69. Ehl-i Kitap ’dan bir grup sizi saptırmak istedi... Oysa sadece kendilerini saptırıyorlar; ama farkında değiller.
70. Ey Ehl-i Kitap! (Doğru olduklarına Tevrat vesilesiyle) şahitlik ettiğiniz halde, niçin Allah’ın âyetlerini nankörce inkâr ediyorsunuz?!
71. Ey Ehl-i Kitap! Niçin hakkı bâtıla buluyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?!
Bu ayete baktığımız zaman burada şunu anlıyoruz, ehli kitaptan bazıları iman etmiş olanları yolundan çevirmek ister. Fakat aslında onlar özbenliklerinden başkasını saptıramazlar. Bunun da şuurunda değillerdir.
Bazı insanları görürsünüz, o kadar gayri ahlaki davranırlar ki, kendilerinden çok uzaklaştıklarını görürsünüz. Haşr Suresi’nde geçiyor ya, onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu. Yani insan Allah’tan kopmaya başladığı zaman, Rabbi ile iletişimini kesmeye başladığı zaman artık kendinden uzaklaşmaya başlıyor. Buradaki önemli husus ise şu,
İnsan aslında saptırmaya çalıştığı yerde kendi sapıyor.
Her inkarcı İnkarı ile en büyük zararı kendine vermiş oluyor ve bunun da farkına varamıyor. Yalan söyler ve karşı taraf buna inanır. Aslında aldattı kendisidir. Karşı taraf ona inansam ne olacak. Asıl zararı o kendisine vermiştir. Ufacık bir dünya menfaati için yalana mail atmıştır. Bundan daha kötü bir şey olabilir mi? Şeytan, şeytan olduğunu bilir, yaptığının kötü olduğunu bilir. Ama şeytanlık yapan insanlar şeytan kadar meziyetleri yoktur. Çünkü olayın bu kadar kendisi için kötü olduğunun farkında değildir. Dolayısıyla ayet diyor ki, bir insan kötülük yaptığı zaman aslında kendi aleyhine yapar. Dolayısıyla ayet çok önemli bir mesaj veriyor. Bizim hakkımızda dedikodu yapan ya da olumsuz davrananlar için üzülüyoruz ya, hiç üzülmeye gerek yok aslında. Herkes o gün kendi kitabını okuyacak.
Bu ayet çok net bir şekilde şunu söylüyor, insanlar birilerini saptıracağını düşünürler fakat aslında saptırdıkları kendileridir. İnsanları İnkâra sürüklerler ama her inkarcı inkarı ile aslında kendine zarar vermiş olur.
Allah burada, Allah‘ın ayetlerini nasıl inkar ediyorsunuz diyor. Allah‘ın ayetlerinde her şeye şahit iken, siz hakikate şahit olduğunuz halde, hakikat bilgisi size gelmiş olduğu halde siz Allah‘ın ayetlerini niçin inkar etmekte direniyorsunuz? Burada illaki mesele küfre gitmek değildir.
Günümüze baktığımız zaman, modern dünyanın da handikaplarından bir tanesi, bugün herkes bilimsel kanıt arıyor. Kişiselleşmiş bir inanca kaymaya başladık. Günümüzde de bunla alakalı bir çok örnek verebiliriz. Örneğin Pazar günleri. İnsanlar Pazar günlerini uyuyarak geçireceğini düşünür. Plan yapar. Pazar günü uyuyarak geçireceğim, çok iyi geçireceğim diye planlayarak Pazar günü bereketli bir gün yapmak yerine en bereketsiz gün haline dönüştürür. O bereketli gün bereketsiz bir hale dönüşür. Çünkü hayatın bereketi, hayatı ve kainatı Yaratan’ın belirlediği şekilde yaşarsanız elde edersiniz.
İnsanlık tarihi güneşle beraber insan bedenin harekete geçmesi gerektiğini zaten tecrübe etmiş. Dünya kapitalist bir sistemin içerisinde olduğu için her türlü hayatımızı kıskaca almış durumdalar. Biz daha fazla uyuyunca daha fazla rahatlayacağımızı düşünüyoruz. Daha fazla alınca, daha fazla tatmin olacağımıza düşünüyoruz. Hiçbirinden de tatmin olmuyoruz ve hiçbiri bizi rahat ettirmiyor. Halbuki bereketi tayin eden Allah. Hayatı nasıl düzgün yaşadığımız zaman, nasıl bereketli olacağını tayin eden Allah. Güneşin beşte doğduğu bir Pazar gününü düşünün. Bir aile güneşten birkaç saat sonra hayata başladığı zaman binlerce yaratılmış olan mahlukatın her biri hayata çoktan başlamış oluyor. Hayatın, üretmenin, güneşin üretiminde olduğunu unutmayalım. Güneşe gözlerimizi kapayarak yaşadığımız o 3 saat ile hayatı yakalamamız zorlaşıyor.
