93. İsrail’in (yani, Hazret-i Ya‘kūb ’un) Tevrat indirilmeden önce kendisine haram kıldığı dışında, bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâldi. De ki; (aksini iddia ediyorsanız ve) doğru söylüyorsanız, haydi, Tevrat’ı getirip de okuyun.
Tefsirlerde, burada Hazreti Yakup’un diğer adının İsrail olduğunu söylüyorlar. Bakara Suresi 40. ayeti ise buna delil gösteriyorlar. Ve şöyle diyorlar, Yakup Peygamber ağır bir hastalığa yakalanıyor. Ve bu hastalığa yakalanınca doktorlar ona şunları yememen gerekiyor diyor. Yahut kendi de tecrübe etmiş olabilir. Ya doktor tavsiyesi ya da kendi tecrübesi ile Yakup Peygamberin deve etini ve sütünü kendisine yasakladığını söylüyor tefsirler. İsrail oğullarından gelen daha sonraki nesiller büsbütün bunu kendilerine haram sayıyorlar. Yakup Peygamber sadece kendi ile ilgili bir durumda kendine bir sınır koyuyor. Fakat daha sonra gelenler, büsbütün haldeyse Musa Aleyhisselam’ın kendisine yasak etmiş olduğu o yiyecekleri tamamen haram olarak kabul ediyorlar. Ayette İsrailoğulları’nın kendi tercihleri ile kendilerine bir takım yiyecekleri haram kıldığını söylüyor. İsrail oğullarına Tevrat ininceye kadar Hazreti İbrahim’in şeriatı ile yaşıyorlardı. O dönemde Allah onlara temiz yiyeceklerin hiçbirini haram kılmamıştı. Kuranı Kerim burada şunu söylüyor, İsrailoğulları, Allah yolundan insanları alıkoymaları, insanlara zulmetmeleri, haksızlık etmeleri, ve çirkin davranışları yüzünden ceza olarak bazı yiyecekleri Tevrat’ta kendilerine haram kılındığını biliyoruz. Bu durum Kuranı Kerim’de anlatılınca, Nisa Suresi 160, En’am Suresi 146. ayetleri nazil olunca Yahudiler bunu reddediyorlar. Bu ayetlerde haram kılındığı ortaya konulan yiyeceklerin Hazreti Musa zamanından önceki Peygamberlerde de haram olduğunu iddia ediyorlar. Hazreti İbrahim’in şeriatından itibaren bu yiyeceklerin haram olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki Hazreti Musa’ya indirilmiş olan Tevrat onlara bunu haram kılıyor. Bu ayet ise onların iddialarının asılsız olduğunu ortaya koyuyor.
Muhammet Abdû bu ayeti birazcık daha farklı ele alıyor. Diyor ki, burada İsrail’den maksat Hazreti Yakup’un kendisi değil bütün İsrail halkının tamamıdır diyor. Çünkü İsrail halkı İsrail ismini bu anlamda da kullanıyorlar. Halkın kendilerine bu yiyecekleri haram kılmalarından maksat da, haram kılınmasına sebep olan kötülükleri işlemiş olmaları. Daha önce bütün yiyecekler onlara helaldir fakat daha sonra işledikleri kötülüklerden dolayı Allah onları cezalandırmak için bazı yiyecekleri Tevrat’ta onlara haram kaldırdığını bildiriyor.
Bunun neden böyle olduğu üzerinde biraz durmak lazım. Burada genel olarak iki tane yorum var. Yorumlardan biri, (i) Hazreti Musa’nın hastalanması ve doktorların tavsiyeleri ile ya da kendi tecrübesiyle helal olan bir iki tane yiyeceği kendisine yasaklaması. Daha sonra İsrailoğulları’nın bunları kendisine haram olarak görmesi bir yorumdur. İkinci yorum ise, (ii) İsrail kelimesi burada Yakup Peygamber olarak yorumlanmamış. Bu arada İsrail halkından bahsediliyor. Ve burada İsrailoğulları, Allah‘ın onlara zulümlerinden dolayı yasaklamış oldukları yiyecekleri haram olarak kabul etmiyorlar. Allah burada diyor ki getirin o zaman Tevratı ve bana gösterin nerede haram yazılmış diye. Çünkü bunlar aslında Tevrat’ta yazmıyor onlar kendilerini bu yiyecekleri haram kılmışlar.
