Âl-i İmrân Suresi 145.-148. ayetler ( Keşşâf Tefsiri p. 1822-1828 )(İbn-i Haldun ve Toplumların çöküşü)

 



144. Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçti. Şimdi, o ölse veya öldürülse, gerisingeri (Cahiliye devrine) mi döneceksiniz?! Gerisingeri dönenler, Allah’a hiçbir zarar veremez. Buna karşılık, Allah; (imanında sebat edip İslâm nimetine) şükredenlerin mükâfatını yakında verecektir.

Öncelikle 144. ayet üzerinde biraz durmak istiyorum. Hatırlarsanız 144. ayet Peygamber Efendimizin Resullüğü üzerinde duruyordu. Muhammed (SAV) sadece bir resuldür diyordu. Diğer peygamberler gibi Muhammet’in de bir peygamber olduğundan bahsetmişti. Sonra da ayete devam etmişti, o ölse ya da öldürülürse siz davanızdan vaz mı geçeceksiniz, diye sormuştu Allah. Burada bu ayetler çok açık bir şekilde neyin ne olduğunu anlatıyor ama nasıl bir durumda ayetin nüzül edildiğini de biraz üzerinde durmamız gerekiyor. 

Burada bakıyoruz ki, bu ayet bir olay üzerine nazil oluyor. Burada şunu biliyoruz ki İbn Kâmie isimli bir müşrik Peygamber Efendimiz zannederek Mus‘ab b. Umeyr’i şehit etmiştir. Ve sonra da bağırdı, haberiniz olsun, Muhammet öldürülmüştür.  Bu çığlık Medine’ye kadar ulaşıyor. Öyle ki Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem önderliğinde bir savaş var. İslam’la muhatap olanlar onunla şekilleniyorlar, onunla öğreniyorlar. Liderleri o. Dolayısıyla büyük bir savaşın içerisinde evvela savaşın liderinin öldürüldüğü söyleniyor. Uhud savaşında Efendimizin vefat haberini alan kişiler diyor ki, Allah Resulü öldüyse biz neden yaşayalım ki. Allah Resulü bu dünyadan gittiyse biz ne yapalım ki diyen Enes bin Adiy gibi Allah Resulü vefat ettiyse yaşayıp da ben ne yapacağım, ben de onun gittiği yere gidiyorum deyip şehit olanlar var. Yüreğinde öyle bir iman-ı yakîn var ki başka bir şey düşünemiyor. Bir kuşkusu yok, herhangi bir şüphesi yok. Bu yola onunla giderim diyor. 

Bugün tabi modernist aklın bunu anlaması çok zor. Modernist akıl bugün sadece kendi narsistliğini sevdiği için böyle bir sevgiyi de anlayamıyor. Burada sahabe büyük bir yeise kapalıyor. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin Uhud savaşında vefat ettiğini duyan sahabe bir anda umutsuzluğa kapılıyor. Bir anda ne yapacağını bilemiyor, bir kısmı geriye çekiliyor okçular tepesinden, karmakarışık bir durum. Böyle karmakarışık bir durumda herkes kendince bir şeyler yaşıyor. Daha sonrasında savaş bitiyor, insanlar yakın akrabalarından şehit verdiklerini gelip buluyorlar, hatta bu konuda çok ağır bir olay vardır. 

