239. Şayet korkmaktaysanız (can güvenliğiniz tehlikede ise), yaya veya binitli olarak kılın. Güvende olduğunuz vakit de Allah size bilmediğiniz şeyleri öğrettiği gibi siz de O’nu (normal namaz ile) zikredin.
Yüreğiniz borcunu muhakkak eda etmeli. Muhakkak Allah’a karşı olan sorumluluğumuzu yerine getirmenin çabası içerisinde olmalıyız. Ayakta kılamazsak oturarak kılarız. Oturarak kılamazsak ima ile kalırız. Ne olursa olsun, bir yere sefere gidebiliriz, uzak bir yere gidebiliriz, tehlikeli bir durum olabilir, ne olursa olsun namazın kendi rükünlarından birkaçını feda edebiliriz ama namaz randevusunu bırakamayız. Namaz randevusunu iptal edemeyiz. Namaz randevusunu erteleyemeyiz. En kritik durum savaş durumudur. Bu büyük bir durumdur. O savaş durumunda dahi diyor ki, korkabilirsin ama Rabbin ile bağını kopartma, Rabbin ile ilişkini kopartma diyor. Korkabilirsin, kendini çok çaresiz hissedebilirsin. Korku hayati bir durum olduğu için en maksimum durumdaki bir durum değerlendirmesi yapılmış. Mesela ölüm gibi bir acı da yaşayabiliriz. Öyle bir acıda da namazı parantezi almak, Allah ile olan ilişkiyi kopartmak yok. İnsanın en sevdiklerinden biri vefat ediyor, kalkıyoruz namaza devam ediyoruz. Paranteze almıyoruz namazı. Öyle bir izin yok. Çünkü orada, o acı içerisinde namaz kılmak, yerimizden kalkmak bile çok zor gelebilir. Öyle bir durumda namaz kılmak çok zor gelebilir. Rabbimiz benimle ilişkimi koparma diyor o namazı kılarak. Biz de Rabbimize gideceğiz ve bizim için de zaman işliyor. Ya Rab seninle ilişkimi koparmıyorum, Ya Rab senden sana geldim demek durumunu yaşayabiliriz. Savaş durumu bundan daha da ağır bir durumdur. Orada can güvenliği de yok. Burada işte öyle bir dönemde neredeysen olduğun yerde yaya olarak ya da binekdeysen namazını kıl diyor. İlişkiyi kesme diyor. Ama emin bir duruma kavuştuktan sonra da Allah size nasıl öğrettiyse o şekilde devam et, diyor. Modern dünyada namaza çok vakit olmuyor.
Namaz insanın kendine gelmesidir. Rabbi ile ilişkisi ne olursa olsun bozmamasıdır. İlişkisini bitirmemesidir. En büyük korku ve acı da da Ya Rab sana geldim diyebilmesidir. Demekki 239. ayet bize diyor ki, bir korku durumu yaşadığınız zaman, kendinizle alakalı hayati bir tehlike yaşadığınız zaman yine de Rabbiniz ile olan ilişkiyi koparmayın, o ilişkiye devam edin. Tutunacak dal olarak kendi nefsinize değil de kaynağa yönelin diyor. Normale döndüğünüz zaman da ibadete Allah’ın belirttiği şekilde devam edin diyor.
240. İçinizden vefat edip de geride eş bırakanlar; eşlerinin, bir seneye kadar -evlerinden çıkarılmaksızın- geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etmiş olsunlar. Şayet kendiliğinden çıkarlarsa, artık onların meşru şekilde yapacaklarından dolayı size vebal yoktur. Allah ‘mutlak izzet ve hikmet sahibi’dir (Azîz, Hakîm).
Burada Zemahşeri ayeti sadece geride eşler kalınca bu eşlerin, yani eşi ölüyor ve kadının bir yıl daha evde kalmasını, dört ay on gün evde kalması ayeti ile birlikte düşünüyor ve bu (234. Ayetin) ayetin nesh olduğunu söylüyor.