Burada sosyolojik bir problem var. Ataların dini adını veriyor ya Kuran, burada geleneksel bir takım bahanelerle insanlar diyorlar ki tavşan etini yasaklıyorlar. Daha sonra deve etini yasaklıyorlar. Ama bu yasaklara ilişkin kitaptan herhangi bir delil gösteremiyorlar. Geleneksel olarak bu yasakları koyuyorlar. Sonra bu yasakları insanlar kabul etsin diye kalıplar uyduruyorlar. Aslında toplumun nezdinde itibar edinmek için, popülist bir yaklaşımla Tevrat’ta karşılığı olmayan bir şeye kendilerince deliller uyduruyorlar. Ve onlar kendilerine deve etini yasaklıyorlar, tavşan etini yasaklıyorlar ve bir çok yiyeceği yasakladıklarını biliyoruz. İlginç olan, bu yasakları daha sonra kendileri deliyorlar. Burada aslında samimiyetsizliğin ne kadar büyük bir problem olduğunu görüyoruz. Erdemli olmamanın problemini görüyoruz. Hem popülist bir yaklaşımla kendileri yasaklıyorlar, hem de ondan sonra kendileri vazgeçiyorlar.
Burada ayet tarihsel bir olgu ya dikkat çekiyor. Bu ayet Yahudilere indirilmiş bir ayet değil, bu ayet bizi uyarıyor. Yahudiler gibi davranmayın diyor. İnsan nasıl Yahudileşir ya da Yahudi gibi davranır? Allah‘ın haram kılmadığını kalkar kendine haram olarak ortaya koyar. Geleneksel olarak bir takım şeyleri yemiyoruz, içmiyoruz demez de, Allah‘ın helal kıldığı bir şeyi kalkar haram kılar. Bu, Allah‘ın helal kılmış olduğu bir şeyi haram kılmak, Allah’a karşı yapılmış en büyük inkarlardan bir tanesidir. Çünkü helallerin ve Haramların sınırını Allah belirler. Buna da en büyük delilimiz, Nahl Suresi 116. ayettir. Allah bu ayette
"Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler. "
Dolayısıyla şunu anlıyoruz, burada Yahudilerin yapmış olduğu en büyük problem, popülist bir anlayışla, kendi prestijleri açısından “hocamız haram kıldı”, “büyüğümüz öyle dedi” diyorlar. Diyemezler. Ben, ara sıra oruç tutuyorum, paketli gıdalar yemiyorum, biraz vejetaryen besleniyorum kendi sağlığım için, diyebilirim. Ama böyle beslenmek zorundasınız, diğer türlüsü haramdır, diyemem, benim böyle bir yetkim yok. Herhangi bir yiyeceğin helal ya da haram olmasına karar veren merci Allah’tır.
Burada bize çok önemli bir şey ifade ediyor. Yahudileşmeyin diyor. Allah’ın koymadığı yasakları siz koyamazsınız, hiçbir delil de olmadığı halde siz Allah‘ın helal kıldığı bir şeyi haram sayamazsınız. Bu Allah’a yapılmış bir inkardır. Biz bunu bazı cümlelerde görebiliyoruz. Allah‘ın her haram kılmadığı bir şeyi haram kılabiliyorlar. Bu aslında bir yasak koyma iddiası. O yasağı koyan zümre kendi şeriatını tayin ediyor. Burada Kuran bu iddialara karşı insanları uyarıyor. Böyle bir iddia olmasa dahi, buna yol açan, ya da insanlar korku hissettiklerinde onları engellemek için bu tür arayışlara girmemenizi istiyor. Sonra bu durum insanların başına bela olabilecek seviyeye geliyor. Artık insanlar yasak koymayı kendi ellerinde görünce insanların doğal haklarını kısıtlamaya başlıyorlar. Allah‘ın onlara vermiş olduğu haklara sınır koymuş olmuyor oluyorlar. Aslında böyle bir hakları yok.
Sonuç olarak insanların istifadesine sunmuş olduğu hiçbir şeyden kimse kimseyi mahrum edemez. Bu noktada önemli bir durumu Allah ortaya koyar. İnsanlar fark etmeden helal ve haram ölçülerine kendileri belirlemeye başladığı an ona kılıf bulmaya başlıyorlar. Ve insanların doğal hak ve hukuklarına yönelik bir tecavüze yeltenmiş oluyorlar. Dolayısıyla bunun engellenmesi için ayet burada çok net bir şey söylüyor. Allah’ın helal kılmış olduğunu kimse haram kılamaz. Allah‘ın haram kıldığını da kimse helal kılamaz.