Uykuyla ilgili çok sayıda bilimsel çalışma var. Uyku zamanını güneşin zamanına uygun düzenlemek gerektiğini söylüyorlar. Beyin, güneş doğmadan önce çalışmaya hazır hale geliyor. Allah öyle bir fıtrat oluşturmuş. Hala buna şahit iken, inatla namazdan sonra kalkmak kendi fıtratımıza yapmış olduğumuz bir eziyet, kendimizden korkmaktır. Yapılan uyku çalışmaları, uyku zamanını güneşin ritmine göre ayarlamamız gerektiğini bize çok net bir şekilde ifade ediyor. Güneş doğmadan önce çalışmaya hazır hale geliyor beynimiz. Yani beynini kullanan kişi güneşten önce uyanmış olacak ki bedeninin ve beyninin daha rahat çalışabilmesini sağlayacak. Demekki fazla uyumakla beden dinlenmiş olmaz. Çünkü yapılan araştırmalar fazla uyumakla dinlenmek arasında doğrusal bir ilişki olduğunu göstermiyor. Hatta şöyle de bir şey var, belli 1 saatin üzerinde uyumaya devam ettiğiniz zaman uykunuzu hiç alamaz oluyorsunuz, hiç kendinize gelemez oluyorsunuz.
Çağdaş yaşamın bize dayattığı bir şey var ya, mademki hafta içi uyuyamadım, hafta sonu uyurum şeklinde Pazar günü çok uyu şeklinde bir felsefe var. Aslında tamamiyle bizi kandırma felsefesi. İnsan ne kadar çok uyursa o kadar çok uyumaya devam ediyor.
Uyku laboratuvarlarında yapılan çalışmalar şunu gösteriyor, güneşin doğuşundan sonraya sarkan uykunun REM denilen dönemi uzamış oluyor. Biz uyuduğumuzda REM dönemi uzamış oluyor. Buna REM uzaması deniliyor. Beyin ödemi denilen bir şey yaşanıyor. Bu durum şöyle oluyor, beyin hücreleri arasında sıvı birikimi oluşuyor. Beyin şişiyor ve genişliyor. Bu durumda hücrelerin normal işleyişine mâni oluyor. Burada kimyasal işleyiş bozulmuş oluyor. Bu yüzden insanlar gün doğumundan sonra uyandıklarında ve ben çok uzun uyuyup da dinleneyim dediklerinde beyin ödemi oluşmuş oluyor aşıyor. Ve o gün bereketsiz bir hale geliyor. Ve hatta o gün kişide daha çok yorgunluk oluyor, daha çok isteksizlik oluyor ve tam olarak bir depresyona girmiş gibi bir hal yaşıyorlar. Pazar günü dinleneceğimi beklentisi ile bu modern hayatın öğretmiş olduğu şekilde geç kalkıyor ve geç kalktıktan sonra da gün boyu bereketsiz bir güne sahip olmuş oluyor.
Güneşten önce uyanıp, bir süre oyalanıp tekrardan uyumaya başladığımız zaman REM uzaması denilen durum ortaya çıkmıyor. Beynimiz tekrar, yeni bir işleyişe başlıyor. Demekki Peygamber Efendimiz’in (SAV) bize önerdiği gibi sabah namazından sonra 45 dakika ayakta kalmanın ne kadar önemli olduğunu görmüş oluyoruz. Bu yeni bir uyku hükmüne geçiyor. O zaman da beyin ödemi oluşmuş olmuyor.
Biz müminler sabah namazında kalkılması gerektiğini, işrak vaktine kadar ayakta durmanın önemini biliyoruz. Eğer kalkabiliyorsak ve kalktıktan sonra ayakta belli bir müddet durabiliyorsak, sonrasında uyuduğumuz zaman, demekki beyin yeni bir uykuya girmiş hükmü ile normal işlevselliğine dönüyor. Allah da diyor ki, siz Allah‘ın ayetlerine şahit olduğunuz halde inatla nasıl inkar ediyorsunuz.
