Bakara Sûresi 60-61 ( Keşşâf Tefsiri p. 574-589)


60. Hani Musa, kavmi için su ararken; “Asânla taşa vur” demiştik de, ondan on iki pınar fışkırmıştı; herkes su alacağı yeri biliyordu. “Allah’ın rızkından yiyin-için; ama bozucular gibi yeryüzünde bozuculuk yapmayın.” (denmişti.)

[574] İsrailoğulları çölde susuz kalmışlar, Musa (a.s.) da onlara su aramaya başlamıştı; bunun üzerine kendisine, “Asâ nla taşa vur” denildi. الحجر’in başındaki Elif Lâm, burada mâlûm bir taştan söz edildiği anlamına gelmektedir. Rivayete göre bu, Tūr’a ait bir taş olup Musa (a.s.) bunu yanında taşırmış. Dört köşeli, dört taraflı bir taşmış ve her bir tarafından üç pınar fışkırırmış. İsrailoğullarının boylarından her birinin bir pınarı varmış ve o pınardan çıkan su, bir kanal üzerinden onların olduğu yere akarmış. İsrailoğullarının sayıları altı yüz bin kişi, karargâhlarının genişliği ise on iki mil kadarmış. Bir başka görüşe göre bu taşı Âdem (a.s.) cennetten inerken beraberinde indirmiş; insanlar nesilden nesile bu taşı tevârüs etmişler, nihayet Şu’ayb Peygamber ’e kadar gelmiş, o da asā ile birlikte onu Musa (a.s.)’a vermiştir. Bir diğer görüşe göre bu taş, vaktiyle Musa (a.s.)’ın iğdiş edilmiş olduğunu iddia ettikleri olayda, yıkanmak için suya girdiğinde elbisesini üzerine serdiği ve elbisesini alıp kaçıran taştır. Cebrail (a.s.) Musa (a.s.)’a şöyle demiş: “Allah sana diyor ki; bu taşı kaldır, benim o taş üzerinde kudretim, senin ise onda mucizen var.” Musa (a.s.) da o taşı heybesinde taşımaya başlamış.
[575] Bir diğer ihtimal ise الْحَجَرَ [taş] kelimesinin başındaki Elif Lâm’ın cins ifade etmesi, yani “taş denilen şeye vur” denilmiş olmasıdır. Hasan-ı Basrî’nin Allah ona hususen belli bir taşa vurmasını emretmemiştir” dediği rivayet edilir. Bu, kudretin tezahürü açısından daha açık ve güçlü bir ihtimaldir. Rivayete göre İsrailoğulları , “Hiç taşın olmadığı bir yere gidersek ne yaparız?!” demişler, Musa (a.s.) da heybesine bir taş koymuş, her konakladıkları yerde onu çıkarmıştır. Bir görüşe göre Musa (a.s.) ona asāsı ile vurunca ondan su fışkırır, bir daha vurunca da su kesilirmiş. Bunun üzerine İsrailoğulları, “Eğer Musa bu taşı kaybedecek olursa susuzluktan ölür gideriz!” demişler, Allah Teâlâ da Musa (a.s.)’a, “bu sefer taşa vurma, onunla konuş, sana itaat edecektir, böylece umulur ki kavmin ibret alır” diye vahyetmiştir. Bir başka görüşe göre bu taş mermer olup her tarafı bir dirsek boyu ölçüsündeymiş. Bir diğer görüşe göre taşın büyüklüğü insan başı kadarmış. Bir görüşe göre bu taş cennetin temellerinden olup uzunluğu Musa (a.s.)’ın boyu ile eşit, on dirsek boyu kadarmış. Karanlıkta parlayan iki dalı varmış. Musa (a.s.) bu taşı bir merkep sırtında taşırmış.
[576] فَانْفَجَرَتْ kelimesindeki Fâ, hazfedilmiş bir “vurdu” kelimesine taalluk eder, yani cümle “vurdu ve fışkırdı” şeklindedir. Ya da “vuracak olursan fışkırır” şeklindedir. Bu hususu فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ [Bakara 2/54] âyetinde zikretmiştik. Bu durumda bu Fâ, ancak çok üst düzey edebî ifadelerde yer alan fasih bir kullanımdır.

