Bakara Suresi 283-286. ayetler - ÂMENERRASÛLÜ - ( Keşşâf Tefsiri p. 1456-1463)


 283. Şayet seferde olur da k tip bulamazsanız, alınan bir ipotek de yeter. Birbirinize güvenir (ve buna ihtiyaç hissetmez)seniz, güvenilen kimse, Rabbi olan Allah’tan korksun da borcunu  desin. Bir de şahitliği gizlemeyin. Her kim onu gizlerse, onun kalbi günahkârdır. Yaptıklarınızı Allah biliyor!

  • وَاِنْ كُنْتُمْ عَلٰى سَفَرٍ وَلَمْ تَجِدُوا كَاتِباً فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌؕ فَاِنْ اَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضاً فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ اَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللّٰهَ رَبَّهُؕ وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَؕ وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَاِنَّهُٓ اٰثِمٌ قَلْبُهُؕ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلٖيمٌࣖ 
    ﴿٢٨٣﴾

283. ayette kalbin günah işlediği ile ilgili bir ayet göreceksiniz. Ayette sözleşmeden bahsediyor, yalancı şahitlik yapmamaktan bahsediyor. Ve sonra ayet diyor ki, “Kalbi artık günahkâr haldedir” diyor. Ayet bize diyor ki herhangi bir günah anlayışı kalpte süreklilik arz ettiği zaman, kalp günahkâr olur diyor.

Bu bakara 283. ayeti unutmayalım. Kalpten geçenler için günah yok diyoruz ya birilerini rahatlatmak için, eğer kalpten geçen günah ile alakalı birilerine kötülük yapmakla alakalı geçirdiğimiz duygu, süreklilik arz ediyorsa o günahtır. Kalbi günahkâr haline getirir. Demekki kalbin de günah işlemesi var. 

Kalp nasıl günahkâr olur olur. Aynanın salçasının dökülüp kişinin hakikati görememesi halidir. Kalbin günahkâr olması demek, kalp artık sevmeyi bilmez, bir taştan da katı bir yüreğe dönüşür. Öyle katılaşır ki sevmeyi bilmez. Merhamet etmeyi bilmez. O beden ülkemizin başkenti, şeytanın eline geçmiştir. Kalp insanı günaha sürükleyecek eylemleri kendisinde depolar. İnsanın iç alemindeki vesveseleri büyütmeye başlar, hakikaten insanı uzaklaştırmaya başlar. Efendimiz (SAV) buyuruyor ya, 

“Vücutta öyle bir organ vardır ki o iyi olursa bütün beden iyi olur. O bozulursa tüm beden bozulur. O kalptir”

diyor. Eğer ki kalp, bedenin iradecisi olan kalp, iyi olursa tüm beden iyi olur. O kalp bozulursa bütün beden bozuk olur. Nasıl olur? Bedenimizin başkentinin iktidarı kimdeyse duygularımız, vücut ona göre yönlenir. Beden ülkesinin taşrası olan el, ayak, dil, kulak bu iktidarın emrine amadedir. İnsan kalbi ile bakar. İnsan kalbi ile hisseder, anlamaya çalışır. 225. ayette dediği gibi 

“Allah sizin yaptığınız boş yeminlerden dolayı sorguya çekmez ama kalplerinizden dolayı sorguya çeker.”

Unutmayalım, Bakara 225 ve 283. ayet bize çok net bir biçimde söylüyor, Allah insanı kalbindekilerden dolayı hesaba çeker. Demek ki kalbimizdekilerden dolayı hesaba çekileceğiz. Kalpten bir kere şey geldi geçti, ya da ikinci kere geldi geçti, bundan bahsetmiyoruz. Günahın kalpte yer edinmesinden bahsediyoruz

Yanlış eylemlerin, Allah‘ın haram kıldıklarının kalpte yer edinmesi, kalbi bir günahkar haline getirir. Artık o kalp, cenneti taşımaz. O kalbin içerisindeki cennet cehenneme dönüşür. O kalp merhameti bilmez. O kalp güzellikleri göremez olur. 

Demek ki kalp çok önemli bir merkez. Nükleer santral gibi önemli bir merkez. Orada ürettiğimiz o güç bu ailemi cennet etmeye de muktedir, cehennem etmeye de.

