeyi kendi aralarında gizlice konuşuyorlar ve “Yönetirken bize de danışılsaydı, burada öldürülmezdik!” diyorlardı. De ki: Evlerinizde olsaydınız bile, haklarında ölüm yazılmış olanlar, o devrilecekleri yerlere yine çıkıp giderlerdi... Böylece (Uhud ’da başınıza gelenler sayesinde) Allah sinelerinizdekini ortaya çıkarmış ve içinizdeki art düşünceleri temizlemiş oldu. Allah, sinelerin özünü bilir (zihinlerin en derin bölgelerine bile vâkıftır).
Biz burada şunu anlıyoruz ki, Allah elbette verdiği sözü tuttu. Burada şunu anlıyoruz, O’nun izni sayesinde düşmanlara galip geldiler. Fakat en sonunda gevşedikleri için savaşın seyri değişti. Burada biliyoruz ki Hazreti Talha, Hazreti Zübeyir, Efendimiz’in önünde öyle duruyorlardı ki, hasta Hazreti Zübeyir’in elinden ok giriyor da yine de Efendimiz’i korumak için orada duruyor. Öyle savaşıyorlardı, Efendimiz’e en ufak bir şey olmasın diye savaşıyorlar. Öyle bir manzarada kimileri için gevşediniz diyor Allah. Böyle bir hengamede insan nasıl gevşer, ki Peygamberin emri konusunda tartıştınızdiyor. Burada okçuların yaptığı o hata dile getiriliyor. Allah Resulü durun demişti, kesinlikle burayı terk etmeyin demişti. Kazanmış bile olsak terk etmeyin demişti. Ve çoğunluk ganimete koşuyorlar. 10-12 kişinin kaldığını biliyoruz geride. Ve okçuların komutanları bağırıyor. Rasulullah emretmedi mi, yerinizden oynamamamız gerektiğini söylemedi mi, benden emir gelmedikçe kimse yerini terk etmesin demedi mi diyor. İşte artık yendik, savaş bizim oldu diye konuşmaya başlıyorlar. Allah burada diyor ki siz sevdiğinize karşı burada zayıflık gösterdiniz. İçinizde dünyaya özlem duyanlar da vardı, ahirete özlem duyanlar da vardır. İkiye ayırıyor insanları. Demekki dünyaya özlem duyanlar var, ve ahirete özlem duyanlar var. Ve sonra Allah sizi sınamak için düşmanlarınızı yenmenize mani oldu. Yardımını çekiverdi. Allah’ın yardımı çekilince ne olur, işte Uhud’daki gibi olur. Bir anda insanlar kaçışmaya başlarlar. Yine de Allah sizi müjdeliyor, sizi bağışlıyor. Evet insanın malla da bir imtihanı oluyor ama Allah kullarına çok lütufkar olduğundan bahsediyor.
Allah Resul’ünün arkasından önünden koşuyorlardı. Allah Resul’ü dekoşuyordu. Hatta eteğine bir kılıç darbesi isabet etmişti. Ve onun etrafında birkaç tane sahabe kalıyor. Bazı kaynaklar 8,10,12 kişi olduğunu söylüyor. Hatta Efendimiz (SAV); Ya Sa’d anam babam feda olsun sana, sen at diyor. Hatta orada Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in dişinin kırıldığını, yüzünün yarıldığını biliyoruz. Etrafındakiler de bekliyor, Efendimiz böyle bir durumda beddua edecek mi diye bekliyorlar. Fakat Peygamber Efendimiz Allah’ım sen bu topluluğu affet, onlar bilmiyorlar diye dua ediyor. Ancak böyle bir şevkati peygamberi böyle bir dua edebilir. Ve Allah Resulü kaçanları çağırıyor. Efendimiz çağırdığı halde geri gelmiyorlar. Ve burada Efendimiz’e elem verdiklerini söylüyor Allah. Ayette şunu anlıyoruz, Ne kaçırdığınız fırsata, ne de başınıza gelenlere üzülesiniz diye Peygamberin elemine karşılık Allah da size bir elem verdi. Kaçırdınız fırsata üzülmeyin diyor. Üzülmenizin bir anlamı yok. Çünkü başınıza gelen size bir ders oldu. Evet insan büyük bir yenilgi ile çıkabiliyor fakat ona çok büyük bir ders oluyor. Savaşı kaybediyorlar fakat bitip tükenmiyorlar. Allah Bedir Savaşı’nda müminlere melekleri ile büyük bir destek veriyor. O zaman zafer ile sınanıyor Müminler. Uhud da sınanıyorlar, yenilgiyle sınanıyorlar. Kendisine verildiği zaman şükreden alındığı zaman acaba ne diyor.
Efendimiz Uhud’un ertesi günü hata yapan müminlere hiçbir kınamada bulunmadı. Hangi komutan emri yerine getirilmediği zaman böyle bir taarruzda kınamaz, ceza vermez. Burada müminler artık öyle bir durum yaşadılar ki o durumla beraber büyük bir ders almış oldular.
Çok zor bir durum, isyan edenler, sulayanlar var. İnsanın iyi ve kötü prototipi her zaman aynı. Münafıklar sadece kendini düşünüyor. Kendinden başkasının yaşadığının önemi yok. Kendisi bir sıkıntı yaşamasın, önemli olan o.
