Âl-i İmrân Suresi 1-4. ayetler ( Keşşâf Tefsiri p. 1464-1473)

 



Âl-i İmrân Suresi Medine döneminde nazil olmuş bir suredir. Fatiha Suresi mushaftaki sıralamada ilk suredir, ikincisi Bakara Suresi ve üçüncü olarakta mushafta Âl-i İmrân Suresi geliyor. Âl-i İmrân Suresi Medine de nazil olmuş Medeni surelerden bir tanesidir. 200 ayettir. Sure adını 33. ayette geçen Âli İmran tamamlamasından almıştır. Âli İmran demek İmran’ın ailesi demektir.

Nüzul sıralamasında ise 89. suredir. Enfal Suresinden sonra ve Ahzab Suresinden önce nazil olduğunu müfessirlerimiz bize bildiriyorlar.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir.

 

Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler.

 

Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame.

 

Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı.

 

Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:

 

– “Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:

 

– “Evet” deyince:

 

– “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler.

 

Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.”

 

Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.”

 

Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167).

 

Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün 1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir.

 

Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur.

 

Konusu

Başlangıcında yüce Allah’ın “hay” ve “kayyûm” olduğu hatırlatılan ve Kur’an-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları onaylama özelliğinden söz edilen bu sûrede, vahye dayalı dinler arasındaki tekâmül ilişkisine işaret edilmekte, Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları (özellikle ulûhiyyet ve nübüvvet) ile (birr ve takvâ gibi) bazı temel ahlâk kavramları üzerinde durulmakta, Mekke’deki kutsal evden (Kâbe) söz edilmekte, hac vecîbesine ve başka bazı amelî görevlere değinilmektedir. Sûrede özellikle, hıristiyanların Hz. Îsâ’yı tanrılaştırmaları, yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları, bu suretle her iki din mensuplarının da onun hakkında aşırılıklara sapmaları karşısında İslâm ümmetinin gerçekten ayrılmayan ve orta yolu gösteren bir hakem görevi üstlenmiş olacağı ima edilmekte; Bakara sûresinde Ehl-i kitap’tan yahudilere ağırlık verildiği gibi burada da hıristiyanlara ağırlık verilmekte, bu din mensupları ortak bir ilkeyi (Allah’tan başkasına kulluk etmeme ve hiçbir şeyi O’na ortak görmeme ilkesini) kabulden hareketle yürütülebilecek bir diyaloga davet edilmektedir. Diğer taraftan müslümanlara da yüce Allah’ın lutfettiği nimetler hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu temalar işlenirken Hz. Meryem, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve Hz. İbrâhim’in hayatlarından ve İslâm tebliği açısından önemli bir dönüm noktası olan Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmektedir. Bu arada Uhud Savaşı sırasında ve sonrasında müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.

 

Bu sûre ile önceki sûre (Bakara sûresi) arasındaki bağlantı konusu üzerinde duran müfessirler özellikle şu noktalara değinmişlerdir: a) Her ikisinin başlangıcında “kitab”ın anılıp insanların “iman edenler ve etmeyenler” şeklindeki tasnifine yer verilmiş olması (birincisinde iman edenlere öncelik verildiği halde, ikincisinde –artık İslâm’a çağrının yayılmış olması sebebiyle– kalplerinde eğrilik bulunanlar önce zikredilmiştir), b) Her ikisinin Ehl-i kitabın bazı inanç ve tutumlarını tartışmaya ağırlık vermesi (birincisinde yahudilere geniş yer verilip hıristiyanlara kısaca değinildiği halde, ikincisinde –hıristiyanlar gerek tarih sahnesindeki varlıkları gerekse İslâm mesajına muhatap olmaları itibariyle yahudilerden sonra geldiklerinden– hıristiyanlara geniş yer ayrılmıştır),

 

c) Her ikisinin, önceki bir yaratma kanununa göre olmaksızın gerçekleşen iki olaya (Hz. Âdem ve Îsâ’nın yaratılışına) –sırasına uygun olarak– yer verip, bu açıdan ikincinin birinciye benzerliğini hatırlatması,

 

d) Her ikisinin –dikkatli bir karşılaştırma yapan kişinin öncelik-sonralık uygunluğunu farkedebileceği şekilde– aynı türden (meselâ savaş ahkâmı gibi) hükümlere yer vermiş olması, e) Birincinin başlarken müttakilerin kurtuluşa ermiş olduklarını haber vermesine uygun olarak, ikincinin takvâyı öğütleyerek son bulması (Reşîd Rızâ, III, 153).

 

Fazileti

Bu sûrenin ve bazı âyetlerinin faziletleri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Bakara ile Âl-i İmrân sûrelerinin önemine değinen hadisler sebebiyle İslâm bilginleri bu iki sûrenin tefsirine ayrı bir ilgi göstermişler ve bunları konu edinen özel tefsirler kaleme almışlardır.