Bakara 225 ve 283. ayeti bir araya getirip bir konu üzerinde durmuş oluyoruz. Demek ki kalp günahkâr hale gelebiliyor. Kalpten geçirdiklerimizden de sorumluyuz demek ki. Kalbimizde neyi biriktiriyorsak o biriktirdiklerimizden bir sorumluluğumuz olduğunu unutmayalım

Kalp strese girince duygular da strese giriyor. Demek ki strese girince o kaygı ve o korku bizi rahatsız etmeye başlıyor ve kalbimiz olumsuzluk üretmeye başlıyor. O duygu bizim canımızı sıkmaya başlıyor. 

Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor, bir insana sinirlendiniz zaman kalbimizde ona karşı olumsuzluklar hissediyoruz. Olumsuzluklar hissedince, ona hissettiğimiz olumsuz duyguya göre dilimiz de öfkeleniyor, onun dediklerini de öfke ile dinliyoruz, onun eylemlerine öfkeyle bakıyoruz. Çünkü kalp ona karşı kızgın. Ne yapalım diyeceksiniz? Hiçbir İnsana bu kadar öfkeye değmezSahabe de ya da Efendimizin hayatında da bir insana karşı öfkeyle dolma yok. Duyguyu değiştirme varBugün psikolojide de bunu söylüyorlar. Kalbi öfkeyle doldurmak yerine kalbin perspektifini değiştirip duygusunu değiştirebiliyorsak biz orada bedenimizi rahatlatıyormuşuz. Abdullah İbni Mesut, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Kabe’de kim ilk ayeti okur dediği zaman, boyu kısa ve zayıf biri, okumak için parmağını kaldırdığında onu okuyamayacağını söylüyorlar. Sana müşrikler bir şey yaparsa kaldıramazsın diyorlar. Güneşli bir günde Abdullah İbni Mesut Rahman Suresini okumaya başlıyor Kabe’nin orada, kalbi katılaşan müşrikler ona tepki veriyor.

Kalbin günah işlemesi demek, o bedenin başkenti olan kalbin kötü duygular tarafından ele geçirilmesi demek. Şeytani dürtüler tarafından, iç güdüler tarafından ele geçirilmesi demek.  Kalpte eğer birine karşı öfke varsa, ona kızdığımız yerden dinliyoruz. Belki de en doğru sözü söylüyor, biz ona kızgın olduğumuz için biz onu duyamıyoruz. Ya da ona kızgınsak, ona öfke ile baktığımız için yaptığı her şeyi yanlış görüyoruz.  

Burada Abdullah İbni Mesut, Kabe’nin önünde Rahman Suresini okuduğu zaman, müşrikler ona saldırıyor. Yarı baygın bir vaziyette geliyor. Arkadaşları da ona diyor ki, Ya Abdullah, biz bundan korktuk işte, diyor. Diyor ki, “ben onları bugünkü kadar aciz görmemiştim.” Bize çok büyük bir eğitim veriyor. Duyguyu değiştirdi Abdullah İbni Mesut ve öfkesi yatıştı. Daha sağlıklı düşünmeye başladı. O duygu da şunu diyebilirdi, ben öyle bir şey yaşasaydım o kadar sakin kalamazdım. Çok kötü hissederdim. Bunlar anlayışsız insanlar derdim. Duyguyu değiştirdiğiniz zaman öfkenizin kontrolü sizde de oluyor. Abdullah İbni Mesut bize muhteşem bir şey öğretiyor. O kadar büyük bir zülüm gördüğü halde, onları bugünkü kadar aciz görmemiştim diyor. Bir önceki durumda onlara öfkeniz çok yüksektir. Dövmüşler, olabilecek en büyük hakaretleri yapmışlar. Duyguyu değiştiriyor. Ve onlara acıyor. Eğer çok kızdığınız bir insan, ona kızmak yerine diyelim ki, ne yapsın ki anlayışı bu kadar. Genel kültürü bu kadar deyin. Demek ki biz ne kadar duyguyu değiştirebiliyorsak, öfke duygumuz da değişiyor. Demek ki birilerine çok kısabiliriz ama burada şunu öğrendik, kalbi günahkâr yapmak yerine kalbi itaatkar yatmak en güzeli. 