İki şey bizi çok etkiliyor. Birincisi, yediğimiz yemekler. İkincisi ise aldığımız uyku. Bunlar bizim kimyamızı etkilediği için biz de hayatımızda düzgün bir şekilde planlayamıyoruz. Dolayısıyla burada Allah‘ın ayetlerine şahit olduğumuz halde bu ayetlerde bildirdiği gibi yaşamanın nelere yol açtığına şahit oluyoruz.
“Kaç saat uyumalı?” sorusuna gelince de, bugün modern bilim 6 ve 8 saat arasında diyor. Ancak ben buna bu şekilde katılmıyorum. Çünkü Müzzemmil Suresinde Allah bize gecenin yarısında yahut yarısından biraz daha azında ayakta kal, diyor. Demekki geceyi tam olarak uyuyarak geçirmemek lazım. Çok uzun uykular aslında beyin hücrelerimizde şişme, büyüme yapıyor. Beynin kimyasal sistemi doğru bir şekilde çalışmıyor. Şu kadar saat uyumalı demeyelim fakat bir mümin olarak yatsı namazından belli bir süre sonra uyumak ve kalkabiliyorsak teheccüde kalkmak, kalkamıyorsak sabah namazına kalkmak ve daha sonra 1 saat ayakta durabilmek, ki beynimiz de rahatlasın, ve işrak vaktinen sonra uyumak. Bu sayede beyin yeniden yeni bir uykuya geçtiğini kabul ediyor.
Uyku konusunda kendini düzeltmek isteyen insan kendi ritmini bilecek ve yavaş yavaş kendisini düzeltmeye çalışacak. Bir anda, ben artık teheccüde kalkacağım diyerek teheccüde kalkmaya çalışırsa birkaç gün sonra tekrardan eski ritmine dönebilir. Onun için önemli olan yavaş yavaş insanın kendi kendisini düzeltmesi. Müzzemmil Suresinde, ki bu sure ikinci ya da üçüncü inzal olunan sure olarak bilinir, Allah, gecenin yarısı ya da daha azında uyu diyor. Demekki bütün gece uyumak bizim fıtratımıza, doğamıza çok uygun bir şey değil. Bu kadar Allah’ın ayetlerine şahit iken inatla inkar etmek demek sadece küfür etmek anlamına gelmiyor, o Allah‘ın ayetlerinden uzak bir şekilde yaşamak da aynı şeye geliyor.
Burada demek istiyor ki Allah, ey kitap ehli, hakka batıl elbisesi giydirip de bildiklerinizi, doğru olanları gizlemeyin. Gerçeğin üstünü örtmeyin. Kuran burada sürekli insanın aklına sesleniyor. Bir düşün diyor. Hakka batıl elbisesi giydirmek demek, hakkı gizlemek demek. Hakka batılı karıştırmak demek. Beyazla siyahı birbirine karıştırıp da grimsi bir renk ortaya koymak. İşte aslında bu şirkettir. Hakla batılın şirketidir. Hakla batıl ortaklaşa. Olabilir mi böyle bir şey, olamaz. Hak ile hakikatin karşıtı olan batıl bir araya gelemez, buna hakla batılın şirketi diyoruz. Bu şirketin içerisinde batıl yüzde kaç? İsterseniz batıda %5 verin, hak olana %95 verin. %95’i bal olan bir şeye %5 pislik atıyorsunuz. Canım ne olur ki, %95’e tertemiz bal, %5’e pis olsa ne olacak ki diye düşünemeyiz ki. Balın içerisinde zehir vardı, balın içerisinde pislik var deriz. Çünkü şirk pisliktir. (Tevbe Suresi-28: Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. …) Pislik ile temiz olanı birbirine karıştırırsak artık temiz olan da pis olmaya başlar. Üstelik çok daha korkunç bir hale gelir, hakikat de gizlenmeye başlar.
Hakkı değiştirmek, hakikati değiştirmek suçtur. Ama hakkı gizlemek ayrı bir suçtur.