·       Bir hadîs-i şerifte Resûlullah, Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini iyi bilip gereğince davrananlara bu sûrelerin kıyamet gününde şefaatçi olacağını haber vermiş (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 42; Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 4), 

·       Bir başka hadiste de yüce Allah’ın “ism-i a‘zam”ının Bakara sûresinin 163. âyeti ile Âl-i İmrân’ın başında bulunduğunu belirtmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 64; Ebû Dâvûd, “Salât”, 352).

(Kaynak: İslam Ansiklopedisi)

 

Yani Necran heyetinin Medine’ye hicretin dokuzuncu yılında geldiğini ve burada bir tartışma yaptıklarını ve özellikle Allah kimdir sorusu ile alakalı Hıristiyanlığın anlayışını, Peygamber Efendimizin (SAV) Sokratik bir yöntemle onlara soru sorarak bu konu üzerinde düşündürtmeye çalıştığını ve sonrasında da gelen ayet üzerine onlarla bir lanetleşmeye yani mübahaleye gidildiğini, onların ise bunu ancak bir peygamberin yapabileceğini düşünüp Efendimizle bir lanetleşmeye gitmeyi istemiyorlar ve giderken de yanlarına mali ihtilaflara çözecek lider vasıflı birini istiyorlar. Peygamber Efendimiz de bu konuda onlara Ebu Ubeyde bin Cerrah’ı gönderdiğini biliyoruz.

 

Bu surenin muhtevasında aslında Hristiyanlaşma diyebileceğimiz bir temayüle karşı bizleri uyardığını görüyoruz. 

Bakara Suresi’nde, Yahudileşme temayülüne karşı bir uyarma var. Ali İmran Suresi’nde ise Hristiyanlaşma temayülüne karşı bir uyarı olduğunu görüyoruz. 

Hıristiyanlaşma temayülündeki en büyük tehlike nedir, bir dinin ana kaynaklarını yanlış şekilde yorumlamaktır.

Yanlış şekilde yorumladıkları gibi, kendi düşünceleri ile şekillendirdikleri bir din oluşturmuşlardır. Ve burada şirk inancına kaymışlardır. Bugün modern dünyada bütün dinler neredeyse, dünyevileşmenin içerisinde bir yere mahkûm edildi. İmansızların İmanı kitabında da bahsedildiği gibi, bugün artık Hristiyan’ın da evi aynı şekilde, Yahudi’nin de evi aynı şekilde, ateistin de evi aynı şekilde, deistin de evi aynı şekilde. Herkes ortak hayatlar yaşamaya başladı. Ortak hayatlar yaşadıkça bakış açısı da aynileşmeye başlıyor. Dolayısıyla bugünkü tehlike çok daha büyük bir tehlike. Çünkü herkes aynı sözlerle, aynı paradigmalarla dünyaya bakmaya başladı. Evet olabilir, bu benim hayatım, ben böyle görüyorum, gibi liberal yaklaşımlar oluştu. Bu yaklaşımlar da, özgürlük adı altında dayatılıyor. Bir dine uyumaya mecbur değilim. Evrensel ahlak kuralları yeterli. Kime göre ahlaki kuralları, kime göre değer, herkesin değer yargısı farklı diye spekülatif söylemler oluştu. Bu spekülatif söylemler her şeyi normalleştirmeye başladı. Kutsalı profanlaştırırken, basite doğru indirgerken, her türlü yaşayışı da normal görme temayülü başladı. Biri hırsızlık yapıyor ve siz ona diyeceksiniz ki, bu onun tercihi. Evrensel ahlak ilkelerinden bahsediyoruz da, bu ahlak ilkelerini koyanlar niçin koymuşlar. 

Bir kere insan hakları kavramını üreten batıdır. Demokrasi, insan hakları gibi kavramları da ilk ihlal edenler de batıldır. 