Musa Peygamber kavmi için su arıyor. Allah’ın vermiş olduğu başka bir nimetten bahsediyoruz. Su aramasından şunu anlıyoruz. Bir insanın çalışmasının da bir ibadet, kulluk olduğunu anlıyoruz. Toplumuna su bulma eyleminde bulunuyor. Bu konuda Haluk Nurbaki gibi bilimsel yorum yapan tefsircilerimiz şunu söylüyorlar: Sondajlama çalışması gibi düşünün. Su arama çalışmalarında bulunuyor. Musa Peygamberin mühendislik zekasını anlıyoruz. Musa peygamberin su konusunda, biyosferin su kanalları arasında su arıyor. Çöl gibi bir bölgede su araması hakikaten önemli. Demekki burada anlıyoruz ki Musa Peygamber sondaj sistemleri kullanıyor. Asası ile, denizi ikiye bölmesi gibi bir çok şeyde kullandığı asasını. Asasını şöyle yorumlayanlar da var: Onun bilimsel anlamdaki becerileri. O dönemdeki Sihirbazlar şapkadan tavşan çıkartmıyorlardı, bilimi kullanarak sihir yapıyorlardı. Simyacı gibi bilimsel anlamda, bilimde uzman olduklarını anlıyoruz.  Bir tane becerisi de Musa peygamber kavmi için su arıyor asası ile. Bu çok önemli bir ayet. Burada sadece çölde susuzluğu gideren bir durumdan bahsetmiyoruz. Bir peygamberin toplumsal anlamdaki varolan sıkıntıyı gidermek için bütün becerilerini kullanmasını görüyoruz. Bunun bir salih amel olduğunu anlıyoruz. 
Topluma hizmet edecek bütün ameller salih ameldir.
"Asan ile taşa vur!" diyor ayette ama taşa vurarak aslında su çıkmaz. Burada teslimiyeti görüyoruz. Nuh Peygamber nasıl çölde gemi yaptıysa ve Allah suyu ayağına getirdiyse, Musa Peygamber de o susuz çölde asası ile sondajlama yapıyor. Ve Allah bunu yaparken ona asanı taşa vur, diyor. Aslında taşa vur emrini dünyevi açıdan düşündüğümüz zaman çok da mantıklı gelmiyor. Çünkü sondaj aşağıya doğru, toprağın altına doğru yapılır. 
...
"Fecir" de bir şeyin gizlenemeyip dışarı sızmasına deniyor. Aynı karanlıktan dışarıya aydınlık sızması gibi. Topraktan suyun sızmasına da fecir deniyor. Facir kelimesini de biliyoruz mesela. Facir günahı içinde tutamayıp dışarıya doğru sızdıran demektir. 
Asasını taşa vurduktan sonra orada su sızmaya başladı. Hazreti Musa gayret etti ve çalışmayı yaptı. Ama Allah dediki, sen gayret ettin, ama bunun karşılığında hiç beklemediğin bir yerden sana karşılık gelecek. Hazreti Musa vurdu ve taştan 12 tane göze olarak su meydana geldi. 
Sen gayret edersin ama Allah sana hiç olmadığın bir yerden 12 tane karşılık verir. 
Allah'ın İsrailoğullarına bir ikram verdiğini görüyoruz. Ama Allah bu nimeti Hazreti Musa’nın gayreti neticesinde veriyor. Orada Hazreti Musa Allah ona taşa vur dediği zaman onu sorgulamadan taşa vuruyor. Ve taştan su çıkıyor. Bu kayanın Sinan Çölü’nde ziyarete açık olduğunu biliyoruz. Hala bu kayadan suların aktığını görüyoruz. 
Zemzem de aynı şey. O dönemde Hz. Hacer Validemiz koştu, gayret etti. Hacer validemizin koşması, nerede su olabilir amacı ile koştu. 
Bizde bazı şeyleri modernite ile beraber anlam krizine sokmuşlar. Anlam krizi ne demek, basitleştirmek, profan hale getirmek. Koşmuş, aklını kaybetmiş  gibi koşmuş ve koşmuş... olarak anlıyoruz. Ama aslında orada Hazreti Hacer su arıyor. Bulabileceği her yerde su arıyor. Ve Allah bu gayreti neticesinde oğlunun ayağının altından su çıkartıyor. Düşünün bugün hala zemzem suyunu 1 buçuk 2 metre derinliği var. Ama hiç bitmeden akmaya devam eden bir kuyu. Efendimiz (SAV) keşke "dur, dur" demeseydi demiş. Bu Hz. Hacer annemizin gayreti sonucudur. Hazreti Eyüp de hastalandıktan sonra Allah ona "ayağını vur ve sana şifa gelecek" diyor. Ama bir anda olmadı bu.  Buradaki şifa da Allah’ın çölüne su vermesi. Hani der ya Mevlana, 
Doğum olmadan kan süte dönüşmez. 
Anne Büyük bir gayretle dünyaya evladını getirir ve o kan damarlarda süte dönüşüyor. 
Demekki birinci anlamda Hazreti Musa’nın bir sondajlama çalışması yapması ve bu sondajlama çalışması sırasında gayretinin neticesinde Allah rahmeti başka bir yerden ikram etmesi. Ve orada taştan 12 gözesinden su çıkması.
Buna başka anlamlar veren de var. Bir konuda çok fazla çalışırsınız ve bir çok kaynakla haşır neşir olursunuz. Ve bir anda farklı farklı sizden ilimler, ikramlar ortaya çıkmaya başlar.
...