Hazreti Sümeyrâ bint-i Kays idi (r.anha) ekmek yaparken duyuyor ki, Muhammed (SAV) öldü. Bunu duyunca sanki kılıç yüregine saplanıyor. Halbuki eşi, evladı ve oğlunu savaşa yollamış fakat Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme karşı nasıl hissi varsa bunu duyunca demiyor ki benim yolladığım akrabalarıma ne oldu. Bir anda yüreğini ok saplanıyor. Ekmek tahtasını savuruyor ve koşa koşa Uhud’a gidiyor. Uhud‘a gittiğinde savaş bitmiş. Onun olduğu yerle Uhud arasında on kilometrelik bir mesafe var. Savaş bitmiş ve herkes bir şehitlerini arıyor. Sümeyra Hatun ise böyle bir manzaranın içerisinde Allah Resul’üne bir şey oldu mu diye bir sahabeye soruyor. Allah Resulü sağ mı diye soruyor. Bütün acısıyla sorunca, sahabe ona diyor ki kocan şurada yatıyor, şehit oldu diyor. Sümeyra ise ben onu sormuyorum Resulullah’a ne oldu diye soruyorum diyor. Diyorlar ki ya Sümeyra kardeşin de şehit oldu. O da ben onu sormadım ki, şehit olmuş ama Resulullah nerede diye soruyor. Bir başkası da oğlunu gösteriyor, Ya Sümeyra oğlun da burada yatıyor diyorlar. Sümeyra ise bana Resulullah’ı gösterin diyor. Ne zaman ki Allah Resul’ünün yüzünü görüyor, elhamdülillah diyor, sen hayattasın anam babam sana feda olsun diyor.

 Gerçek yaşanmış bir öyküden bahsediyoruz. Bugünün modern dünyası Sümeyra Hatun’un gönlümdeki ateşi anlayamaz. Anlayamadığı gibi de onu yargılar. Kocası, kardeşi, oğlu hiç önemli değil miydi diye sorar. Tabii ki onlar çok önemliydi ama Hazreti Peygamber’in şekillendirmediği bir yerde, Hazreti Peygamber’in önderliğinde değişmeyen bir ahlaki anlayışın olmadığı bir yerde onlar olsa da hiçbir şey olmayacaktı. Ama o an en canları şehit olduğu haberi gelmişti onlara. Sümeyra’nın baktığı yer bambaşka bir yerdi. Dolayısıyla 144. ayet çok önemli bir şeyden bahsediyor, burada Sümeyra Hatunun mücadelesi bambaşka, Allah Resulü için koşturuyor ama ayette de şöyle diyor, diğer peygamberler gibi bir peygamber. 

Allah’ın davası kime ne olursa olsun devam eder. Bu iki ayet ile Sümeyra Hatunun yaptığı örtüşmüyor gibi görünebilir ama şunu anlıyoruz. Ayet rasyonel olmaya çağırıyor. Sümeyra bütün kalbinden olan sevgisini dışarıya taşırıyor. Ve ayet şunu söylüyor, ne olursa olsun davanızdan vazgeçmeyin, Allah için yolunuza devam edin. Ama insanlar diyebiliyor ya, insanlar yanında prestijimiz olmuyor, dünya artık değişti, dünya artık modern bir dünya, böyle bir dünyada bizim Allah‘ın emirlerini yapmamız çok zor gibi bir bakış açısı inşa edilmeye başlandı. Ama ayet şundan bahsediyor, hiç inanmayan kimse kalmasa bile, O ölen Allah’ın Resulü bile olsa siz davadan vazgeçmeyin. Yanınızda kimse kalmasa bile siz Allah’ın davasından vazgeçmeyin. Siz geri geri gidebilirsiniz, gitmeniz gereken yerde düşebilirsiniz, ama sizin yaptığınız Allaha bir zarar vermez.

145. Allah’ın, -vadesi belirlenmiş bir yazgıya göre- vereceği izin olmadıkça, hiç kimsenin ölmesi söz konusu değildir. Kim dünyevi karşılık isterse, kendisine ondan veririz; kim de Âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Şükredenleri elbette yakında ödüllendireceğiz.


Burada iki tane mana var. Birinci mana müminleri cihada teşvik etmek. Korkmayın. Biz de biliyoruz ki bazen insanlar beşinci kattan düşüyor fakat ölmüyor. Bir çok büyük kazalar başına geliyor fakat ölmüyor ama yolda giderken ayağı takılıyor ve ölüyor. Bunun yüzde yüzü yok. Ancak şu yüzde yüz, Allah ölüm meleğine izin vermezse kişi ölmez. Hiç kimse bir şey yapamaz. 