Allah helalleri haramları tayin etmiş. Sonra da demiş ki, Yiyiniz içiniz ve israf etmeyiniz.(Araf 31). Biz şöyle anlıyoruz, yiyelim, içelim, yiyorsam israf olmuyor. Algımızda şöyle oturmuş, masada bir sürü çeşit var, eğer bunlar çöpe dökülmüyorsa israf etmiyoruz diye algılıyoruz. Halbuki “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz“ çok net bir şey söylüyor, ye, iç, mideni de israf etme, mideni de ifsat etme, hayatını ifsat etme.
İnsan öncelikle kendini israf ediyor. İsraf sadece yediğimiz, içtiğimiz şeylerin çöpe atılmaması değil. İnsan önce kendini israf etmeyecek. İnsan ilk önce kendini ifsat etmeyecek. İsraf ettikçe kendimiz ifsada kayıyoruz. Ne kadar çok yersek o kadar çok hastalıklar oluyor. Yıllarca insanlara sekiz öğün, on öğün yemek yiyin dediler. Bunu yiyen insanlar, sürekli insülin salgılanmasına neden oldu ve bizi maalesef açlığı hissetmekten mahrum bıraktılar.
Hayati İnanç hocanın çok güzel bir sözü var, “Bugünün insanı mahremiyetten yoksun kalmış durumda. Açlığın lezzetini tadamıyor. Bir eksikliği sabır edebilmenin güzelliğini yaşayamıyor. Orucun zevkini alamıyor.” Orucun zevkini almak iftarda çok yemek değil aslında. Orucun zevkini almak, gerçekten aç kalabilmek, hücrelere kadar hissedebilmek. Suyun tadını alabilmek için birkaç gün sıcakta susuz kalacaksın, sonra su içince tadını alırsın. Dolayısıyla mahremiyetten yoksun kaldı bugünün insanı. Sürekli yeme üzerine olan bir hayat. Daha sabah kalkar kalkmaz hangi yemekler yapılacak, misafir gelirse kaç çeşit olacak diye yemeğe endeksine bir dünya. Cenazeye gidiyorsunuz, orada bile hemen bir yemek telaşı. İnsanların acısı var ve insanlar acı çekerken sizi doyurmayı düşünüyorlar. Bu hale gelmek, kendi kendimize oluşturduğumuz bu yaşam şeklinin sonuçlarını yaşıyoruz. Kendi kendimize oluşturduğumuz hayat anlayışının sonuçlarını yaşıyoruz. Bunun sonuçları hastalık getiriyor, bunun sonuçları insanların daha sağlıksız bir şekilde yaşamalarına neden oluyor, ya da insanları daha olumsuz olmasına neden oluyor. Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz, ayeti bile artık algımızda şu anlama geliyor. İstediğim kadar yerim, içerim, yeter ki çöpe atılmasın. Sonra yavaş yavaş çözülmeler başlıyor. Önce mideyi çok dolduruyoruz. O çok doldurulan mide artık almayınca da insanlar diğer şekilde de çöpe atmaya başlıyor. Dünya artık bir çöp haline geldi. Artık israf kültürünün geldiği nokta bu. Kıyafet alacakken düşünelim, suyu kullanırken düşünelim, banyo yaparken düşünelim, pirincimizi yıkarken düşünelim, pirincin düşmesinin bile israf olduğunu unutmayalım. Suyu fazla kullanmanın israf olduğunu unutmayalım. Rasim Özdenören hoca diyor ya, “Çağın gözüyle İslam’a bakılmaz İslam’ın gözüyle çağa bakılır”. Çağın gözüyle İslam’a baktıkça biz insan olmaktan çıkıyoruz. Artık aklımızın, hayallemizin gidemeyeceği kadar kötülüklerin arttığı bir dünya yaşıyoruz. Burada en büyük problemlerden bir tanesi, Allah’ın haram demediğine haram demek, Allah’ın helal demediğine helal demek.