Bugün şahit olduğumuz bir çok şey var. İnsanlar Ukraynadan kaçıyorlar, kaçanlar da Avrupa ülkelerine sığınıyor. Beyaz olanlara (wasp denen kesim) yaşama hakkı var. Diğerlerinin yaşama hakkı yok. Şahit oldu ki Ukraynalı olan o beyaz ırkı alıyorlar, oraya  diğer ülkelerden gelmiş, Afrika’dan gelmiş insanları sınırdan içeri almıyorlar. Çünkü onlara insan görmüyor. Ve burada ne kadar kişiselleşmiş bir ahlak anlayışı olduğunu görüyoruz. Büyük bir zülüm yapılıyor ama dünya seyirci. Daha öncesinde Suriye’de olan milyonlarca insanın dağıldığı coğrafyada belli bir sayıda kişiyi aldılar. Kanada mesela, doktora yapmış, profesör olmuş kişileri aldılar. Pragmatik bakış açısı ile, üstün ırk olmasalar da bari eğitim seviyesi yüksek, işimize yarayan insanları aldılar. Bir insanın acı çekmesini, çocukların yetim kalmasını hiç kimse umursamadı. Evrensel ahlaktan bahsediyoruz ama evrensel ahlak diye bir ahlak kalmamış maalesef. Kişiselleştirilmiş ahlak anlayışı oluşturulmuş artık. Ben yapıyorsam ahlakidir anlayışı. Hırsız hırsızlık yaptığı zaman ahlakidir, diğeri birine saldırıyorsa ahlakidir, hiçbirini hiç kimsenin eleştirme hakkı yoktur. Kuran aslında bize Bakara Suresi ile öncelikle bir yahudileşme temayülü, yani dünyayı çok sevme, çok uzun kalma, dünyayı çok arzulama temayülüne karşı bir eğitim verdi. Ali İmran Suresi’nde ise hristiyanlaşma temayülüne karşı bir eğitim verecek.  Birinde dünyevileşmeye yönelik bir eğitim, diğerinde ise yanlış olan bir inanç anlayışını düzeltmeye yönelik bir eğitim. Günümüz insanı artık o kadar çok rahat diyebiliyor ki, bu emir bana mantıksız geliyor diyor. Bu emir çok da bugünün dünyasında geçerli değil diyebiliyor insanlar. Müslüman insanlar bile bugünün dünyasında bu emir geçerli değil, diyor. Ama Allah çok net bir şekilde Bakara Suresinde Yahudilerin Yahudileşme temayülüne karşı, o tehlikeye karşı Müslümanları uyarıyor. Ali İmran Suresinde de Hristiyanlaşmaya karşı uyarıyor. Ama iki sureyi bir topladığınız zaman aslında iki surede bizi uyardığı o temayülleri düşündüğümüz zaman, zaten dünyanın ne halde olduğunu okuyabiliyoruz. Dolayısıyla artık o dünyevileşme, Yahudiler gibi hiç ölmeyecekmiş gibi bir anlayış ile yaşamak ya da Hristiyanlar gibi Allah’ı tanımlama da kendi perspektifleri üzerinden bir tanım yapma, insanın inancını zayıflatacak, insanı aynı zamanda daha dünyevileştirecek ve Allah‘ın çizmiş olduğu yoldan uzaklaştıracak bir duruma getireceğini anlamış oluyoruz. Dolayısıyla Ali İmran suresi ile biz bir çok konunun üzerinden geçmiş olacağız. Hem imana ait önemli konular, hem peygamberlerin hayatları. Bunun gibi bir çok önemli konuyu işleyeceğiz Allah’ın izniyle.

 



İlk ayet, Elif, Lam, Mim. Kuranın dörtte bir adette ki suresinin başında bu tür harfler gelmektedir. 29 surenin başında geliyor. Bunlar Huruf-u Mukatta denir. Yani kesik harfler. Bu harfler aslında insanlar diyor Allah: Elinizde tuttuğunuz bu kitap Allah‘ın hitap ettiği bir kitaptır. Yani size harflerden oluşan bir metin içerisinde büyük bir mesaj veriyor Allah. Hadi harflerden oluşturun ve mesaj verin. 

Bu konuda Hazreti Ebu Bekir’in önemli bir sözü vardır. Diyor ki, her kitabın bir sırrı vardır, bir anahtarı vardır, bu kitabın anahtarı da Huraf-u Mukattadır

İkinci ayette, O kendisinden başka ilah olmayandır, diyor. Yani O Allah’tır. Tanrı ve tanrısallık yoktur. Buradaki “hû” zamiri hüviyeti zatı işaret eder. Yani bu tam anlamıyla Allah’a işaret eder. 

O öyle bir Allah’tır ki, Hay ve Kayyum’dur. Allah kimdir sorusuna Allah cevap veriyor. O Hay ve Kayyum’dur. Yani Allah‘ın ilahi kimliğini anlatıyor. Nasıl Hay’dır, nasıl biridir, ezeli ve ebedi olarak ve diriltendir. Kayyum’dur, süreklidir, ebediyete kadar hiç değişmez, en güzel şekilde de yönetendir. Ve burada O’nun hiçbir ortağı yoktur. Benzeri yoktur. Hayatın yegâne kaynağı Allah’tır. Allah‘ın yegâne hayatın yegâne dayanağı Allah’tır. Burada diyor ki, Ey insanlık unutmayın, bu kainatta bir varlıksınız, yer alıyorsunuz, kaynağınız Allah’a aittir. Kaynağımız Sen’sin, ve de dönüş yerimiz sensin. Ve diyor ki, Allah‘ın vahyinin karşısında öyle sıradan bir metin gibi davranmayın. Sıradan bir mesaj gibi görmeyin Allah’ın metnini. Çünkü öyle ki Hay ve Kayyum olan Allah‘ın kitabından bahsediyoruz. 