Allah’a itaatli olan bir kalp öfkesinin hakimiyetine girmez. Öfkesinin mahkûmu olmaz. Öfkesine kendisi hâkim olur. 

Demek ki yapacağımız birinci şey, bir olay yaşadık, çok öfkeli hissettiğimiz kişiye karşı o anda duygumuza bakarak o duyguyu değiştirebiliyorsak, o duyguyu değiştirme becerimiz kullanabiliyorsak olaya daha farklı boyuttan bakarız. O zaman olayın içine gömülüp kalmayız. 

İkinci mesele ise;

Biz kalbimizi bozdukça kaygımız, korkumuz, kötü hissetmelerimiz bizi hasta ediyor. Efendimiz yine şöyle buyurduğu her bir hadisinde. 

“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet günahtan vazgeçer, istiğfâr ve tevbe ederse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar hatalara yönelirse siyah nokta artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar.”

(Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29)

O yüzden dinlemek lazım. Baş gözü ve kulak ile duyduklarımızla beynimizi ve kalbimizi besliyoruz. Gözümüz ve kalbi kulaklarımızla zihnimizi ve kalbimizi besliyoruz. Güzel şeyler, manevi olgular, farklı düşünceler, mülahazalar gördüğümüz zaman zihnimiz onlarla besleniyor, kalbimiz onlarla besleniyor. Ama biz haram, yersiz, dedikodu, olabilecek Allah‘ın razı olmadığı, haram kıldığı eylemleri yaptığımız zaman da zihnimiz ve kalbimiz onlarla besleniyor. Kalbin iki kazancı var. Ya olumlu kazancı var, ya da olumsuz kazancı var. Kalbin olumlu kazancının olması için hayırlı şeyler duymak lazım, hayırlı şeyler görmek lazım, hayrın peşine düşmek lazım. Kalbi olumsuz bir duygu geldiği zaman o duyguyu değiştirebilecek beceriler geliştirmemiz lazım. Kendimizi olumsuz duyguya kitlendiğimiz zaman, etrafında olumlu olan hiçbir şeyi göremez hale geliyoruz. Daha çok geriliyoruz. Daha çok üzülüyoruz. Kaygılanıyoruz ve bu kaygı bugünlük bir kaygı olmuyor. Belki beş sene sonrası için bile büyük kaygılar taşıyoruz, ne olup bitecek diye. Halbuki kimse yarından emin olamaz. Dolayısıyla, 225 ve 283. ayetler bize çok net bir şey söylüyor. Kalp günahkâr olabiliyor demek ki. Kalpte bir konuda olumsuzlukları beslediği zaman kalp günahkâr bir hale geliyor. Kalp günahkâr oldukça da bedeni günah işleyecek eylemlere doğru sürüklüyor. Aynı zamanda artık o kalp özlemeyen, merhamet etmeyen, sevemeyen, kendinden başkasını düşünemeyen koskoca bir ego haline geliyor. Koskoca bir taş kümesi haline geliyor. Nasıl ki kalbin manevi anlamdaki damarlarını beslemek lazım. Manevi anlamdaki damarları da beslemek için zihnen ve kalben gözlerimizi ve kulaklarımızı güzelliklerle donatmamız gerekiyor. Diyor ya Mevlana, bataklıktan başka bir şey görmeyen, bataklığı dünyanın sarayı kabul edebilir. Bir sinek örneği veriyor orada. Saman çöpünün üzerinde bir sinek vardır, ne güzel bir sarayda yaşıyorum, bundan daha güzel olmaz diyor. Artık bataklığı bile saray olarak gören bir hale gelir. 

Zaten ondan sonraki ayette diyor ya 

284. Göklerde ve yerde ne varsa tamamı Allah’ındır. Dolayısıyla, siz içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi ondan dolayı hesaba çekecek; sonra dilediğini bağışlayıp dilediğine de azap edecektir. Allah her şeye kadirdir.

285. Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti. Mü’minler de... Hepsi de; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine iman ettiler (ve dediler ki:) Biz O’nun elçilerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. İşittik, itaat ettik. Affını dileriz ya Rabbi! Yalnızca Sanadır çünkü nihai dönüş...