Ama burada farklı bir şeyden bahsediyor. Bu, o ayet çok daha başka bir şey. Buradaki farklı durum şöyle;
Geride bıraktığı eşleri, yani içinizden herhangi biri vefat eder de geride eşler bırakırsa burada farklı bir boşanma biçimi, hanımların farklı bir durumuna işaret ediyor. Yani şundan bahsediyor. O günkü toplumda da bunun çok zor olduğunu düşünün. Kadın burada boşanmıyor. Kadın eşini kaybediyor, ve çocuksuz olduğunu düşüneün ve kadının, oturduğu evden kardeşleri tarafından çıkartılabilir hatta öyle aileler var ki eşi vefat ettiği gibi aile kadını gönderebiliyor. Burada kadın acısına mı üzülsün, sokağa bırakıldığına mı yansın. O hakikaten o günün de problemi bugünün de problemi. Burada 240. ayeti 234. ayetle aynı konuda saydıkları için de nesh etmekten bahsetmişler. Ama 234. ayette, bir yıllık geçimlerini vasiyet edin diyor. Yani evlerinden çıkarılmaksızın diyor. Ama 234. ayetin konusu ile 240. ayetin konusu farklı. Orada (234. Ayette) iddet müddetinden söz ediyor. Yani diyor ki kadının kocası öldü. Kadın dört ay on gün iddet beklesin. Eğer bir evlilik yapacaksa beklesin diyor. Burada ise geçimden söz ediyor. Demekki Bakara 234. ayette kadının iddetinden bahsediyor. Eşi vefat eden bir kadının sosyolojik olarak da, pskolojik olarak da çok önemli, bu kadının buradaki iddet müddetinden bahsediyor. Kadın dört ay on gün evlenmesin diyor. Ama burada ise (240. ayet) nafakadan bahsediyor. Yani bir kadının kocası öldü. Dört ay on gün evlenemez, o ayrı bir konu. Ama kocasının evinden kadını kimse bir yıl boyunca çıkartamaz. Gidecek yerim yok, ben burada kalacağım diyorsa kimse onun oturduğu evi elinden alamaz. Bunu şöyle düşünün. Evlenmiş bir kızcağız ve çocuğu olmamış. Aradan zaman geçmiş ve eşi ölmüş. Zaten senin çocuğun da yok deyip evden dışarı atamazsınız diyor. Bir sene o kadın evde kalır diyor. Hayatını kuruncaya kadar kalır diyor. Ama babasının evine gitmek isterse gider onu da kimse engelleyemez. Burada zaten diyor erkeğin bunu vasiyet etmesi gerekir diyor. Vasiyeti yapmamış bile olsa bu vasiyet yapılmış gibi kabul edilir diyor Kur’an. Bu vacip vasiyet cinsinden olduğu için bu zorunlu bir vasiyettir. İsterse kocası bu konuda vasiyet yapmamış olsun. Kadına burada evinde oturabilir bir sene boyunca Ve bir başkasıyla evlenmeye kalkışmadığı müddetçe kocasının bıraktığı mirastan istifade edebilir diyor. Bunda hiçbir beis yoktur diyor. Arada böyle bir fark var. 234. ayette eşi vefat eden kadının dört ay on gün beklenmesinden bahsediyor. Burada ise kadının herhangi bir şekilde eşi vefat ettiyse o evden bir sene boyunca çıkmamasından, öyle bir hakkın oluşundan bahsediyor.