Hakkı bozan insanlar aynı zamanda hakikati gizlemiş oluyorlar. Çünkü hak, hakikat olmaktan çıkmış oluyor. Bir şeyin aslını özünü kaybediyorsunuz. Hakkı bilmek, hakkı söylemek o kadar önemli ki, eğer bildiğimiz hakikati iletmiyorsak o zaman biz gizlediğimizin de suçuna ortak olmuş oluyoruz. Hele hele, bile bile hakka batılı giydirmek zulmetmek demektir.
Bu ayette özellikle Peygamber Efendimiz’in nübüvvetini gizliyorlardı. Gelecek peygamberin kim olduğunu biliyorlardı, ama özellikle bunu gizliyorlardı. Şimdi de bunun başka bir dönemini yaşıyoruz.
Modern dönemde insanlar bilim ile hakikatin üstünü kapıyorlar.
Biz fark etmeden, bilim böyle söylüyorsa böyledir, diyebiliyoruz. Bilim dün başka bir şey söylüyordu, bugün başka bir şey söylüyor. Bilim zaten yenilenebilir bir şeydir. Değişkenliği olan bir şeydir.
Allah’ın bizi muhatap alıp da bizi yarattığı bu kainatta nasıl yaşayacağımızı da önümüze koyması bizim için bir ikramı ilahidir.
Sosyal medya ile her şeyin ortaya konduğu bir dünyada eylemeyenlerin eyleyenler olduğunu gördüğümüz, anlamından koparmaya başladığımız bir dünyada Platon diyor ya bu konuda,
İnsanın kendisini yenmesi en büyük zaferdir.
Bu modern dünya hep içgüdülere sesleniyor. Şunu karıştırıyoruz aslında; arzu mu, ihtiyaç mı. İçgüdülerimizin sürekli sosyal medya ile harekete geçirildiği dünyamızda isteklerimiz arzun mu yoksa ihtiyaç mı çok fazla karar veremez olduk. Önümüze bir şey çıkıyor, bunun bizim ihtiyacımız olup olmadığına karar veremiyoruz. İstiyoruz ve olsun diyoruz, aynı çocuklar gibi.
Alman bir psikoloğun dediği gibi,
İnsanlar Allah‘ın emirlerindeki hikmeti görmek için bekledikleri zaman, hikmeti yaşamadan sonucu görmüş oluyorlar.
Bilim her zaman hakikati açıklamakta yeterli olmayabilir. Çünkü kâinatın bütünü ve parçaları Allah’a aittir. Biz ancak parçaları görebiliyoruz. Kâinatın bütününe hakim olan sadece kudreti ilahidir. Dolayısıyla burada şunu unutmamak lazım, biz bildiğimiz hakikati iletmemiz gerekiyor. Ve bildiğimiz hakikati de aynı zamanda üzerine kendi arzularımızla kapatmamamız gerekiyor. Arzu mudur yoksa ihtiyaç mıdır, bunun kararına varmak lazım. Çünkü arzuların sınırları yoktur, ihtiyaçların ise sınırları vardır. İhtiyaç, arzu tarafına geçtiği an artık ihtiyaç olmaktan çıkmaya başlar. Giyeceğiniz kışlık kıyafet hepimizin ihtiyacıdır. Ancak üçüncü kıyafetten sonra ihtiyaç mıdır arzu mudur buna bakmak lazım. Tabii ki kapitalist sisteme baktığımız zaman sistem sizi sürekli almayı dayatıyor. Şu çok önemli,-gibi olmak değil, olmak çok önemli. Birileri gibi olmak zorunda değiliz. Önemli olan olmamız. Bize sunulan tüketime endeksli bu dünyada, fark etmeden bizi de nesli haline getirmeye çalışıyorlar.
Yediğimiz yiyecekleri bile, ne kadar tüketiyorsunuz diyor sistem. İhtiyacımız olan her besin tüketim değildir. O bize verilen enerjidir, bir üretimdir, tüketim değildir.
Dolayısıyla, Kâinattaki hiçbir şey tüketime odaklı değildir. Her şey üretime yöneliktir. Her şey üretilerek yerine konur. Biz burada buna dikkat etmemiz lazım. Allah‘ın hakikat diye ortaya koyduğu her mesaj kendi çağına göre zihinleri şekillendirir. Aynı zamanda da insanın fıtratından uzaklaşmadan yaşamayı insana öğretir. Hakikat tabanlı yaşam budur. Batıl ise yok olmaya mahkûmdur. İnsanı kendinden uzaklaştıran sistematik bir sapmadır.