Parmak güneşi gösterirken parmağa odaklanmak hiçbir şey anlamamak demektir orada suya odaklanmak da asıl sahibine görmemek demektir. 

[577] عَشْرَةَ kelimesi Şın’ın kesresi ile عَشْرَةَ şeklinde de okunmuştur. Kelimenin bu iki okunuşu iki ayrı lehçedir. كُلُّ اُنَاسٍ her kol; مَشْرَبَهُمْۜ su içecekleri pınar demektir.

Herkezin meşrebinin, kaynağından geldiği yer var. Kimininki zemzem gibidir, dönüştürür ve temizdir. Ondan bir yudum aldığınız zaman dönüşürsünüz. Kimisi çamurludur, kimisi şebeke suyudur, kimisi kaynak suyudur. Ama şunu anlıyoruz, herkes meşrebine uygun kaynağa gidiyor. Manevi anlamda da öyle. Herkes bir yerden ilim öğrenmez. Kimi rivayet tarafını daha çok sever, kimi daha çok rasyonel olsun ister. Bu anlamda hepimizin meşrepleri var. Hepimizin akan kaynak suları var. 

Demekki biz çalışıp gayret ettiğimiz zaman, ya da hayırlarda koşturduğumuz zaman bize Allah’ın farklı farklı kaynaklardan ikramlandıracağını görüyoruz. 

[578] كُلُوا [yeyiniz] ifadesinin başında bir “dedik ki” ifadesi mahzuftur. مِنْ رِزْقِ اللّٰهِ Allah’ın sizlere rızık olarak verdiği yiyecekler demektir ki bu da kudret helvası , bıldırcın ve kayadan çıkan sudur. Bir görüşe göre su, ekinlerin ve meyvelerin kendisi ile bitip yetiştiği, dolayısıyla yenilen ve içilen bir rızıktır.

Rızık dediğimiz şey ağızdan giren şeyler değil sadece. İnsanın her türlü gıdasından rızık diyoruz. İlim de, tefekkürde insanın gıdasıdır. Tefekkür aklın secdesidir. Tefekkür edebiliyorsak aklın secdesidir. 
Kuran bize ana dille eğitimin önemini anlatıyor. Dili güncelleştirmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Musa Peygamberin oradaki su arayışının, bir peygamber olarak toplumun güncel sıkıntılarına çareler aradığını görüyoruz.

Allah’ın rızık olarak verdiği her şeyden kullanın diyor Allah. Demekki yiyin ve için derken Rızkın katı ve sıvı olanlarının olduğunu anlıyoruz. Yani katı olan rızıklar gibi elimizde tutabildiğimiz rızıklar ve akıp giden ve elimizde tutamadığımız rızıklar var. Oksijen, kan bunlar akıcı rızıklar. Manevi anlamda öğrendiklerimiz, bilgiler, kelimeler bunların hepsinin içinde katı olanlar var, sıvı olanlar var. 

Ve sonra, aman sakın ola bozucular gibi bozgunculuk yapmayın diyor. Yani yer yüzünde fesat olacak davranışlar yapmayın diyor. 