Ve ikinci olarak mana, düşmanın üstünlük sağlayıp üzerine çullandığı ve müslümanların da kendilerini adeta teslim ettiği ve fırsatçılara imkan sağladığı bir zamanda Allah‘ın Resul’ünün koruyarak himaye ettiği ve ecelini ertelediğini ifade etmektedir. 

Uhud savaşının o hengâmesinde Allah, Resulünü muhafaza edeceğini garantilemiş oldu. Kur’an‘da gördüğümüz ölüm ile alakalı bir ecel-i müsemmâ, ya da ecel-i müeccel; bir de ecel-i kazâ dediği değiştirilemeyen ecel var. Ecel-i kaza dediğimiz, diyelim ki bir araba satın aldınız ve arabanın ömrü 50 yıl. Ama siz onu o kadar kötü kullandınız ki 30 yılda ömrü bitti. Bu ecel-i kazadır. Kuranı Kerim’de de geçer. Sizin kullanma şekliniz arabanın ömrünü hızlandırdı. Ecel-i müsemma ya da ecel-i müeccel dediğimiz şey artık, önce ya da sonraya alınamayan belli bir zamanı olan demektir. Yani arabanın ömrü 50 seneyse artık onu da kimse değiştiremez. Ecel-i kaza denilen şey ise Kur’an‘dan anladığımız kadarıyla Allah‘ın bize vermiş olduğu, yaşayabilme potansiyellerimize en iyi şekilde kullanmak. Şöyle düşünün, bugünün insanının yeme düzenini düşünün, Dünün insanının yediği yemeklerin sağlıklı oluşuyla daha sağlıklı yaşıyor. Bize göre hayatı daha hızlı değildi ama daha bereketli işler yapıyordu. Mesela İmam Rabbani bir günde 1000 sayfa yazı yazabiliyordu. Bu durumda bizim hayatımıza bakın, hayatlarımız çok hızlı, otomatik makinalarla yaşıyoruz, çamaşırımızı makina yıkıyor, bulaşığınızı makine yakıyor, hemen hemen her şeyi bir robot eşliğinde yapıyoruz. Hayatımızın her yerinde makinalar mevcut. Bu makinalarla hayatımız çok hızlı ama hayatımız çok bereketsiz. Çünkü biz potansiyellerimizi Allah’ın verdiği şekilde kullanamadığımız için. Yediğimiz şekerler, paketli gıdalar, daha fazla uyuma ihtiyacı duyabiliyoruz, zihnimiz daha fazla karışabiliyor, bir çok şeyi bir arada yaşıyoruz. Bu yaşadıklarımızda ecel-i müsemmamızı çok hızlı bir şekilde getiriyor. 

Ayette hiç kimse Allah’ın izniyle kesinleşmiş vade gelmeden ölmez diyor. Yani Allah’ın yazması demek, onun yasası demektir. Kâinatta sürekli varoluş yasası ve yok oluş yasasını görüyoruz. 

Ecel süre demektir. Bir borcun ödenme süresine ecel diyoruz. Aslında ecel dediğimiz şey hayatın kaderidir. Ve Kuran’da ecel kelimesinin 55 yerde geçtiğini görüyoruz. İkisinde fiil olarak geçiyor farklı manalarda. Ömrün eceli anlamında kullanılan bütün kelimelerin isim olarak geçtiğini görüyoruz. Çünkü isimler sürekliliğe delalet eder ve sabit bir hakikate atası eder. Zaman ya da yer bildirmez. 

Ve burada anlıyoruz ki ecel dediğimiz şey geldiğimiz zaman bu insanın kader öncesinden bahsediyor. Kehlâni, “ruh nedir” sorusuna diyor ki, kalpte, beyinde ve ciğerde üç kuvvettir diyor. Burada eşyaya bak o zaman ecel de aynı şekilde insan hayatına koyulan bir yasadır. Yasanın gerçekleşmesi aslında bir Eceldir. Yani Allah burada insana bir ecel tayin etmiştir, insanın eceli vardır ve bu yaratılmışların içerisinde insanın devamlılığı, süre gelmesi ecelledir. 