285. ayet. Bizim Amenerrasulü diye okuduğumuz ayetler. Bakara Suresinden bir Ayet-el Kürsi bir de Amenerrasulü çok okunur. Efendimizin de tavsiyeleri vardır.

Burada aslında Amenerrasulü her okuyuşta biz iman tazelemiş oluyoruz. Yani Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerin arasını açmadan hepsine inandığımızı beyan etmiş oluruz. Ve orada deriz ki, ya Rab, duyuyoruz, işimize geleni değil duyduğumuza İtaat ediyoruz, deriz. Sahabe bu ayeti duyunca, 

Ya Resulallah Namazla emrolunduk, kıldık. Oruçla emrolunduk tuttuk, Zekatla emrolunduk verdik, cihatla emrolunduk canımızı esirgemedik. Ama bu ayet; İçimizden geçenlerden hesaba çekileceğimizi söylüyor. İçimizden öyle şeyler geçer ki bazen, dünyanın malını bağışlasanız kimse kalbine öyle bir şey koymak istemez. Ama elimizde olmadan onlar geçer. Dediler. Resulallah;

– Siz sizden öncekiler gibi semi’nâ ve aseyna İşittik ve isyan ettik mi diyorsunuz? Diye sorar. İşittik ve isyan ettik mi diyorsunuz? Onlar ağlamaktadırlar. Çünkü ayeti ciddiye almaktadırlar. Çünkü Kur’an ı ciddiye almaktadırlar. Çünkü Allah’ın kendileriyle konuşmasını ciddiye almaktadırlar. Onlar ayet karşısında kör ve sağır davranmazlar. Allah sizin hesaba çekecek diyor ayet. Bu hakikaten içinizde gizleseniz de gizlemeseniz de Allah onunla sizi hesaba çekecek diyor. Kalpleri sızlıyor. Onun için de bu ayeti nasıl yaşayacağız diye düşünürler. Bu ayeti onun içinde indiğinde evlerinden cenaze çıkmış gibi geldiler ve Resulallah’a böyle dediler. Resulallah ise onlara şunu teklif etti.

– Böyle demeyin, deyin ki; semi’nâ ve eta’nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileykel masıyr; İşittik Ya Rabbi, itaat ettik ya Rabbi, bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz dönüş sanadır, varış sanadır deyin..! Buyurdu.

Onlar bu sözü tekrar ederlerken işte bu söz ayete dönüşerek göklerin derinlerinden yeryüzüne indi. 

Sonra 284. ayette Allah açıkta ve gizli olanları bilir ve bu konuda kullarını hesaba çekeceğini öğrendik. Sahabe de bu ayetten sonra gelip, ama içimizden geçenlerden hesaba çekileceğimizi söylüyor bu ayet. Ne yaparız diye soruyorlar. Efendimiz de diyor ki sizden öncekiler gibi işittik ve isyan ettik mi diyorsunuz diyor. Böyle demeyin. Semiğna ve ata’na gufraneke Rabbena ve ileykelmasir deyin diyor. 

İtaat, kelime manası, kalpten uymak demektir.

Amenerrasulü isimli iki ayet biz iman tazeletir. O yüzden yatsıdan sonra okunur. Peygamber ve müminler, Allah‘ın varlığına, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine hepsine iman ettik ve gönülden itaat ederiz diyor. Çünkü eminiz ki o görüyor, biliyor. Dönüşümüzün O’na olduğunu biliriz. Demek ki Amenerresulü‘yü okumak şehadettir. İman tazelemektir. Öyle bir şahadet ki amentüyü okuma bazından bir şehadettir. Sonrasında da Allah diyor ki Allah insana kapasitesinin üzerinde teklif yapmaz, onu mükellef tutmaz diyor.

286. Allah, herkesi sadece gücünün yeteceği kadarıyla mükellef kılar; herkesin kazandığı kendi lehine, işlediği kendi aleyhinedir. Ya Rabbi! Unuttuysak veya yanıldıysak, bizi sorumlu tutma. Ya Rabbi! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük (emir-yasak) yükleme. Ya Rabbi! Gücümüzün yetmeyeceği bir şeyi (felaket/azap) bize taşıtma. Affet bizi, bağışla bizi, acı bize. Sen bizim ‘mevla’mızsın (bize sahip çıkarsın); o halde, (canımıza kasteden şu) inkârcı nankör kavme karşı bize yardım et.