152. Aslında, Allah, size verdiği sözde durdu. Hani, (savaşın ilk safhasında) O’nun izni ile inkârcı nankörleri kırıp geçiriyordunuz... İstediklerinizi size gösterdikten sonra; başkaldırdığınız, verilen emir hakkında çekiştiğiniz ve nihayet bozulduğunuz zamana kadar... -Çünkü içinizde, Âhireti arzu edenler olduğu gibi dünyayı arzu eden (yani, ganimet saiki ile hareket eden) kimseler de var!- Sonra, Allah sizleri denemek için, (tam tepelerine binmişken) sizi onlardan geri çevirdi. Ama yine de sizi affetti; çünkü Allah mü’minlere karşı lütufkârdır.
153. Hani, Peygamber sizi arkanızdan çağırıyordu da siz hiç kimseye bakmadan (kaçıp dağa) tırmanıyordunuz! Sonuçta; Allah sizi kederden kedere uğrattı ki, bir daha elinizden kaçırdıklarınıza da başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz. Yaptıklarınızdan Allah haberdardır!
154. Sonra; o bunalımın ardından üzerinize öyle bir emniyet, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir tâifeyi bürüyordu; bir tâife de kendi derdine düşmüştü... Bunlar, Allah’a karşı Cahiliye zannına benzer haksız zanlar besliyorlar; “Bize ilâhî ‘emir’den herhangi bir şey var mı?” diyorlardı. Sen de ki: Emir tamamen Allah'a aittir. Sana açıklamadıkları şeyi kendi aralarında gizlice konuşuyorlar ve “Yönetirken bize de danışılsaydı, burada öldürülmezdik!” diyorlardı. De ki: Evlerinizde olsaydınız bile, haklarında ölüm yazılmış olanlar, o devrilecekleri yerlere yine çıkıp giderlerdi... Böylece (Uhud ’da başınıza gelenler sayesinde) Allah sinelerinizdekini ortaya çıkarmış ve içinizdeki art düşünceleri temizlemiş oldu. Allah, sinelerin özünü bilir (zihinlerin en derin bölgelerine bile vâkıftır).
Allah diyor ki, o savaşta bu eylemin ardından size bir güven hissi geldi diyor. Üzüldüler, Efendimiz de üzüldü, savaşta hakikaten büyük bir hengame yaşandı. Allah burada büyük bir güven hissi bahsetti. Çepeçevre kuşatan bir dinginlik verdi. Hatta uykudan önce gelen uyuşukluk hali var ya, bir iç huzur haline düştüler. Bir diğer kısmı da canlarının derdine düşmüşlerdir. Cahiliye ye özgün yanlış fikirlere kapadılar ve bir anda canlarının derdine düştüler. Ve diyorlardı ki, bize soruldu mu ki, bizim bir karar yetkimiz mi vardı? Genel olarak baktığımız zaman şunu anlıyoruz, bizim bir suçumuz yok, onlar manevi sorumluluklarını inkar ediyorlar, savaşın manevi sorumluluklarını inkar edip mağlûbiyeti Allah’a veriyorlar. Fark etmeden Allah’a iftira atmış oluyorlar. Allah bunu bize Nahl Suresi’nde 35. ayette söyler. Allah istemeseydi ama biz putlara tapmazdık diyorlar. Bu da aynı mantık. Kader inancı ile alakalı aynı mantık. Kişinin manevi bir sorumluluğu var ve bunu yapmaktan kaçınca bunu Allah’a atıyor. Allah insana iradeyi, tercih yeteneğini verdi. Burada hakikaten şaibeli bir anlayış ortaya koyuyorlar. Onlara de ki ediyor, evet bütün yetkiyi Allah’a aittir. Ama onlar ise içlerinde gizleyip sana göstermedikleri gerçek duygularını şöyle getiriyorlardı; Eğer karar yetkisi bize verilmiş olsaydı biz burada öldürülmez. Aslında şunu söylüyorlar, Allah’ın takdiri ile kendi yapmaları gereken sorumluluk arasındaki ince çizgide farklı bir nokta dile gelmiş oluyor. Evet çalışırsınız ama hiçbir zafer Allah’tan bağımsız oluşmaz. Ne de diyor ki, siz evlerinizde de kalmış olsanız ölüm takdir edilmiş ise ölecektiniz. Eğer ölümü Allah takdir etmiş olsaydı olduğu yerde öleceklerdi. Yani Allah’ın takdirinin kesinliği ifade ediliyor. Ama Allah’ın takdirinin kesinliği insanın sorumlu olmadığı anlamına gelmez. Burada insan eylemlerinin manevi sorumluluğunun insan üstlenmek zorundadır. Evet sonuç Allah’a aittir. Ama eylemlerimiz bizimdir. O eylemlerimizin muhakkak karşılığını göreceğiz. İsra 82. ayette dediği gibi herkes kendi kitabına yazar. Bizim kendi gayretlerimiz, sorumluluk bilincimiz ile kendi kitabımızı yazarız. Galibiyette de bir imtihan vardır, mağlubiyetle de bir imtihan vardır. Diyor ya Allah’ın göğüslerinizde olan her şeyi sınaması. Kalplerinizi olanların arıtılıp damıtılması için bunlar başımıza geliyor. Bizi süzülmüş bir hale getiriyor. Allah kalplerin en derin köşelerinde ne olduğunu bilendir.
Yorumlar
Yorum Gönder