[579] [لعْثَوْا kelimesinin kökü olan] العَثْىُ kelimesi, fesadın en şiddetli hali demektir. Dolayısıyla onlara, “fesat halinizde iyice aşırıya gitmeyin” denilmiştir, zira onlar bu konuda gerçekten iyice haddi aşmış durumda idiler.


Yani Allah size bu rızıkları verdi. Bu rızıklarla yer yüzünü fesat haline getirmeyin diyor. Yere çöp atıyorsak bu fesattır. Ekolojiyi bozuyorsak bu fesattır. Suya bizim bir yığın deterjanımız karışıyor, bu fesattır. Zihinlerimizde Allah’ın emrettiği dışında farklı anlayışlar, bakış açıları geliyorsa bu fesattır. O yüzden Allah’ın nimetinden yiyin, için ama bunları düzenbazlık için, kötüye kullanmayın diyor. Başka bir ayette de israf etmeyin diyor. Çünkü israf ifsada götürüyor ifsat ise yok ediyor. Burada sadece İsrailoğullarına söylemiyor. Onlar Kur’an’a inanmıyor bize söylüyor. Onlarla vücudunuzu bozmayın diyor. Yeryüzünü bozmayın diyor. 

 

61. Hani; “Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe artık dayanamayacağız! Rabbine dua et de, bizim için toprakta yetişen sarımsak, sebze, acur, mercimek ve soğan çıkarsın” demiştiniz, Musa da; “Siz hayırlı olanı bayağı olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?! Öyleyse inin (envâ-i çeşit işkenceye uğradığınız Mısır gibi) bir şehre! İstediğiniz şeyler orada vardır!..” demişti. İşte, böyle böyle vuruldu üzerlerine bu aşağılık ve düşkünlük!.. Böyle böyle uğradılar Allah’ın gazabına. Allah’ın âyetlerini inkâr edip durmaları ve haksız yere peygamberlerini öldürmeleri yüzünden... Sürekli karşı çıkmaları ve haddi aşmaları yüzünden... 

 

[580] İsrailoğulları tarım la uğraşan bir toplum idi, [çöl yolculuğuna girdiklerinde] alışmış oldukları yaşamlarını özlediler ve içinde bulundukları nimetlere burun kıvırmaya başladılar. Artık canları [eski hayatlarına karşılık] sıkıntıya razı idi. “Bir çeşit yemeğe” ifadesi ile çölde kendilerine rızık olarak verilen kudret helvası ve bıldırcın etini kastetmişlerdir. Şayet “Burada iki yemekten söz edildiği halde neden ‘bir çeşit yemek’ ifadesi kullanılmıştır?” dersen, şöyle derim: Bir çeşit ifadesiyle, değişmeyen, farklılık arz etmeyen yemeği kastetmişlerdir. Bir kişinin sofrasında türlü yemekler olsa, fakat her gün sürekli olarak aynı yemekleri yese, onun için, “falan kimse tek çeşit yemek yiyor” denilir. Bununla onun yediği yemekleri hiç değiştirmediği kastedilir. Yine onların bir çeşit yemek ifadesiyle, “tek tür yemek” anlamını kastetmiş olmaları da mümkündür, çünkü kudret helvası ve bıldırcın, damak zevki olan seçkin kimselerin yediği bir yemek türüdür. Oysa onlar “bizler çiftçilik yapan bir toplumuz, eker biçeriz, bu yüzden sadece hububat ve bakliyat gibi alışkın olduğumuz farklı şeyleri yemek isteriz” demişlerdir.


Burada üslup çok kötü. Nietzsche'nin bir sözü geldi aklıma. Öğretmen odur ki insanı özgürleştirir. 
İlahi mesaj insanın aklını özgürleştirmek için vardır. 
Her ne kadar bugün birine saplantı derecesinde bağlanmak gibi algılansa da, her ne kadar bugün birilerine bağımlılık transferlerinin arttığı bu dünyada insanları aslında ilahi mesaj özgürleştirıyor. Ama insanlar kendilerini birilerinin hükmü altına, köleliği altına girmeye zorunlu kılıyorlar. Burada üslupta büyük problem var. Allah’tan bir şey isteyecekler ama "biz artık buna sabredemeyeceğiz." diyerek isteklerini sayıyorlar. Yaradana kafa tutuyorlar. Ve bunun üzerine Allah üzerlerine gazap indiriyor.