Bundan başka başka bir örnek verelim. Bazen insanların eşleri vefat ediyor ve erkek ikinci bir eş ile evleniyor. Evleniyor ve vefat ediyor. Çocuğu da yoksa kadının, adamın ilk çocukları kadını hemen evden gönderebiliyorlar. Ya da adamın erkek kardeşleri gönderebiliyorlar. Böyle bir hakkınız yok diyor. Erkek bunu vasiyet etmeli diyor. O anlamda kadını korumaya alıyor. Ama vasiyet etmemişse bile bu vacip vasiyet cinsinden kabul edilir ve erkek vasiyet etmemiş olsa bile bunun hiçbir önemi yoktur ve kadın orada bir sene boyunca evinde oturur ve kocasının haklarından istifade eder diyor. Ama kendisinden çıkarsa kadın, ben burada kalmak istemiyorum, ben kendi evimi kuracağım ya da baba evinde oturacağım da diyebilir. Veya evlenip gidebilir. Buna da kimse bir şey söyleyemez.
Burada Allah sonunda da Aziz ve Hakim olan Allah’tır diyor. Çünkü gelenek insanları bağlamış durumda olabiliyor. Ama siz geleneği değil Allah‘ın vermiş olduğu kurallara, ilkelere öncelik verin. Çünkü burada insanın mağdur olmamasına yönelik bir sistem görüyoruz. Bu dönemde de zor ama o dönemde daha zor. Kadının kocası ölüyor ve hele de çocuğu da yoksa kadın hemen evden dışarıya adamın kardeşleri ya da ilk hanımından çocukları varsa çocukları da atabilirler. Hayır diyor. Bir sene boyunca kadın orada kalabilir. Bir sene boyunca hayatını düzene koyana kadar o evde kalır ve eşine mirasından istifade eder. İster bu konuda vasiyet etmiş olsun ister vasiyet etmemiş olsun.
241. Boşanmış kadınların geçimi örfe uygun şekilde sağlanmalıdır. Bu, müttakîler üzerine düşen bir vazifedir.
242. Allah, size âyetlerini bu şekilde açıklıyor ki anlayabilesiniz.
Burada şundan bahsediyor. Boşanmış kadınlar meşru geleneğe uygun bir şekilde mut’a onlara verilmesi, yani onların hayatlarını geçirebilecekleri şekilde onlara yardım edilmesi, o kadınlar için intifa hakkıdır. Kadının bir şeylerden yararlanması konusunda intifa hakkı vardır. Burada aslında kadına bir yaşam hakkı tanıyor. Yani kadının eşi vefat ettikten sonra zor bir dönem geçirmemesi, yani ekonomik olarak zor bir dönem geçirmemesi adına Allah böyle bir kural getiriyor. Ve diyor ki, boşanmış kadınlar için meşru geleneğe uygun, hakikate uygun bir geleneğin olduğunu, bu hakkın, bu sorumluluğun muttakilerin üzerine olduğunu söylüyor. Yani diyor ki, muttaki olanlara bir sorumluluktur.
Sonra 242’de de diyor ki, bakın Allah sizler için hayata ait kurallar açıklıyor. Belki aklederseniz. Burada umulur ki bir düşünürsünüz, Allah’ın sizin lehinize getirdiği kurallara uygular ve gerçekten doğru bir toplum inşa edersiniz, güzel bir toplum inşa edersiniz. Aslında biz 242. ayette şunu da anlamış oluyoruz, toplumsal kurallar da Allah‘ın ayetleridir. Bu toplumsal kurallara riayet ettiğiniz zaman toplum dinamiği daha güçlü olur. Toplum biraz daha birbirine güvenli bir toplum haline gelir, güvenli bir toplum inşa edilir. O yüzden de bunlar Allah’ın ayetleridir diyor.
243. Şu; binlerle ifade edildikleri halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara; “Ölün!” dedi, sonra da onları diriltti. Allah insanlara karşı gerçekten lütuf sahibidir, ama insanların çoğu şükretmez.