Ali İmran Suresi 93. ayet bize şöyle bir bakış açısı koydu, insanlar kendilerine helalleri haram kılarak daha sonra bütün halkın buna inanmasını isteyerek bir prestij oluşturma yoluna gittiklerini görüyoruz. Ve Allah bunun yanlışlığını ortaya koyarak bu ümmeti de burada uyarmış oluyor. Burada Yahudiler iddialarında ısrar edince, biz haram kıldık ama bunun ispati var, ispati da İbrahim Peygambere dayanıyor olması diyorlar. Onlar böyle iddia edince de Allah diyor ki, “De ki, doğruyu söylüyorsanız getirin Tevrat’ı okuyun.” Böylece onlar susmak zorunda kalıyor. Çünkü Tevrat’ta böyle bir şey yok. Gerçeğin açıkça ortaya çıkmasına rağmen hala, hayır, siz yalan söylüyorsunuz, Müslümanlar yalan söylüyor, bu yiyecekler haramdır diyorlar bunun üzerine de Allah 94. ayette de Allah’a karşı iftira attıkları, bu iftira atanların da zalim olduğunu söylüyor.
94. O halde, her kim bundan sonra Allah’a yalan isnat ederse, bunlardır işte zalimler!
Bu ayette, Allah’a yalan yere iftira edenler var ya, her kim bundan böyle Allaha yalan yere iftira ederse onlar kendi kendilerine kötülük edenlerin ta kendileridir. Yani Allah’a iftira etmek Allah’a etkilemez. Ama onlar kendilerine kötülük yapmış olurlar. Burada bir şeyi yasak kılmak, Allah’ın yasaklamadığı bir şeyi yasak kılmak veyahut Allah‘ın yasak kıldığı bir şeyi de serbest bırakmak aynıdır. Şöyle derler,
Cahiller dinde iskonto eder, sofular da yine zam yaparlar.
Aslında ikisi de aynı şey. Mesela cahiller derki namazı dört kılmasak da olur, iki kalabiliriz, beş vakit namaz değil de üç vakit gibi. Cahillerin anlayışı dinde iskonto yapmaktır. Sofular da, yine zam yaparlar. Öğlenin son iki rekatına dört katar, bunu kendi yapabilir ama insanları buna zorlamak, sonradan onun farzından vazgeçmesine neden olabiliyor. Epiktetos’a’un bir sözü var,
Yapamayacağınız ama yapmamaya çalıştığınız şeyler bir müddet sonra yapacaklarınızın önünü keser.
Yani normalde yapabileceğin şeyi de artık yapamamaya başlıyorsun. Aslında bu paradigma bizim şunu söylüyor, cahiller ne kadar yapmazsa kar görür, sofu olan da üstüne bol bol zam yapar. İyi de herkes ekleyemeyebilir. O yüzden insanlara, dinde zam yaparak nafileleri farz mahiyetine getirmek yanlış olduğu gibi, dinden iskonto yapmak da aynı yanlıştır. Kural şudur, eşya da asıl olan mübahlıktır. Bir şeyin yaratılmış olması, o şeyin cevazının delilidir. Zıttına dair bir delil bulunmadıkça aksine konuşamayız. Bu Fıkıhta genel bir kuraldır.
95. De ki: Doğruyu (siz değil) Allah söylemektedir... Öyleyse, samimi birer muvahhit olarak İbrahim’in dinine uyun. -Ki o, Müşriklerden de değildi.
Allah’ın doğru söylediğine inanan bir müminin bundan hiçbir kuşkusu yoktur. Allah doğru söylemiştir. İman etmek demek, iman ettiğine de inanmak demektir. Nuh Peygamberi düşünün, ve ona tabi olanları. Çölde gemi yapıyor, insanlar alay ediyorlar çölde gemi olur mu diye. Doğru, çölde gemi olmaz çünkü deniz yok. Rasyonel akıl bunu söylüyor. Ama Allah başka bir yerden söylüyor, çok üst bir perdeden söylüyor. Sen gemini yap diyor, çünkü insanlar ne yaşayacaklarını bilmiyorlar. İşte o bilene göre çölde gemi yapılması gerekiyor, ve o geminin akıbetlerinde çok önemli bir rolü oluyor. Aynı şekilde bugün de topluma baktığımızda Allah‘ın emirlerini hiç önemsenmediğini, insanların gitgide Allah‘ın haram kıldıklarını çok daha rahat helalmişçesine yaptıklarını görüyoruz. Aslında problemi en çok da biz yaşıyoruz. Kötülüğü kendimize yapıyoruz.