72. Ehl-i Kitap ’dan bir grup şöyle dedi: “İman edenlere indirilen(!) şeylere; günün başında iman edi(yormuş gibi yapı)n, günün sonunda da inkâr edin. Belki onlar da dönerler.”
73. “Ayrıca, kendi dininize uyanlardan başkasına iman edip peşinden gitmeyin!..” De ki: Doğru yol, Allah’ın yoludur. Birine size verilenin bir benzeri verildi diye mi ya da (Müslümanlar) Rabbinizin katında aleyhinize kanıt gösterecekleri için mi (Kur’ân’a iman etmiyorsunuz)?! De ki: Şüphesiz, lütuf Allah’ın elinde; onu dilediğine veriyor. Allah; (lütfuyla, varlığıyla; kısaca her şeyi ile) geniştir, ‘mutlak ilim sahibi’dir (Vâsi‘, Alîm).
74. Rahmetini dilediğine tahsis ediyor. Allah büyük lütuf sahibidir.
Bu ayette şundan bahsediyor, ehli kitaptan bir kısmı şöyle diyorlar, günün başında iman edenlere vahyedilenlere inandığınızı söyleyin diyorlar. Yani bir taktik geliştiriyorlar. Sonra da iman etmediğinizi söyleyin. Bu bir taktik. Önce kabul ettikleri şeklinde davranacaklarını daha sonra da, baktık olmadı diyeceklerini söylüyor. İmam Râzî’nin Tefsiri Kebir’inde El Esam’dan naklettiği şöyle bir rivayet var. Günün başında indirilenlerden kasıt, Yahudilerin kitabındaki bir takım gerçekleri doğrulayan ayetleri tasdik ediyorlar. Ama Tevrat’taki bilgileri doğrulamayan ya da onları yalanlayan ayetleri de, işte bunlar yalan diyorlar. Ölçüsü Allah olmayınca da kendi düşüncelerine göre davranıyorlar. Günün başında indirilenlere iman ettiğinizi söyleyen sonunda da inkar edin. O zaman şöyle bir izlenim oluyor, karşı taraf mantıklı, entelektüel bir adam, gitmiş araştırmış ve sonra da inkar etmiş. Demekki doğruyla yanlışı çok güzel ayırt etmiş, demekki ben buna uyuyabilirim diyor. Aslında şuna bakmak lazım. İnsanın Allah’a olan sadakatine bakmak lazım. Problem, Allah’ın kelamını tastik edip etmemededir. Allah’tan gelen bu vahyi mi insan inkar ediyor. Burada şunu anlıyoruz ki orada insanlar kandırmak için bir taktik geliştiriyorlar.
“Müslimûn” kelimesinden de bahsetmiştik ya, Allah dediyse doğrudur diyen, Allah’a teslim olan, kişi iman ile olaylara bakar. İmanla baktığı zaman her şeye farklı anlar, İmanla bakmadığı zaman ise farklı anlar. Diyor ya Allah, hidayet muttakiler içindir. İmanlı gözle bakan olayı farklı algılar.
Mustafa Ulusoy hocanın getirdiği bir model var, beş duyu modeli. Diyor ki, ailenizle ya da okulda her hafta duyu modeli yapın. Bir hafta görme haftası yapın diyor. Alın bir elmayı uzun uzun rengine bakın diyor. Bir hafta koku üzerine yoğunlaşın. 50.000 koku reseptörümüz varmış. Sebzeleri koklayın, çiçekleri koklayın. Hepsinin ne kadar farklı olduğunu görün. Bir hafta seslere odaklanın diyor. Bir hafta ellerinizle dokunun hepsine bir de bir haftada hepsinin tadına bakın. 5 duyu modeli ile insan aslında Allah‘ın yarattıkları ile arasında bir bağ oluşturmuş oluyor. O bağa iman ile bakan başka bakıyor, imandan uzak bakan ise tabiatın ürünü olarak görüyor.