 

[581] “Bizim için çıkarsın” yani, bizim için ortaya koysun; vücuda getirsin. Baklun yerde biten yeşillikler demektir. Bundan maksat, insanların yedikleri nane, kereviz, pırasa ve benzeri lezzetli yeşilliklerdir. 

[582] وقِثائها kelimesi ötre ile وقُثائها şeklinde de okunmuştur. الفوم buğday demektir, bu kelimeden türetilerek kullanılan fevvimû le-nâ ifadesi, “bizim için ekmek pişirin” anlamındadır. Yine bu anlamda الثوم da denilmiştir. İbn Mes‘ûd (r.a.)’ın [v.32/652] وَثُومِهَا şeklindeki okuyuşu bunu teyit eder. Bu okuyuş, soğan, sarımsak gibi kelimeler açısından daha uygundur.

[583] الَّذ۪ي هُوَ اَدْنٰى daha düşük konumda, daha aşağı değerde olan demektir. Alçaklık ve yakınlık, değer düşüklüğü anlamında kullanılır. Sözgelimi huve dâni’ l-mahalli ve karîbu’ l-menzileti [o aşağı mahalde, yakın konumdadır] denilir. Benzer şekilde uzaklık ifadesi ile bunun tam tersi kastedilir. Sözgelimi huve ba‘ îdü’ l-mahalli ve ba‘ îdü’ l-himmeti [o uzak konumda, uzak himmet sahibi biridir] der ve bununla onun üstünlük ve yüceliğini kastederler. Züheyr el-Furkubî [el-Kisâî ; v.155/771] bu ifadeyi Hemze ile, الدناءة kökünden türeterek أدْناأُ şeklinde okumuştur.

[584] اِهْبِطُوا مِصْراً ifadesi, ötre ile اِهْبِطُوا şeklinde de okunmuştur. Anlam, çölden oraya inin şeklindedir. Vadiden aşağı inen kişi için hebeta’ l-vâdiye ifadesi, vadiden yukarı çıkan için ise hebeta minhu ifadesi kullanılır. Çöl bölgesi Beyt-i Makdis ’den [Şam civarındaki] Kınnesrîn bölgesine kadar olan 12’ye 8 fersahlık alandır. [i] مِصْراً kelimesi ile özel isim [Mısır ] da kastedilmiş olabilir ki bu durumda iki sebep, yani ma‘rifelik ve müenneslik sebepleri bir araya geldiği halde kelimenin munsarif [sonu tenvinli] olarak gelmiş olması ortasındaki harfin, tıpkı وَنُوحاً [Örn. Enbiyâ 21/76] ve وَلُوطاً [Örn. Enbiyâ 21/74] ifadelerinde olduğu gibi sakin olması sebebiyledir; bu iki kelimede de yabancılık ve ma‘rifelik söz konusu olduğu halde bunlar da gayr-i munsarif değildir. [ii] مِصْراً kelimesi ile ülke/şehir [cinsi] kastedilmişse o zaman kelimede bir tek sebepten başka gayr-ı munsariflik sebebi kalmamaktadır; herhangi bir şehrin kastedilmiş olması halinde de durum aynıdır. İbn Mes‘ûd mushafında -ki A‘meş [v.148/765] de böyle okumuştur- tenvinsiz bir şekilde, tıpkı ادْخُلُوا مِصْرَ [Yûsuf 12/99] âyetinde olduğu gibi, اِهْبِطُوا مِصْراً olarak yer alır. Bir görüşe göre, kelimenin aslı Mısrâîm olup daha sonra Arapçalaşmıştır. 

[585] “Üzerlerine zillet vuruldu”, yani zillet onları kuşatır ve kaplar oldu, artık onlar tıpkı bir kafeste hapsedilmiş gibi zillete mahkûmdurlar ya da duvara vurulan çamur gibi zillet onların üzerine yapıştırılmış durumdadır. Bu yüzden Yahudiler zillet içinde, perişan durumdadırlar; daima düşkün, yoksul ve toz toprak içerisindedirler. Onlar ya gerçekten bu durumdadırlar ya da Müslümanlar kendilerinden iki kat cizye almasın diye kendilerini fakir ve perişan göstermektedirler.