Isr, taşıyıcısını olduğu yere çakıp kaldıracak bir yük. Hareket etmesine izin vermeyen yük.

Burada şunu anlıyoruz, kendimize de bir eğitim veriyoruz. Evet o zaman psikolojik olarak kötü bir şey yaşamış olabiliriz, farklı bir şey yaşanmış olabilir. Allah kimseyi kapasitesinin üzerinde mükellef tutmaz. Kapasitemizin üzerinde bir namaz vermemiştir. Kapasitemizin üzerinde bir zekat durumu vermemiştir. Ondan sonra da herkesin kendi kazandığı kendinedir, alacağı karşılık da kendinedir. 

Burayı açıklamak istiyorum. Allah burada bir müjde veriyor, Allah kaldıramayacağından insanı mükellef tutmaz. Burada da herkese kendi yaptığı iyilik kendi lehine, işlediği kötülük de kendi aleyhine

Ragıp el–İsfahani der ki; Birinci cümlede geçen kesb ile İkinci cümlede geçen iktisab farklı farklı anlamlara gelir. Kesb; İnsanın hem kendisinin kazandıkları, hem de başkasının kazandığına vesile olduklarıdır der. Yani vesile olduğunuz iyilikler de sizin kazandığınız gibi lehinize yazılıyor. Ama İktisap ise der, İnsanın sadece kendisinin kazandığı, kendisinin yaptığı kötülüklerdir der. Yani kötülüklerde bir sınır var, aleyhinize olan kötülüklerde. İyiliklerde ise bir sınırsızlık var.

 

Başkasına vesile olduğumuz iyilikler bile biz yapmış gibi yazılıyor.

Ya Rab sen bana taşıyabileceğinden fazlasını yüklemezsin. Ben buna iman ettim. Hem insanın kendi kazandıkları hem de başkasının kazanmasına vesile oldukları birer ikram. İnsanın sadece yapmış olduğu kötülüklerde, orada bir sınır var. Demek ki iyiliklerde sınırsızlık görüyoruz. Kötülüklerde ise bir sınır var. Yani başkasına vesile olduğumuz iyilikler biz yapmış gibi olacak diyor. Bir müjde veriyor. Bunların hepsi bir kazanç. O yüzden birileri bir şey yaptığı zaman çok üzülmeye gerek yok. Herkesin kendi kitabıdır, istediği gibi yazar. Hepimiz kendi kitabımızı yazıyoruz. 

Allah insanları zora sokmaz. Güçlerine son sınırına kadar zorlamaz. Sıkıntıya sokmaz. Meşakkat vermez. Biz biliyoruz ki, Allah‘ın dini kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye kudreti olmadığından değil sırf onun fazlı kereminden ve rahmetindendir. İstediği kadar verebilir. Ama rahmetinden veriyor Allah. Yani bize görevler vermiştir. Ama o görevler bizim gücümüzden fazla değildir. Güç daha fazladır. Malı olmayan insan zekatla mükellef olmadığı gibi, hastalığı olan bir kişi oruçla mükellef değildir. Velhasıl, Allah’ın bu koymuş olduğu hikmetli esaslar, anlıyoruz ki yüklenecek insanın kapasitesi ile orantılıdır. 

Elmalılı diyor ki, 

Herkesin kesbettiği (kazandığı) kendi lehine (çıkarına), iktisap ettiği de kendi aleyhine (zararına)dir. Kesp ve iktisap lügatte, Kur'ân'da bir ve aynı mânâya kullanıldığı gibi, farklı olarak da kullanılmıştır. Kamusta dahi gösterildiği üzere, evvela kesib, iktisab, tekasüb, rızık aramaktır; yani faydalanacak, hazz alacak bir şey istemek ve aramaktır ki, bulmak ve ele geçirmiş olmak şart değildir. İrade-i cüz'iyye, bir güç sarfetmek demektir. Türkçesi çalışmak, çaba harcamak demek olur. Kesp ile iktisabın farkı olmayınca birinin lehe, öbürünün aleyhe olması ancak ilgi alanlarından kaynaklanabilir. 