Allah toplumların, uygarlıkların da sonuna bir ecel tayin ettiğini söylüyor. Mesela Araf Suresinde, Nahl Suresinde, Yusuf Suresinde baktığımız zaman toplumların, milletlerin de bir ecelinin olduğunu söylüyor. Şunu anlıyoruz ki, sadece insanın eceli yok. Nasıl ki Selçuklu devleti çöktü arkasından Osmanlı geldi, Osmanlı çöktü. Yani toplumlar da İbni Haldun’un dediği gibi doğuyor, büyüyor ve ölüyorlar. Onların da eceli geliyor. Her toplum, her uygarlık demekki belli bir ecel ile var. Burada anlıyoruz ki, ömrünün sona ermesini sağlayan o ilahi yasa eceldir. Ömür artık orada bitiyor. Şöyle hayal edebiliriz, bir kum saati gibi düşünün, insan anne karnında geldiği an eceli gününü tüketiyor. Ecel dediğimiz şey ömrünün sona ermesine sağlayan Allah‘ın ilahi bir yasasıdır. Toplumların ecelinin olması konusunda İbni Haldun şöyle der. Medeniyetin ve şehir hayatının insanı bozarak nasıl ecelinin geldiğinden bahsediyor. Hatta toplumlarında doğup, büyüyüp öldüğünü ortaya koyan, sosyolojinin kurucusu İbni Haldun şöyle diyor;

Şehir hayatında ihtiyaçlar ve talepler arttıkça pahalılık artar, devletin yıkılmaya yüz tutmaya başlamasıyla ekonomik düzen bozulur. Bunun sonucu olarak sosyal hayat yozlaşır, israf artar. İnsanlar böylece yasal geçim yollarından ihtiyaçlarını karşılayamadıkları için yasal olmayan yollara başvururlar. Yalancılık, kumar, aldatma, hırsızlık, yalan yere yemin etme, vurgunculuk, karaborsa hüküm sürer. Ahlâk ve namusa aykırı kötülükleri herkesin gözünün önünde hatta akraba ve yakınlarının yanında bile açıkça yapmaktan çekinmezler. Cezaya çarptırılmaktan kurtulmak ve korunmak üzere çeşitli hile ve aldatma çarelerini bulma hususunda gayet usta olurlar. Çirkin işler bunlar için adet ve karakter haline gelmiştir. Şehir, çirkin ve kötü ahlâklı aşağı adamlarla çalkalanır. Devletin terbiyesinde yetişenlerin çoğu, atalarından edep öğretilmemiş olanların hali dahi böyledir. Aynı çevrede ve bir arada yaşama bunların ahlakını da bozmuştur. İnsanlar ancak güzel ahlak ve fazilet sahibi olmaları ile birbirinden ayrılırlar. Bir kimsenin ahlakı çirkin ve pis nesnelerle kirlenirse, nesep temizliği ve atalarının iffet ve şerefleri ona fayda vermez.

Çok önemli tespitlerde bulunuyor, aynı çevrede bulunmak bile bunların ahlakını bozar diyor. Bunlarla bir arada bulunmak bile insanların ahlakını bozarlar. Bugün insanlar ne kadar takipçileri olduğu, ne kadar anormal, ahlaki olmayan eylemler yapıyorlarsa o kadar meşhur oluyorlar. Halbuki insanlar güzel ahlakları ile birbirinden ayrılırlar. Ve burada muhteşem bir metafor yapıyor. Bir kimsenin ahlakı çirkin, pis nesnelerle kirlenir, dediği her türlü nesnedir, her türlü araçtır. Dijital, sosyal medya, tüm bu mecraların hepsi, o zaman kirlendiği zaman nesep temizliği ve atalarının iffet ve şerefleri artık onlara fayda vermez diyor. Öyle kirlenirler ki diyor, artık atalarının, geçmişlerinin iffet ve temizliği onlara fayda vermez hale gelir. 