Burada şundan bahsediyor. Boşanmış kadınlar meşru geleneğe uygun bir şekilde mut’a onlara verilmesi, yani onların hayatlarını geçirebilecekleri şekilde onlara yardım edilmesi, o kadınlar için intifa hakkıdır. Kadının bir şeylerden yararlanması konusunda intifa hakkı vardır. Burada aslında kadına bir yaşam hakkı tanıyor. Yani kadının eşi vefat ettikten sonra zor bir dönem geçirmemesi, yani ekonomik olarak zor bir dönem geçirmemesi adına Allah böyle bir kural getiriyor. Ve diyor ki, boşanmış kadınlar için meşru geleneğe uygun, hakikate uygun bir geleneğin olduğunu, bu hakkın, bu sorumluluğun muttakilerin üzerine olduğunu söylüyor. Yani diyor ki, muttaki olanlara bir sorumluluktur.
Sonra 242’de de diyor ki, bakın Allah sizler için hayata ait kurallar açıklıyor. Belki aklederseniz. Burada umulur ki bir düşünürsünüz, Allah’ın sizin lehinize getirdiği kurallara uygular ve gerçekten doğru bir toplum inşa edersiniz, güzel bir toplum inşa edersiniz. Aslında biz 242. ayette şunu da anlamış oluyoruz, toplumsal kurallar da Allah‘ın ayetleridir. Bu toplumsal kurallara riayet ettiğiniz zaman toplum dinamiği daha güçlü olur. Toplum biraz daha birbirine güvenli bir toplum haline gelir, güvenli bir toplum inşa edilir. O yüzden de bunlar Allah’ın ayetleridir diyor.
Burada geçen kıssa tamamen bir rivayettir. İsrail kaynaklarında geçen bir rivayettir.
Burada, “binlerce kişinin ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?”, diyor. Burada böyle bir şey yaşanmış olabilir. Ya da yaşanmamıştır ve daha sonra yaşanacaktır. Ama Allah bize burada bir darb-ı mesel de vermiş olabilir. İnsanlar korkuyla yurtlarından çıkabilirler. Can korkusu olabilir, hastalık korkusu olabilir, birçok korku insanları yaşadıkları ülkeden gitmeye neden olabilir. Burada diyor ki, Allah onlara demişti ki “Ölün”. Belki de mademki kaçıyorsunuz, aslında burada kaçmamaları gereken bir şeyden kaçıyorlar, o zaman ölün diyor.
“Ölün” kelimesinden biz aslında şunu da anlıyoruz; burada ayet bize çok başka bir şey öğretiyor. Burada vurgu yapılan şey ölüm korkusudur. Ölümden korkan, her ölümü duyduğunda ölür. Açlık korkusunu düşünmez.
Aç olan insan doyar. Ama açlık korkusu olan insanı doyuramazsınız.
Açlık korkusu varsa siz onu hiçbir şekilde doyuramazsınız, sürekli aç kalacağından korkar. Halbuki insan aç olduğu zaman yediğinde doyar. Ama açlık korkusunu bastırmak çok zordur. Bir kıtlık yaşayacağından dolayı korkması, o korkusu bir türlü doyurmaz. Ölümden korkan insanlarda, en çok da ölümden kim korkar, imanı zayıf olanlar ya da hiç inanmayanlar. Niye korkar, çünkü sonrasında ne olacağını bilmiyor. Onu bilmediği için de bu dünyada bir gün bile fazla yaşasa bunu kâr sayıyor. Çünkü ölüm bu insanlar için bir tükeniştir, bir yok oluştur, bir bitiştir artık. Alma ölümün bir son olmadığını bilen, ölümün bir bitiş olmadığını bilen, yepyeni bir başlangıç olduğunu bilen insan için ölüm, korku mekanizması değildir. Burada bize muhteşem bir eğitim veriyor. Ölümle korkutulmayın diyor. Mesela düşünün ki, ölümden korkmayan bir insanı hiçbir şeyle korkutamazsınız hayatta. Bir insan ölümden korkmuyorsa hiçbir şeyle korkutamazsınız. Savaşa da gider, her türlü fedakârlığı da yapar, çünkü ölüm korkusu yoktur. Ölümsüzlüğü tattık ne yapsın bize demiş ya şair. Ölümsüzlüğü taktıktan sonra ölüm ne yapsın.