Sonraki ayetlerde diyor ki, O Allah kendisinden önceki kitapları da doğrulayan, hak bir kitap indirdi. Tevrat ve İncil’i indirdi. Bu kitap, Furkan’dır diyor. Yani öyle bir Furkan’dır ki hak ile batılı ayırır. Yanlışı doğruyu bir arada tutamaz. Onları yanlışlıklarını ve doğruluklarını ortaya koyar.  Burada nezelle aleykelkitap dediği zaman, Allah kitabı yavaş yavaş indirdi. Üzerinde düşün, duygularını hisset, yaşamaya başla. 

Abdullah İbni Mesut şöyle diyor, on ayet gelirdi, biz iki ay boyunca bu ayetin üzerinde düşünürdük ve onu hayatımızın içine alırdık, yaşardık, ve sonra on ayet daha gelirdi diyor. Hayatın içerisine sindirebilmek, okuyup okuyup geçmek değil. Hepimiz Kuran okuyoruz. Dedikodu yapma diyor, belki binlerce kez hatim indiriyoruz dedikodunun ne kadar yanlış bir eylem olduğunu bildiğimiz halde yine de yapıyoruz. İnfakın nasıl bir ahlaka sahip olduğunu bilmiyorsak infakı yanlış bir şekilde değerlendirebiliyoruz. Bize diyor ki, yavaş yavaş, hayata kata kata oku

Hayata katmadığımız ayetler bize nazil olmuş olmuyor. Hayatın içerisine katmak lazım. 

Yani Allah bu kitabı aşama aşama indiriyor. Bizim için de öyle aslında. Okuyup anladıkça yaşamaya başlıyoruz. Ve diyor ki, bütün hakikatleri tasdik eden, doğrulayan bir kitap indirdi Allah. Hakikat olanı tasdik eden, yani Allah tarafından içeriği hazırlanmış bir kitaptan bahsediyoruz. Burada tüm vahiylerin de kalıcı bir boyutunun da gündeme getirdiğinden bahsediyor. Tüm vahiylerin özü, mesajları aynıdır. İnsanlara rehber olmak içindir. 

Tevrat ve İncili de Allah indirilmiştir. Tevran, İbranice’de Tora kelimesinden gelir. Kur’an‘da tevrat dendiğinde Tora’ya atfedildiğini anlıyoruz. İncil kelimesi ise Yunanca bir kelime. Evencalos kelimesinden alınma bir kelime. Müjde anlamına geliyor. Tevrat demek kanun demek. Kanunlar demek. İncil demekte müjde anlamına geliyor. İncil’in Hazreti İsa’nın vefatından sonra 60’tan sonra yazıldığını biliyoruz. 

Bunu söyledikten sonra da diyor ki dördüncü ayet, onu sana geçmişte insanlığa yol gösterici olarak Tevrat ve İncil‘e de peyderpey indirilmiştir. Furkan’ı da indiren Allah’tır. Furkan Kur’an‘ın bir sıfatıdır. Vahyin bir sıfatıdır da diyebiliriz. Kuran’da İncil içinde Furkan sıfatı kullanılıyor, Tevrat içinde kullanılıyor. Demekki Allah’tan gelen tüm mesajların böyle bir sıfatı var. Yani iyiyi kötüden ayıran, haramı helalden ayıran, hakikati batıldan ayıran bir ayraç olduğunu anlıyoruz. İnsan kendi aklı ile bu ayraçı bulamıyor. Ya da bulması çok uzun yıllar alacağı için o tecrübelerin, Allah kulunun kötü taraflarını meyletmemesi için ona vahyi indiriyor. 

Ve diyor ki, Allah’ın mesajlarını inkar edenlere gelince onlara korkunç bir azap vardır ve Allah izzet sahibi olandır. O’nun izzetini kimse değiştiremez. Ve intikam alacak olan da O’dur. 

Allah bizi burada vahyini tanıtıyor. Önce kendi kimliğini tanıtıyor, sonra da vahyin kimliğini tanıtıyor. Niçin vahyin geldiğini anlatıyor. İnsan oğlunun hayatının nasıl doğruluk üzerine olacağını, hakikate ilişkin olacağını anlatıyor. Burada ilk vahiylerin de amacının yine hak ile batılı insanların ayırabilmemiz olduğunu anlatıyor.




 

Yorumlar