Modern batı medeniyeti 15. yüzyıldan sonra medeniyetine yükseltmeye başladı. Ama İslam medeniyeti yedinci yüzyıl itibari ile kendini göstermeye başladı. Burada İbni Haldun bir toplum okuması yapıyor. Nasıl ki 145. ayette gördüğümüz gibi her insanın ölümü geldiği zaman o ölüm vakti değişmez, o ilahi yasa değişmez. Nasıl ki bir birey eceli geldiği zaman vefat eder, vefat etmek ne demek vefa gösterip ruhunu yerine iade etmek. Aynı şekilde toplumların da bir eceli olduğunu söylüyor. Zaten İbni Haldun da Kur’an‘dan inşa ederek bu teorisini şekillendiriyor. 

Yani toplumlarında bir eceli vardır, toplumlarında ecelinin gelmesi, öncelikle insanların şehir hayatında israfa çok yönelmeleri, çok tüketmeleri, artık bu tüketmelerin bir ahlak halini alıp da, İnsanların nereden gelirse gelsin, helale harama bakmadan her türlü kazancı meşru görmeleri, daha sonra da yalancılık, kumar, aldatma gibi, karaborsa gibi olumsuz eylemlerin toplumda hüküm sürmesi ve daha sonra ahlaka aykırı olan eylemleri herkesin gözü önünde işlenmesi ve daha sonra artık bu çirkin işlerin de insanları kirlettiğini ve atalarının iffetinin, şerefinin kendilerine fayda vermediğinden bahsediyor. Hakikaten bir toplumun ecelinin nasıl gelebileceğini en güzel şekilde ifade ettiğini görüyoruz. 

Burada Allah diyor ki, insanın ölümü ilahi yasalara bağlıdır, ölümden korkmanıza gerek yok ama Allah‘ın o vermiş olduğu nimetleri de en güzel şekilde kullanmamız gerektiğini ifade ediyor. Sonra da ayet devam ediyor, kim dünyanın nimetini istiyorsa ona veririz. Ganimet istiyorsa ganimet veririz. Dünya nimeti istiyorsa dünya nimeti veririz. Kim de dünya nimetini değil de asıl olarak Allah’ın ve Resul’ünün emirlerini yerine getirip de ahireti isterse onlar da ahiretin güzelliğine kavuşurlar. 

Burada şükürden bahsediyor. Şükür edenlere ödüllendireceğiz diyor. Şükür, aslından kendisinden olandan vermesidir. İlim varsa ilim nevinden vermesi, para varsa paranın nevinden vermesi gibi. Bedenin güçlü ise bedeninden verirsin. Ama Allah’a tam karşılığından verirsin diyor. Eğer insan şükredenlerden olursa, bedeni ile, malı ile, canı ile Allah yolunda koşturursa Allah onun karşılığını en güzel şekilde vereceğini vaad ediyor.


146. Nice peygamber, beraberinde pek çok alperen olduğu halde savaşmıştır; Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşememişler, yılmamış ve boyun eğmemişlerdir; -Allah sabredenleri sever-

147. sadece; “Ya Rabbi! Günahlarımızı ve bize emredilen hususlardaki aşırılıklarımızı bize bağışla; ayaklarımızı sabit kıl ve şu inkârcı kavme karşı bize yardım et” demişlerdir.

148. Allah da onlara hem dünyevi karşılığı hem de Âhiretteki karşılığın güzelini vermiştir. Allah ihsan üzere hareket edenleri sever.



146

Allah, nice peygamberler vardır ki onlar kendilerini Allah’a adamışlardır ve onlar Allah’a adamış çok insanla birlikte savaşma durumunda kalmışlardır, der. Burada aslında Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme ve aynı zamanda müminlere bir uyarı var. İnsanlar daha önce de peygamberleri olan kavimlerde bu tür durumlar yaşadı. Bu uyarı ile beraber tabii ki bir rahatlama da var. Burada diyor ki, ey Muhammet sadece savaşmak zorunda kalan sen değilsin.  Üzerine taarruzda bulunulan sadece sen değilsin. Bunu tarihte ilk sen yaşamıyorsun. senden önce de bir çok peygamber bu durumları yaşadı. 