Allah‘ın vermiş olduğu nimetlere ücret karşıda alabilmiş oluyoruz ama ücret karşılığında almış olduğumuz şey aslında Allah‘ın yaratmış olduğu şeyi getirme ücretini biz veriyoruz. Yoksa hiç kimse yaratmıyor. Allah yaratıyor. Orada insanların taktikler kullanarak insanları yollarından vazgeçireceklerini düşünüyorlar ki maalesef bunlar sosyal medya ile de yapılabiliyor, sonunda dönmelerini beklerler ve bunları müminlerin imanından döndürmek için yaparlar. Burada niyetin kötülüğünü anlarız. Niyet çok önemlidir. Yedi yaşına kadar bir insan niyeti çok anlamaz. Çocuklara soruyorlar, annesine yardım etmek için on tane tabak taşıyan bir çocuk tabakları düşürmüş kırmış, ve bir de hırsızlık yaparken bir tane tabağa düşüp kıran adam var. Bunlardan hangisi daha suçlu diye soruyorlar yedi yaşın altındaki çocuklara. Çocuklar on tane tabağı karanlığın suçlu olduğunu düşünüyor. Oradaki niyeti anlayamıyorlar. Niyet kavramı davranışların çok çok üzerinde bir şeydir. Burada bu taktik ile aslında niyetteki küfrü görmüş oluyoruz.
71. ayete baktığımız zaman, sizin dininize uymayan kişiye asla uyumayın diyorlar. İşte burada bir problem var. Bugün de bu problem devam ediyor. Müslüman olanlarda da var. Kendi zihninde çizdiği bir İslam imajı var. Burada taassuptanbahsediyor. Taassup bir bakış açısından bahsediyor. Kendi şablonuna, kendi meşrebine, kendi mezhebine uyan, kendi ekolüne uyanların dışındakileri doğrudan dışlama durumundan bahsediyor. Onu hemen tekfir etmek. Onu kabul etmemek. Allah diyor ki, gerçek hidayet Allah‘ın rehberidir. Kimse bir şey diyemez ki, Kuranın en zor tercüme edilen ayetlerden biridir, size verilenlerden bir tanesinin başkasına verilmesi hoşunuza gitmeyebilir.
Burada şovenist, ırkçı bir durumdan bahsediyor. Yahudilere baktığımız zaman milli bir peygamberden bahsediyor. Milli bir kitap, milli bir imandan bahsediyor. Bizden çıkmamış ise, en iyisi olsa bile işe yaramaz olarak kabul ediliyor. Bizde de vardır ya, bizim memleketten olsun, çamurdan olsun. Böyle bir mantıkdan bahsediyor. Böyle yanlış bir mantık var. Mekke müşrikleri arasında ki bir lider var, Şems kabilesinin liderlerinden. Peygamber Efendimize büyük dedesinin kolundan akraba. Büyük dedesi ile bu adamın dedesi kardeş. Burada bakıyoruz ki önemli olan mensubiyettir diyor. Böyle bir kişi imana da yaklaşamıyor. Müseylemetül Kezzab diye biri var, yalancı peygamberlik iddia eden. Müseylemetül Kezzab da onun adamlarından biri. Taberi de geçen bir rivayet var. Beni Haniften bir adam diyor ki Müseylemetül Kezzab’a, sen peygamberliğini ilan etmişsin doğru mu diyor. Müseylemetül Kezzab da evet ben peygamberim diyor. Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resuluh diyor. Yani ben Hazreti Muhammet’in peygamber olduğuna şahitim diyor. Ve eşhedü enneke kezzebun, Yani, sen de yalan söylüyorsun, diyor. Müseyleme önüne geleni kesen bir adam, kolay bir adam değil. Beni Hanifteki bu adam Peygamber Efendimizin (SAV) peygamber olduğunu biliyor, sadık peygamber olduğunu biliyor, Müseylemenin de sahtekar olduğunu biliyor ama diyor ki Beni Hanife’nin yalancısı Kureyş’in doğrusundan daha evladır, senin arkanda savaşacağım diyor. Ve onun arkasında da savaşıp ölüyor. Bu işte kör taassuptur.
Lütüf Allah‘ın elindedir ve Allah dilediğine verir. 74. ayette de diyor ki, Allah rahmeti dilediğine bağışlar, nübüvveti istediğine bağışlar diyor. Ve Allah muazzam bir lütuf sahibidir. İnsanlar istemiyor diye istediğini seçemeyecek mi. İstememe sebeplerinin zaten haset olduğunu söylüyor Kuran. Şunu da anlıyoruz, insan bu kadar mı insan Rabbine itimat etmez. Bu nasıl bir imandır?
Yorumlar
Yorum Gönder