İbni Teymiye’yi bilirsiniz. Ölümle tehdit ediliyor. Çok muhteşem bir sözü var, derki: Öldürmem şahadettir, hapsedilmem riyazattır, sürülmem hicrettir. Ben cenneti yüreğimde taşıyorum, bana düşmanlarım ne yapabilir?
Eğer biz cennetimizi yüreğimizde taşıyabiliyorsak, ölümden korkmayız. Ölümle korkutulamayan insanlardan insan korkar. Ölümden korkmayan insanlardan korkarsınız. Çünkü ölümden korkmayanlar her şeye başları diktir. Onların başlarını hiçbir türlü eğemezsiniz. Ölümden korkmayanı hiçbir şeyle satın alamazsınız. Ölümden korkmayan insana cennetten aşağıya hiçbir şeyle tatmin edemezsiniz. Cennete veremeyeceğiniz içinde onu satın alamazsınız. Çünkü ölümden korkmayan insan için şehit olmak zaten en büyük mertebedir. Şehit olamıyorsa, hapsedilmesi o zaman riyazattır. Olduğu ülkeden sürülüyorsa hicrettir. Çünkü o yüreğinde taşır hicreti. Bir insan cenneti yüreğinde taşıyorsa ölüm ona hiçbir şey yapamaz. Ölüm korkusuna hiçbir şey yapamaz. En büyük korku ölüm korkusudur.
Yüreklerimizden cennet o kadar uzaklara kaydı ki her şeyden korkar olduk. Yaşlanmaktan korkuyoruz, insanların dayattığı güzellik anlayışına uymamaktan korkuyoruz, Allah için yapıyorum dediğimiz şeyi birilerinin eleştirmesinden korkuyoruz, cömertliğimizden korkuyoruz, saf mısın diyorlar. Dünün değer anlayışı ile bugünün değer anlayışı farklılaştı. Biz gönlümüzde cenneti taşımadığımız müddetçe korkularımız artıyor. En büyük korku ölüm korkusu dur. Ölümden korkmak var, bir de ölüm korkusu olması var. Ölümden korkmak demek, ona bir hazırlık yapma gayretini ifade ediyor. Ama ölüm korkusu demek, ölüm kaygısı, korkusu demek insanın maneviyattan olan uzaklığını ifade ediyor. Yani ölüm korkusu şunu ifade ediyor, ne olacağını bilmiyorsun ve büyük bir bitiş gibi görüyorsun dünyayı. Artık ölümün bir bitiş olduğunu düşünmek. İşte burada aslında çok zirve bir örnek verilmiş. Ölüm korkusu en zrve korkudur. Ama bugünün dünyasında korkular üretilmiş durumda. Şarj aleti olmaz, korku; internet korkusu… bu korkuların psikoloji literatürüne geçtiğini görüyoruz. Düşünün, insan diyecekki bana kimse bir şey yapamaz, ben cenneti yüreğimde taşıyorum, ölüm korkum yok, bir de bugünü düşünelim; her gün bizez atfetmiş olan korkular, o kadar çok korku var ki… İnsan aç ise doyar, ama açlık korkusu varsa doymaz. Bu korkuları hayatımızın merkezine aldığımız an korkularımız gitgide büyüyor. Bugün korku üretiyorlar. Yaşlanma korku haline geldi. Biz şunu diyemiyoruz, hasbiyallahu ve niğmel vekil -Ya Rabbi, sen bana yetersin. Bu tür korkuları çok olan insan her şeye başını eğer.
Ölümden korkan insanlar, ölümden korkmayan insanlardan korkarlar.