[586] وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ifadesindeki بَٓاؤُ۫ kelimesi, tıpkı bir kişi diğerine eşdeğer ve denk olduğu ve onun ölümü karşılığında öldürülecek durumda olduğu zaman söylenen bâ’e fülânün bi-fülânin ifadesindeki gibidir. Yani bu ifade, onlar Allah’ın gazabına müstehak oldular” demektir. ذٰلِكَ, daha önce zikredilen zillet , meskenet, gazaba maruz kalma gibi hususlara işarettir. Anlam, bu, onların küfürleri ve peygamberleri öldürmeleri sebebiyledir” şeklindedir. Bilindiği üzere Yahudiler -Allah onlara lânet etsin-, Şa‘yâ [İşaya] , Zekeriya ve Yahya peygamberler i öldürmüşlerdir.

[587] Şayet “Peygamberleri öldürmek zaten ancak haksız yere olabilir, o halde neden âyette haksız yere kaydına yer verilmiştir?” dersen, şöyle derim: Bunun anlamı, onların peygamberleri kendi açılarından dahi haksızca öldürmüş olduklarıdır. Çünkü peygamberler ne insan öldürmüşler ne de yeryüzünde fesat çıkarmışlardır; dolayısıyla ölüm cezasını hak edecek hiçbir şey yapmamışlardır. Aksine onlar Yahudilere nasihatte bulunmuşlar, onları kendilerine fayda verecek şeylere davet etmişlerdir. Onlar ise peygamberleri öldürmüşlerdir. Eğer durumu soruştursalar ve insaflıca düşünselerdi, onları öldürmek için ellerinde hiçbir sebep bulunmadığını göreceklerdi. 

[588] Ali (r.a.) ويقتلونَ [öldürürler] ifadesini şedde ile وَيُقَتِّلُونَ [teker teker öldürürler / öldürür dururlar] şeklinde okumuştur.

[589] [Âyetin sonundaki]   ذٰلِكَ [Bu] daha önceki ism-i işaretin tekrarıdır. isyan etmeleri sebebiyle” yani Allah’ın âyetlerini inkâr edip peygamberlerini öldürmeleri ile birlikte türlü suçlar, günahlar işlemiş ve her konuda Allah’ın sınırlarını ihlal etmiş olmaları yüzünden. Bir görüşe göre bu, onların Cumartesi yasağını çiğnemeleridir. ذٰلِكَ ile onların küfürlerine ve peygamberleri öldürmelerine işaret edilmiş olması, yani isyankarlıkları ve had bilmezlikleri sebebiyle küfre batmış ve peygamberleri öldürmüş olduklarının ifade edilmiş olması da mümkündür. Zira onlar küfre iyice batmışlar ve neticede kalpleri katılaşmış, Allah’ın âyetlerini inkâr edecek ve peygamberlerini öldürecek kadar cüret sahibi olmuşlardır. Bir başka ihtimal de ذٰلِكَ ile “bu küfür ve peygamber öldürme, onların isyankârlıkları ile birliktedir” anlamının kastedilmiş olmasıdır.