İnsanlar istedikleri gibi davranabilirler, insanların artık özgürlük anlayışları değişti. Özgürlük deyince, herkes istediği gibi giyinmekten bahsediyor, yaşamaktan bahsediyor. İstediği gibi yaşamak fıtratına uygun bir şey değil. Aslında dürtüsel yaşamaktan bahsediyor. Günün insanı dürtüselleşmiş bir duruma geldi. Bu dürtüsellik hazza yönelik olduğu için, yiyeceğin, giyineceğin, ya da hazzın peşinde düştü insanlar. Bu bizim kendi aleyhimize. Yapmak isteyen yapıyor, onun da çocuğu etkileniyor. Bizim çocuğumuz ve hepsi etkileniyor. Bugün yeni bir gençlik geldi, çok dijital bir tarafı var.
Bizim medreselerimiz ve Amerikan eğitim sisteminin karşılaştırıldığı bir kitap vardı. Orada okumuştum. Amerikalılar kendi okullarına ruhsuz eğitim diyorlar. Bizim eğitimlerimiz de ruhu vardır, irfan vardır, adap vardır, incelik vardır. Bir kişi medreseye geldiği zaman sadece akli anlamda bilgilerle donatılmaz. O bilgiler tecrübeye yansır. O bilgiler gönle yansır, dile yansır, nezakete yansır, adaba yansır. Ama maalesef bugün seküler dünyanın çizdiği eğitim anlayışında anlam kaybedilmeye başlandı. İrfanı, adabı kaybetmeye başladık. Böyle olunca da evet çok biliyoruz ama Google bizden kat kat daha fazla biliyor. Dijital gibi biliyoruz. Bilmenin naifliğini, nezaketini, güzelliğini bilmiyoruz.
Selçuklu döneminde bir dergâhta 30 kişi var. Asla daha fazlasını kabul etmiyorlar ve sadece 30 kişiye sürekli eğitim veriyorlar. Derken bir kişi dergâhtan ayrılıyor ve hemen İmam Rabbani Hazretleri (Başka bir alim olduğuna dair rivayetler de var) Bakıyor ki kendisinden önce bir kişi gelmiş ve 30. kişiyi almışlar. Dergâha gidiyor ve diyor ki, ben ne zamandır bu dergâha girmek istiyorum, ben burada eğitim görmek istiyorum. İçeriye haber veriliyor ve içeriden hoca bir bardak su gönderiyor ve bardak su ile tamamen dolu. Yani cevap şu, bardak dolu, sana burada yer yok. Çok üzülüyor. Ve oradan bir gül yaprağı alıyor ve suyun üzerine koyuyor ve içeriye yolluyor. Demek istediği şey, bardak su ile ne kadar dolu olursa olsun, yaprağı üstüne gelirse taşımaz. Onun üzerine hoca gülü tekrar bölüp içine atıp o suyun içerisine atıyor ki, yani kabul edildin diyor.
Böyle bir geleneğin evlatlarıyız, bu kadar nazik, bu kadar hikmet boyutu olan, söylemleri olan, tecrübesi olan geleneğin evlatları olarak bizim evlatlarımızın ve bizlerin bunlardan bu kadar uzak olup da sekülerleşmesini insan anlayamıyor. Bu kadar seküler bakmak, bu kadar irfandan, güzellikten uzak bakmak, aslında bizi o zariflikten de öteye atıyor. Oysa kötülüğü kendimize yapmış oluyoruz. Kötülüğü kendimiz yaşamış oluyoruz, hiç biz Allah’a bir şey yapmış olmuyoruz. Hepimiz kendimize yapmış oluyoruz ne yaparsak. Dolayısıyla Allah‘ın emirlerinin hepsinde hikmeti vardır.
Ve Allah hiçbir emrinde ya da hiçbir haramında insana zorluk olsun diye bunları vahyin de belirtmemiştir. İnsanın faturasına en güzel şekilde, en uyumlu olanı insana vermiştir. Herhangi bir şeyi aldığımız zaman nasıl ki onu kullanma kılavuzu var, Allah da bize en güzel, en erdemli şekilde yaşamanın kılavuzluğunu bize vermiş. Yoksa Allah‘ın bize ihtiyacı yok. Helal yeriz yemeyiz, haram işleriz işlemeyiz, bu bizi etkiliyor ve dönüp dolaşıp bize vuruyor. Dönüp dolaşıp sapıklıklara yol veriyoruz. Bunlar bizi etkiliyor.