Burada Resulullah’ın bir karıncayı bile incitmeyecek bir yaratılışı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen imanın insanlara ulaştırılması yolunda eğer bir engel olacaksa o zaman savaşılması gerekiyor. Burada karıncayı bile incitmeyecek kadar munis olan biri için savaşın ne kadar büyük sıkıntılı bir durum olduğunu anlayabiliyoruz. Ama burada Mevla diyor ki, evet olabilir ama diğer peygamberler de aynısını yaşadılar. Burada Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı yılgınlığa kapılmadılar. Ne de acziyet gösterdiler. Ne de onursuzluk sergilediler. 

Bir toplumda bir savaş durumu olduğu zaman insanlar yılgınlık gösterir, ya acziyet gösterir ya da onursuzlaşabilir. Hiçbirini yapmayın diyor. Mücadele ederken onurunuzu kaybetmeyin diyor. Çünkü insan onurunu kaybettiği zaman ezilmeye başlar, eğilmeye başlar, zillete düşünmeye başlar. O yüzden Allah burada örnek gösteriyor, peygamberleri olan kavimlerden de yılgınlık gösterenler oldu, acziyet gösterenler oldu, onursuz davrananlar oldu ama Allah sabırlı olanları sever, dirençli olanları sever. 

Sabır demek dirençli olmak demek, çözüm aramak demek, problemlere karşı çözüm becerilerini ortaya koymak demektir.Zillet gösterenlerden, menfaat için yerlere eğilenlerden olmamak lazım. Allah burada çok net bir şekilde söylüyor ki, hakikat üzere, O’nun razı olduğu şekilde direnç gösterenleri Allah sever. Eğer dava hak ise o zaman savunmak zorundasınız. Eğer hakikat değilse o zaman neden savunuyorsun ki. O zaman savunacak bir durumum yok. 

Demek ki burada önemli bir örnek veriyor, geçmiş örneklerden insanların savaş durumlarında, büyük problemli durumlarda gösterdiği acziyetlerden bahsediyor. Siz böyle olmayın diyor. İşte sabırlı olmak budur, onurla yola devam edebilmek, duruşunu bozmadan kimsenin baskısına boyun eğmeden yola devam etmek. Bugün mesela yoğun bir medya baskısı var, sosyal medyanın dönüştürücü bir gücünün olduğunun da farkındayız, özellikle gençler ve genç yetişkinlik evresinde olanlarla büyük bir baskı olduğunu görüyoruz. Biz burada çocuklarımıza ve gençlerimize şunu öğretmemiz gerekiyor, onuruna devam et, duruşunla devam et, kimsenin oyuncağı olma, kimsenin kuklası olma, kimsenin sana dayattığı gibi düşünme, kimsenin dayattığı gibi giyinme. Bugün aslında dijital bir savaş içerisindeyiz. Dünün kılıcı ile olan savaşları bugün dijital bir platformda gerçekleştiriyoruz. Medyanın ve sosyal medyanın dönüştürücü gücü büyük bir taarruzda olduğunuzu gösteriyor. Bu kadar görsel neden üretiliyor zannediyoruz. Gençleri bağımlı hale getirmek, atıl hale getirmek, hiçbir şey yapamamaları, sadece ve sadece yiyip içip hayatlarını tüketmek üzerine bir hayat perspektifi oluşturuluyor. Dolayısıyla biz şunu anlıyoruz ki, yılgınlık yok, evet şu an dijital bir savaş veriyoruz, hiçbir şey yapamıyoruz diye düşünmeyeceğiz, acziyete düşmeyeceğiz ve elimizden geleni yapacağız biz de bu platformları en güzel şekilde kullanacağız ve aynı zamanda, ne olursa olsun onlar böyle yapıyor biz de böyle yapalım diyerek onursuz eylemlere ve onursuz davranışları sergilemeyeceğiz.


147

Diyor ki onların yani sabredenlerin bu durumda söyledikleri, Ya Rab, bizim günahlarımızı ve aşırılıklarımızı yani senin emrine uymayan konulardaki aşırılıklarımızı, taşkınlıklarımızı bağışla ve bizim ayaklarımızı, gönüllerimizin ayaklarını sabit kıl. Yani geriye adım attırma Allah’ım. Ve kafir olanlara karşı bize yardım et. 