Bakara Suresi 57. ayette gördük. "Men ve Selva" Bıldırcın eti ve kudret helvası olarak görülüyor. Aslında "men" denilen şey, gökten inen bir yiyecek olmayabilir. Yerden biten zahmetsizce mantar gibi biten yiyeceklere de "men" deniliyormuş. Yani Allah onlara hiç yorulmadan elleriyle alabilecekleri mantar gibi, hurma gibi bir çok nimeti önlerine sunmuş. Ama diyorlar ki, "yeter artık biz bundan sıkıldık." Bu aynı bugünün toplumunu anlatıyor. Bugün nimetler önümüzde. Birine nasılsın diyorum. Keyifsiz olarak cevap veriyor, "her zamanki gibi, hayat böyle devam ediyor."
O gün akşam olduğunda hastanelere düşmemişsek, yakınlarımızın başına büyük bir olay gelmediyse, evimiz yerinde duruyorsa, nasıl sıkılabiliriz biz durumumuzdan. Onların bir çeşit yemek istediği işte tam da bu durum. 
60. ayette biz bir gayretin sonucunda taştan sular çıkardığını gördük ve bununla fesat çıkartmayın diyor. Sonra 61. ayette ise başka bir isyan bayrağı görüyoruz. Diyorlar ki biz artık rutin istemiyoruz, değişiklik istiyoruz diyorlar. 
Afrika’daki annelerle çalışma yapılıyor. Onlara soruluyor, ne zaman mutlu olursun. Onlarda cevap veriyorlar, ben bugün 7 km gidip bir avuç darı toplayıp, çocuklarıma onu pişirip yedirebildiğim zaman çok mutlu oluyorum. Sonra soruyorlar, yarından ümidiniz ne, onlarda cevap veriyor, yarınki hedefim keşke çocuklarıma bir avuç darı bulup yedirebilsem. Kadın biyolojik anlamda hayatını devam ettirebilecek yollar arıyor. Ama insanın elinde her şey varken, eğer bir iki şey yoksa, o bir iki şeye odaklanıyor. Âdem’in ağaca yönelmesi gibi, cennetin çeşit çeşit yemeklerinin arasında ağaca yöneldi. Allahta diyor ki, Allah size çeşit çeşit nimetler verir ve siz rutin olduğun için burun kıvırırsınız. Bütün nimetleri o kadar olağan görüyoruz ki.
O günün insanının yaptığı ile bugünün insanı arasında bir fark yok. O gün onu rutin görüyor bugün de aynı ev, aynı yemekler, aynı fırın. Bundan birkaç yüz yıl önce yaşamış bir insana saraylarda yaşamak nasıl olur desek bizim evlerimizi gösterilerdi. Evlerimizdeki koltukları düşünün, makineleri düşünün, birden sıcak su oluyor, birden soğuk su içebiliyoruz. Bir düğmeye basıp hemen evimizi ısıtabiliyoruz ve bunların hepsi bizim için rutin. Böyle yapıyorsak, işte bu ahvale düşmüşüzdür. Artık nimetleri sıradan görmeye başladılar. Bunların ne kadar değerli, Allah’ın nasıl bir ikramı olduğunu fark etmiyorlar. Bir de bunu fark etmedikleri gibi, üslupları da bozuk. Chesterfield'ın dediği gibi, 
Üslup kelimelerin elbisesidir. 
Kelimeler ne olursa olsun, ona mana veren üsluptur. Mevlana’nın dediği gibi, 
Gökgürültüleri korkutur, yağmurlar berekettir. 
Onlar bir edep ve ölçü olmadan sen "Rabbine söyle" diyorlar. Çünkü o peygamber ve o söylerse daha hızlı olur ve ne istediklerini söylüyorlar. Aynı şu şekilde; burada olanlar yetmiyor, Amerika’da olan ananas yiyelim, avokado yiyelim diyorlar. Hep biz yiyelim, içelim, egolarımızı tatmin olsun. Hazreti Musa da diyor ki "Allah size bu kadar nimet verdi ve siz hayırlı olanı bayağı olanlar değiştirmek mi istiyorsunuz". Allah burada mercimek, sarımsak ve diğerleri arasında bir sınıflandırma yapmıyor. Hatta Peygamber Efendimiz (SAV) mercimeğin peygamber yemeği olduğunu söyler. Sarımsakta da, nice nimetler var. Ama burada söylenmek istenen başka. Tekrar o ülkede köle olmaya razısınız ve dünyevileşeceksiniz. Eğer siz soğanı sarmısağı hürriyete değişecekseniz, köleliğe razı olacaksınız o zaman dönün Mısır’a diyor. Siz Allah’ın verdiği nimetlerin farkında değilsiniz, Allah’ın verdiği nimeti ikramları karşısında, buradaki olmasın oradaki olsun diyerek kendi elimizde olanları da karşılığında vereceksiniz. O zaman diyor ki Allah Mısır’a dönün. Burada konum olarak Mısır’ı kast etmiyor olabilir. 
Ve daha sonra Allah’ın gazabına uğradılar. Burada İsrailoğulları lanetli bir kavim olduğu için gazabına uğramadı. 
Lanetli bir mantık vardır, lanetli bir kavim yoktur. 
Onlar içerisinde çok iyi insanlar da var. Allah münafıklara ve bir Mümini öldürene de lanet ediyor. Yahudileşme zihniyeti gösterenleri Allah burada kast ediyor. Yani "değerlerini dünyevileşmeye satan lanetlidir" diyor. Bir takım yiyecekler için köleliğe razı olması ve onları istediği için inancından, değerlerinden, imanından vazgeçmesini kastediyor. Peter Berger da bundan bahsediyor....  "Ne zaman ki onların sağlam bastıkları yeri çektiğiniz zaman sallanmaya başlarlar" diyor. "İşte modernite budur" diyor. 