Bir insan eğer ölümden korkmuyorsa, öyle diktir ki, ölümden korkanlar ondan korkarlar. O yüzden müminlere savaş kaçanların yenilmelerinin sebebi bu olmuştur. Mümin cihada giderken korkarak gitmez. Sadece Allah için koşma kaygısı vardır.
Sahabeden biri savaş anında çok aç ve iki tane hurması var. Ya Resulallah diyor, bundan sonrası cennet midir? Evet diyor Efendimiz (SAV), bundan sonrası cennettir. Hemen o sahâbi iki hurmayı da kenara bırakıyor ve yola devam ediyor. Korkusu yok. Çünkü onun için tek mertebe vardır, cennet mertebesi. Onun için şehitlik mertebesi var. Burada bunu anlattıktan sonra, korku ve kaygının aslında dinamiğinde inanç zayıflığı olduğunu anlatıyor.
Korku ve kaygının dinamiğinde inanç zayıflığı vardır.
Sonuçta tabii ki dünya hayatında, insanların eksilmelere arttırmaları olacak. Bunu Kur’an söylüyor zaten. Biz insanı evlatla, malla imtihan ederiz diyor. Ama ne derler, İnna lillahi ve inna ileyhi raci‘un, Allah‘ın da onlara desteği vardır diyor. Sonrasında da ayet ne diyor, onlara bunu Allah için yapın diyor. Burada Allah için yapmak önemli. İnsanlık üzerine Allah kerem sahibidir. Karşılığını beklemeden verir.
Burada şunu da söyleyelim, “elem tera” ile başlayan ayetler, illaki olmuş değil, temsili de olabilir, alegorik veya dramatik de olabilir, bunu unutmayalım. Burada önemli bir bakış açısı oluşturuyor, perspektif oluşturuyor. Ölüm korkusunun ahlaki bir zaaf olarak ortaya koyuyor. Yani, ölüm korkusundan dolayı ahlaki yükümlülüklerini yerine getirmekten insanlar vazgeçiyorlar. Zulme karşı çıkamıyorlar. Bu bireyde olsun, toplumda olsun aynı şey.
Ahlaki yükümlülükler bazen insanı ölüme götürebilir. Yani adalet duygusu insana can verdirebilir. Başkalarına karşı bir haksızlığa karşı insan bazen canını ortaya koyabilir. Bu ölüm korkusu, kaygısı olmayan insanlar içindir. Ölüm korkusu ahlaki sorumluluğun yok saydırmamak, ahlaki sorumluluk neyse o orada yapılmalı. Burada şunu da söylemek lazım. Ölüm korkusu size şunu hatırlatsın diyor Allah, Lütüf sahibi olan, kerem sahibi olan Allah, ama insanların çoğunluğu şükür etmiyor.
Bu formu üç şekilde geliyor Kur’an’da. (i) İnsanların çoğu şükretmezler, (ii) insanların çoğu akıl etmezler, (iii) insanların çoğu iman etmezler. Bu kullanım Kur’an’da toplam 18 ayette gelir. Burada şunu anlıyoruz. İnsanların korkuları, gelecek ile ilgili korku ve kaygıları şükretmelerine bile mahal vermiyor. O açıdan korku ve kaygıyı iyi yönetmek lazım. Ebu cehili düşünün. Cehaletin babası. Ebu cehil in ebu cehil olması, nimeti vereni bilmediği için değil. O da biliyordu gökten yağmuru Allah‘ın yağdırdığını. Yerden bitkileri çıkardığını. Ama neyi bilemedi, gözü ile gördüğünün arkasındaki hakikati bilemedi. Gözünün gördüğü ile, o eşya ile onun arkasındaki hakikat arasındaki ilişkiyi kuramadı. Ortaya başka varlıklara koydu da, ama kendi ilişki kurmayı bilemedi. Hakikati bulamadı. İnsan gördüğüne değil, gördüğün hakikat arkasındaki hakikate bakmadıktan sonra dünyada görebileceği üç boyutlu sistem kadar düşünebiliyor. Göz ile algılayınca Göz insanı yanıltabiliyor.