Biz burada şunu görüyoruz, o Peygamberin yanında olanların sadece ettikleri böyle bir dua var. Onların söylediği o zor durumda söylediği yalnızca şöyle, demek ki yılgın olanlar vardı, acziyete düşenler vardı, onursuz davrananlar vardı ama aynı zamanda sadece ve sadece, bizi Ya Rab affeyle, taşkınlıklarımızdan dolayı bizi affeyle ve bizi yolunda sabit eyle, kalbimizin ayakları değişmesin Ya Rab ve bize olabilecek küfre karşı yardım eyle, diyenler de vardı. 

Bizim bugün çok dua etmemiz lazım. Peygamberin yanındalar, ama fark etmediğimiz israflar olur, aşırılıklar olur sen bunları affeyle, diye yine de dua ediyorlar. Hayatlarımızı yolunda sabit eyle, kalbinizin ayaklarına sabit eyle, hayatlarımızı sabit kıl, öyle sabit olsun ki geriye doğru adım atmayalım Allah’ım, yanlışa doğru adım atmayalım Allah’ım diye dua ediyorlar. Muhteşem bir dua. 

Nerede inançsız bir toplum varsa, nerede inançsız bir toplumun saldırıları varsa, bugün dijital platformlar da buna dahildir, ümmete, evlatlarımıza sen bu konuda yardım eyle. Bu duayı biz de okuyalım. Özellikle telefonumuzu elimize aldığımız zaman bu duayı okuyalım. Sabah namazına kalktığımız zaman da 11 defa bu duayı okuyalım. En azından telefonu elimize aldığımız zaman bir Allah’a sığınalım kalbimiz sabit kalsın diye. Girdikten sonra bile kalbim sabit dediğimiz zaman ve Allah’ım onların yaptıklarına karşı bize yardım et dedikten sonra Allah korumaya alacaktır. Ama şimdi en azından alışkanlık edinebilme açısından sabah namazlarından sonra hepiniz on birer defa bunu okuyup dua ederim. Dolayısıyla Peygamberlerin yanında olanların ettiği bu dua çok önemli bir dua. Allah‘ın razı olduğu ve övdüğü bir dua. Biz de bunu okuyalım. Evet bugün hazırlıksız bir savaşa yakalandık ancak yine de gevşemememiz gerekiyor. Gevşeyenler vazgeçenlerdir, acziyete düşenler vazgeçenlerdir. Onurunu verenler o vazgeçenlerdir. Dünyalık beklentileri için vazgeçenlerdir. Biz vazgeçmeyeceğiz ve bu dua ile yola devam edeceğiz inşallah.


148

Burada diyor ki, Allah dünya nimetlerini de verdi hem de ahiret nimetlerinin de en güzeline bağışladı diyor. Burada şunu anlıyoruz ki, 145. ayette ne diyordu, isteyene dünya nimetini veririz, isteyene de ahiret nimetini veririz. Burada da diyor ki, siz ahıret nimetini isterseniz Allah size ekstra dünya nimetini de ikram eder. Siz ahıret nimetini isterseniz, Allah yolunda koşarsanız Allah size dünya nimetlerini de verir. Allah kendini görüyormuşçasına, kulluk edenleri sever. Allah çok güzel sıfatlarını da anlatıyor. Allah sever diyor. Muhsinleri sever diyor. Sevmek ya da sevmemek terbiye etmektir aslında. Terbiyenin rafine haledir. Allah burada şunu söylüyor, kulum demeli ki ya Rabbim beni sevmezse, ya Rabbim razı olmazsa diye gönlünün tellerinin titremesinden bahsediyor. Dolayısıyla bu ayette anlıyoruz ki ahireti isteyene Allah ahiret güzellikleriyle beraber dünyada da nice güzellikler ikram eder. İmtihanları da daha kolay bir şekilde çözüme ulaşır.

Yorumlar