Kuran’ın millet tanımı ile bizim kullandığımız millet tanımı birbirinden farklı. Biz Türk milleti derken Türk toplumundan bahsediyoruz. Yanlış bir ibare. İbrahim milleti vardır, ama Türk kavmi vardır. Aslında millet dediğimiz şey dindir. O yüzden Türk kavmi vardır, İngiliz ırkı vardır, Arap ırkı vardır, kavmi diyebiliriz, ırkı diyebiliriz ama milleti diyemeyiz. Çünkü millet kelimesinin karşılığı, bir inanç sistemine inanan insanlar topluluğudur. Yani din anlamında kullanıyoruz. Dolayısıyla küfür milleti diyebiliriz, iman milleti diyebiliriz. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem‘in de hadislerin de geçer küfür milleti kullanımı var. Dolayısıyla İbrahim milleti diyebiliriz. İbrahim milletinden kasıt burada demekki, tevhit topluluğundan bahsediyor, inanç topluluğundan bahsediyor. Hakimiyet milletindir sözü aslında Hakimiyet dinindir demektir. Hakimiyet Allah‘ın koyduğu dinidir anlamına geliyor ama daha sonra bu hakimiyet Türk toplumunundur gibi bir anlama getirildiğini görüyoruz. Milliyetçilik dediğimiz şey bir imana mensup olmak aslında. Bir imana mensup olan insanların içerisinde bulunmaktır ve o mensubiyeti savunmaktır. Tabi artık bugün bu kavramı bu şekilde kullanmıyoruz.
Bu kavramları bu şekilde açıklamaya gerek var mı diye düşünüyorsunuz ama kavramlar düşüncenin en önemli unsurlarıdır. Eğer kavram olarak doğru değilse değilse üzerine bina ettiğimiz bilgiler de yanlış şekillenecektir. O yüzden kavramları doğru bir şekilde öğrenmek lazım. Ve onların üzerine inşa ettiğimiz bilgiler de doğru olsunlar. Millet Kurânî bir kavramdır, İslami bir kavramdır ve Allah onun anlamını bu şekilde tespit etmiştir. Bizim bu kavramın buna aykırı kullanmamamız lazım. Ancak bunu tahrif ediyoruz. Yahudilerin davranışlarından bir tanesi de neydi, kavramları tahrif etmek.
Demek ki burada Allah diyor ki İbrahim’in dinine uyun ve o İbrahim Allah’tan başkasına asla ilahlık veren, Allah‘ın sıfatlarını insanlara verenlerden değildi.
Müşriklerin en önemli bakış açısı, en yanlış bakış açısı, Allah’a ait sıfatı insanlara vermek, insana ait sıfatı ise Allah’a vermek. İşte bu insana müşrik eden bir şey. Başkaları için o her şeyi biliyor, o her şeyi görüyor, benim hocam öyle bir insan ki kalbinizin içini görür diyorlar. Halbuki Kur’an diyor ki, kalplerin içini sadece Allah bilir. Allah‘ın “Alîm” sıfatını kimseye veremeyiz. Aynı zamanda müşrik insanın sıfatını da Allah’a vermek ister. Allah da bizi bir görse ya diyor. Hâşâ, Allah her an Basîr, yani gören olduğunu söylüyor. Duyamayan, göremeyen insandır. Kavram yanlış olunca üstüne de yanlış bir bina örülmüş oluyor.
Burada bir prototip, arketip gösteriliyor. Sembol isimler var, sembol mekanlar var. Buradaki arketipte de şunu görüyoruz, İbrahim Aleyhisselam’ın dini prototip bir dindir. Onun gibi Muvahhit olmaktan bahsediyor. Allah‘tan başkasına kul olmayacak bir şekilde olun diyor. O müşriklerden değildi, öyle de davranmazdı. Ayetin sonunda şunu anlıyoruz, müşrik değildi ki öyle davransın. Müşrik değildi ki Allah‘ın helal kıldığını haram kılsın ya da haram kıldığını helal kılsın. Müşrik değildi ki, Allah‘ın belirlediği şekilde inanmamak gibi bir durumu olmadı. Hem İbrahim peygambere atılan iftirayı temizlemiş oluyor, hem de nasıl bir inanca sahip olmamız gerektiğini ortaya koymuş oluyor.
Yorumlar
Yorum Gönder