Yüreğimizde cenneti taşıyabilirsek, ne yapsın ölüm bize, ne yapsın korkular bize...
244. Allah yolunda savaşın ve bilin ki; Allah gerçekten işitir; ‘mutlak ilim sahibi’dir (Semî‘, Alîm).
Bakara suresin 216. ayette de, “Hoşlanmadığınız halde savaş size farz kılındı”, diyor. Ve şimdi buraya geri döndü. Savaş hayatın içerisinde bir olgu. “Allah yolunda” ibaresinden bahsetti. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, savaş hakkı savunmaktır. Yoksa insanların hayatlarına dağıtmak değildir.
İslamdaki cihat anlayışı, savaş anlayışı, insanların hayatlarını dağıtmak değil, insanların hayatlarını, insanların hayatlarını Allah’la buluşturacak yollar ortaya koymaktır, ya da insanların haklarını savunmaktır.
Burada “Allah yolunda” ibaresi ile, demek ki mal uğruna savaşılmaz, sadece Allah için savaşılır. Bu ayeti çok önemli. Mal uğruna savaşamazsınız hiç kimseyle, ulusal çıkarlar için savaşamazsınız, ulusal çıkarlar için birilerini öldüremezsiniz, sadece hakkı savunmak için. Savaş olursa savaşılmayacak mı, diye sorabilirsiniz. Amerika Irak’ta katliam yaptı. Körfez Savaşı kendi ulusal çıkarları içindi. Ama o Amerika Bosna’da olan katliama sırtını döndü. Çıkarlar işin içine giriyor. Bireysel çıkarlar, ulusal çıkarlar içine giriyor. İslam, hakkı savunmaya meşru bir savaş olarak görüyor. Ve diyor ki, Allah sizin yüreğinizdekini bilir. Sizin açıktan söylediğinizi bilmez sadece. Gerçekte yüreğinizde ne için mücadele ettiğinizi bilir. Ne için savaştığımızı bilir. Birileri “harika savaşıyor” desinler diye savaşıyorsanız Allah onu da bilir. Unutmayın ki Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem diyor ki, hakikat için olmamış bir savaşta ölseniz de, öldürürseniz de ateştesiniz diyor. Mal için, mülk için, ulusal çıkar için, nefsi çıkar için savaşılamaz. Savaş sadece hakikat için olur.
245. Kimdir o ki; Allah’a güzel bir borç verecek, Allah da onu kat kat fazlasıyla kendisine iâde edecek? Allah (kimilerine) sıkıyor, (kimilerine ise) saçıyor. Ama sonunda O’na döndürülecek (yoklukta eşitlenecek; size verilenlerin hesabını bir bir verecek)siniz...
Çok farklı bir yere geldi. Allah için borç verme, “Karz-ı hasen”diye bir kavram. Burada anlıyoruz ki, Allah için ödünç vermek, Allah için verebilmek. İnsanın verebileceği çok sayıda şey var. Allah‘ın kendisine verip de, O’nun verdiklerinden verebileceği çok fazla şey var. Ama şüphesiz en değerlisi insanın canıdır. İnsan canı pahasına koşuyorsa o en büyük KArz-ı Hasen’dir.
Kuranı Kerim’de Karz-ı Hasen kavramı altı yerde geçer. Bakara 245, Maide 12, Hadid 11 ve 18. ayetler, Teğabun Suresi 17, ve Müzzemmil Suresi 10. ayetlerde geçer.
Demek ki özel bir kavramdan bahsedeceğiniz.
Karz-ı hasen kavramının anlamı: bir şeyi borç vermek ama en güzel şekilde borç vermek. Öyle ki, bu tam anlamıyla borcu olan ihtiyaç sahibi kişiye Haramlardan uzak durması ya da harama bulaşmaması için, ihtiyacını giderecek, Mevlaya sadece ve sadece Allah için vermek. Sadece böyle de düşünmemek lazım. Olabilecek ne varsa, insanın karşılığını hiçbir türlü beklemeden vermesine biz Karz-ı Hasen diyoruz.