İnsanların kendilerini tutsak etmelerinden bahsediyoruz. Ve bir çok peygamberleri öldürmeleri yüzünden. Bunların en büyük problemleri Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri, Allah’ın ayetlerine nankör olmaları, Allah’ın verdiği ayetlere inkar gözüyle bakmaları. Ve peygamberleri öldürmeleri. Bir de ölçüsüz davranmaları. 
Demekki Allah’ın gazabına getiren üç şey var: 
    1. Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri. Allah’ın yarattığı kudreti görmüyorsak, verdiği nimetlerin farkında değilsek Allah’ın nimetlerini inkar etmiş oluyoruz. 
    2. Peygamberleri öldürmek: Peygamberleri direkt öldürmekten ziyade onun ver getirdiği mesajı da öldürüyorsak Bu da aynen peygamberi öldürmek gibidir. Peygamber Efendimiz diyor ya, "Kuran'ı mehcur hale getirdiler." 
    3. Onların ölçüyü aşarak isyan etmeleri. Ölçüsüz davranışlar insanı isyan haline getiriyor.
Yani diyor ki, onların ölçüsüz olmaları, sınırsız olmalarını kastediyor. Ölçüsüz olmak demek Allah’ın sınırlarına riayet etmemek demektir. Allah’ın sınırlarına riayet etmemek de fıtratı bozmak, olduğu yeri bozmak anlamına gelmemektedir. Eğer biz fıtrata uygun davranmış olsaydık bugün başımıza bu kadar sıkıntı gelmemiş olacaktı.

Özetlersek Musa peygamber bir sondajlama çalışması yaptı ve Allah bu çalışmanın sonucunda ona taştan sular lütfeyledi. 61. ayette ise bir üslupsuzluk gördük, ikincisi, Allah’ın verdiği nimetleri artık rutin görüp onları nimet gözüyle görmemelerini gördük. Her şey sıradan artık. Burada anladık ki, insanın bir müddet sonra, dünyevileşerek kalkıp daha basit olanları talep ederek, daha basit olanlar neler olabilir; AVM lerden dışarıya insanların çıkmamaları, boş dedikodu alemlerine dalmaları, basit olanları Allah’ın nimetlerini tercih etmeleri. Allah da diyor ki, "yol sizin, irade sizin."

Daha sonra onların üzerlerine aşağılık ve düşkünlük gönderiyor. Çünkü o kadar dünyevileştiler ki artık dünya tutkunluğuyla ve dünyaya olan tutsaklıklarıyla hayatlarını geçirir oldular. Ancak sevgileri var, ancak nefisleri var. Bunların bu hale düşmeleri üç şeydendır. Allah’ın ayetlerini düşünmemeleri. İkincisi haksız yere peygamberleri öldürmeleri. Sadece peygamber öldürmek değil Peygamber’in mesajını yoka saymak, hiçe saymak, hiçe saymak. Kur'an varken ne gerek var peygambere dememiz lazım bu durumda. Üçüncüsü ise ise ölçüyü aşmak, ifsada kaçmak. Ve bu yüzden de onların başlarına büyük felaket gelmiştir diyor. Bugün coronayı yaşamamızın bir sebebi de bu olabilir. Çünkü bugün görüyoruz ki Allah’ın ayetlerini tanımamak ve onun karşısında hiçbir sınır tanımadan yaşama temayülleri insanları ne hale getirdi. Bu azgınların sonucunda da bir çok şeyi maalesef istemediğimiz şekilde yaşamak zorunda kaldık. Bir meskenet durumu yaşıyoruz. Bu zillet durumunda Allah, takva sahibi olanlara yol gösteririm diyor. Böyle bir dönemde de Allah bize bu yolları açıyor.  

Yorumlar