Allah‘ın nehiy ettiklerinden de şer olanlardan uzak olmaktır diyor âlimler. Yani anlıyoruz ki burada mutlak anlamda bir gayret olduğunu görüyoruz.Kesb kazandırmak anlamına geliyor. Başkalarının kazanmasına vesile olmamız da aynı zamanda bize bir hayır gelmesi anlamına gelmiş oluyor

Elmalılı bu konuda birkaç hikmet saymış. 

1-    Her nefsin istediği, yaptığı iyilik, kendi lehine, kendi iyiliğine, kendi yararınadır. Sonunda da sevabı ancak kendisinin olacaktır. Aksine yaptığı kötülük, yüklendiği vebal de yine kendi aleyhine, kendi zararınadır. Sonuçta o yaptığının azabı kendisine aittir. "Kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir, kim bir kötülük işlerse kendi aleyhinedir". (Fussilet, 41/46)

2-     "Her nefsin kazandığı, yani yolunca isteyip elde ettiği kendi yararına, aksine veya körü körüne çalışıp boğuştuğu da kendi zararınadır". Bundan dolayı kapasiteye göre teklif, o faydayı elde etmeye ve bu zararı def'etmeye ilişkin hikmete dayanmaktadır. Zira teklif olmazsa insan atıl ve tembel olur. Teklif kapasiteye göre olmazsa o zaman da çabalar, boğuşur durur, bir şey elde edemez. Her ikisi de zararlı olur. Bir de Allah kapasiteye göre sorumluluk vermemiş olsa, hayra ve nimete varmak için; ya yol göstermemiş, ya da yolun ne olduğunu belirlememiş olurdu. O zaman insanlar boş durmak istemedikleri takdirde, yanlış yollara sapmış veya boşu boşuna uğraşıp didişme durumunda kalmış olurlardı. Takattan fazla teklif yapsa ona takat yetişmez ve kazanç olmaz ve çabalar boşa giderdi. Her iki halde de Allah kullarının hayrını istememiş, zararlarını istemiş olurdu ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın merhametine aykırıdır.

Modern dünyada her şey konforlu, sorumluluklar azaldıkça kapasitemizi daraltmaya başlıyoruz. Allah kapasiteye göre sorumluluk vermemiş olsaydı hayra ve nimete varmak için yol göstermemiş, ya da yolu belirlememiş olurdu. Kişiler gerektiği gibi çalışamazlardı. Demekki birincisi, her nefsin istediği iyilik kendi lehine, ikincisi, her nefsin elde ettiği kendi yararına, aksine  körükörüne çalışıp kazandığı da kendi zararına.

3-    "Her nefsin hem kendisi, hem başkaları için kazanıp elde ettiği sırf kendi lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her halükârda sahibinindir. Bunun aksine şehvet ve hırsına mahkûm olarak ve yenik düşerek 'ben, ben' diye yalnızca kendisi için kazandığı da zararınadır." Zira o tek başına yaşayamaz. Kazanmak için başkalarının varlığına muhtaçtır. Bundan dolayı Allah'ın teklifi, bu faydaları sağlamak ve o zararı önlemek içindir. Bunda bencillikle diğergamlığın güzel bir ayırımı vardır.

4-    "İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir . Ona hak ve menfaat sağlar. Fakat başkasının kazancıyla yaşaması, başkasının sırtından geçinmesi de aleyhinedir". Görev borç sayılır, fakat borçlu açısından yenilgiyi ve ezikliği gerektirir. Veren el, alan elden hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin kapasiteye göre olmasında mükellefi, el açmaya muhtaç olmaktan korumak ve onun haklarını savunmak anlamı vardır. Bunun için yüce Allah, hayır yollarına infakı, alışve-rişte sağlamcı ve gerçekçi olmayı teklif etmiş, dilenmekten, ribâdan ve saldırganlıktan nehyetmiştir.

Sonra bize bir dua öğretiyor. Deyin ki Ya Rab yanılır, unuturuz, bizi bunlardan dolayı sorguya çekme.

Elmalılı diyor ki,

Unutma ve hata iki türlüdür: Birisi sahibi mazur görülebilir cinstendir ki, bunda sahibi mazur görülebilir, diğerinde görülmez. Mesela bir kimse üzerinde bir pislik görse de bunu temizlemeyi geciktirse, sonra unutup namaz kılsa, mazur olmaz. O pisliği görür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş olur, lakin görmezse mazurdur. Yine bunun gibi, bir kimse bir ava tüfekle ateş etse de bir insan vursa, orada insan bulunabileceğini ve bulunduğu takdirde ona isabet edip etmiyeceğini hesaba katmamış ve bu hususta gerekli önlemlere riayet etmemiş ise mazur olmaz. Yine aynı şekilde insan dinî emirleri ve şer'î görevleri bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için tekrar tekrar mütalaa eylemez de unutursa, böyle bir unutmadan dolayı mazur olmaz

Mesela düşünün, evinizin camından bahçedeki çiçeklere su döküyorsunuz. Ama oradan insanlar geçeceğini bildiğiniz halde suluyorsunuz. O zaman bu iyilik, iyilik değildir. Oradan insanların geçme olasılığı varsa bu mazur karşılanamaz. 

Aynı şekilde Allah‘ın vermiş olduğu emirleri belirlemeye çalışmaz ve netleştiremezsek zihnimizde, onları unutmamak için kendimizi hatırlatmasak, namaz geçiyor kalk kıl gibi, okuman gerekenler var, oruç tutman gerekiyor gibi, kişi bu unutmadan mazur olmaz. Anlıyoruz ki mazur olması için kişinin unutması için, geciktirmemesi gerekiyor, onu ertelememesi gerekiyor. 

Ey Rabbimiz bize bizden önceki ümmetlere yüklediğin gibi ağıt yük yükleme. Elmalılı şöyle izah eder bu kısmı;

Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme. Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli buyruklar, katı kanun ve kurallar ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini meshederek (suretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.

İSR : Lügatte esas anlamı esaret ve hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır misaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere, yahudi ve hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde katı hükümler ve yükümlülükler vardı.

Allah‘ım bizim günahlarımıza af eyle, bizi mağfiret eyle ve bize merhamet eyle, Mevlâna, bunun birkaç anlamı var. Bunların bir anlama sen bizim dostumuzsun. Biz senin kullarınız. Sen bizim velinimetimiz senindir ve sen bizim Mevla’mızsın, sen bizim dayanağımızsın, sen bizim dostumuzsun, biz de senin kulunuz Allah’ım. Yardım olacak olan Sen, bize yardım et. 

Bu dua kıyamet gününe kadar mü’minlerin dilinden dökülüp okunmaya devam edecek. Çünkü Efendimiz (SAV) diyor ki, Bakara suresini Allah iki ayetle sonlandırdı. Allah’ü Teala Bakara suresini iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana Arş’ın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza öğretiniz, talim ediniz. Çünkü bu iki ayet: hem bir salât (namazda okunan Kuran) hem bir Kuran (ayetleri), hem de bir duadırlar."

Hz. Ömer ve Hz. Ali’nden nakledilen bir rivayette ise, “Akıllı bir adam görmedim ki Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti okumadan uyusun.”

Ebu Meysere'den gelen bir rivayette ise; "Cibrîl, Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin' demeyi telkin etti." 

Biz de bu duayı okumaya devam edelim. Ama artık bu duayı düşüne düşüne okuyalım. Biz bu iki ayetle imanımızı tazeliyoruz. Zihinsel anlamda zihnimizi yeniliyoruz. Yüklenemeyeceğimiz yükleri Allah’ın bize yüklemediğini kendimize öğretiyoruz. Kalbimizden geçenlerden bizi sorumlu tutmamasını istiyoruz. Aynı zamanda yaptığımız iyiliklerin de kendi lehimize olduğunu, kötülük yaparsak da zaten kendi aleyhimize olduğunu, herkesin ne ise onun gibi davranacağını da öğrenmiş oluyoruz. 

Böyle bir dua eğitimi ile Bakara suresini tamamlamış oluyoruz. 

Yorumlar