Birine borç vermeyi de biz Karz-ı Hasen olarak görebiliyoruz. Halbuki Karz-ı Hasen bundan biraz daha uzak bir şey. Biraz daha mülkiyet ile ilgili olan ilişkiyi de düzenleyen bir şey.
Allah dostlarından biri sürekli sadaka verirmiş. Diyorlar ki, nasıl bu kadar çok verebiliyorsun, sen nasıl bir insansın. Ben ne veriyorum ki diyor, tencere onun, çorba onun, kepçe onun, ben onun kepçesi ile, onun çorbasından dağıtıyorum diyor.
Onun kepçesinden dağıtmak demek, ve bunun farkındalığında olmak çok önemli bir şey. Karun serveti Allah’tan bağımsız algıladı. Karun tipolojisi servet tasavvuru nasıldır, serveti Allah’tan bağımsız algılar. Yani her mal benim der, her şey benim der, ve her şeyi istediğim gibi kullanırım der. Ama hayır, Kuran öyle söylemiyor. Buna bir çok açıdan bakmak lazım. İslamın ekonomi, iktisat yönünde bakmak lazım. Ama burada Allah İçin vermek demek, bize şundan da bahsediyor; öncelikli olarak bir güvenden bahsediyor.
Biz güvenirsek veririz. Geri döneceğine inanmadığımız bir şeyi vermeyiz. Geri döneceğine inanıyorsak veririz. Allah yolunda da harcarken aslında, verirken, biraz tereddüt etsek vermeyiz ama inanıyorsak, o muhakkak bana geriye verir diye düşündüğünüz an biz o zaman Karz-ı Hasen yapabiliriz. Hiç artık arkamıza bakmadan verebiliriz.
Demekki Karz-ı Hasen için bir numaralı neden, güvendir. Allah’a duyulan güven. Yüzde yüz güveniyorsak, ben bunu Allah için veriyorum, O bana verir diyorsak, bunun karşılığını tamamen ahirette bekliyorum diyebiliyorsak evet bu güven ilişkisidir, ne kadar güvenebiliyorsak, o ilişki ne kadar güçlü ise, İnsanın Karz-ı Hasen şeklinde vermesi de kolaylaşır. İkinci olarak da,Allah’ın kurallarına güven. İnsan burada şunu öğreniyor. Dünyevi anlamda bir matematik var. Ve bu matematik insanın kaynatın içindeki bir düzeneği sistematik olarak ortaya koymaları. Bu matematik ile kuran matematiği farklı işliyor. Normalde 40’tan 1 çıktığı zaman 39 kalır. Ama zekât verdiğimiz zaman Allah diyor ki, siz bir verirseniz, size en az bire on verir. Normalde 40’tan bir çıkarsa 39 kalır. Kur’an matematiği diyor ki, orası 400 oluyor. Demekki bu güven çok önemli. Ben verdin mi gelir. Allah böyle bir kural koyuyorsa, bu kural kainatın her yerinde vardır. Şunu unutmamak lazım, insan zaten çıplak doğdu. Hiçbir şeyimiz yoktu. Elimizi ayağımızı bile Kullanamıyorduk. Ve Allah diyor ki, Allah’ın bu kurallarına güven. O diyor ki, siz verirseniz ben de veririm size kat kat veririm. Yani öyle bir veririz ki, fazlasıyla, senin aklına gelmeyecek şekilde veririz. Ve unutmayın ki diyor, insanın rızkını bazen Allah genişletir, bazen daraltır. Ama insan yaşadığı müddetçe onun rızkı devam eder. Unutmayın ki yolculukta, varlıkta insan içindir. Ve herkes Allah’a dönecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder