Bakara Sûresi 55-59 ( Keşşâf Tefsiri p. 561-573)


55. Bir de, hani siz: “Ey Musa! Biz Allah’ı açık-seçik görünceye kadar sana iman edip bağlanmayacağız!” demiştiniz de, göz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.

56. Sonra, şükredesiniz diye (bu) ‘ölüm ’ünüzün ardından sizi diriltmiştik.

57. Ayrıca sizi bulutlarla gölgeledik; üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. “Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin hoş ve güzel olanlarından yiyin.” (dedik.) Onlarsa, Bize değil sadece kendilerine zulmediyorlardı (bize karşı gelirken) !..

[561] Bu sözü söyleyenlerin yıldırım çarpmasına maruz kalan o yetmiş kişi [A‘râf 7/155] olduğu söylenmiştir. Bir görüşe göre bunlar, içlerinden on bin kişidir. جَهْرَةً ayan beyan, açık-seçik demektir. Bu, cehera bi’l-kırâ’eti ve bi’ddu‘ âi [sesli sesli okudu, dua etti] ifadesindeki ceheranın mastarıdır. Gözle gören kişi sanki cehrî olarak, açık seçik görmüş; kalp ile gören kişi ise gizli saklı olarak görmüş kabul edilmiştir. Kelimenin mansup olma sebebi mastar olmasıdır, zira bu, bir tür görmedir, bu sebeple “görme” fiili ile [ نَرَى] nasp edilmiştir. Bu tıpkı el-kurfusâ’ [köpek oturuşu] kelimesinin “oturma” fiili ile nasp edilmesine benzer. Bir başka ihtimal de جَهْرَةً kelimesinin, zevî cehratin [cehrîlik sahibi] anlamında hal olarak mansup olmasıdır. Bu kelime He’nin fethası ile ceheraten şeklinde de okunmuştur. Bu durumda bu kelime ya câhirun kelimesinin çoğulu ya da mübalağa ifade eden mastar olur.

[562] Bu ifadede Musa (a.s.) ’ın İsrailoğullarının sözlerine cevap verdiğine, onlara Hak Teâlâ’nın görülmesinin imkânsız olduğunu öğrettiğine dair bir delil bulunmaktadır. Zira belli bir cihette bulunması mümkün olmayan bir şeyin görülmesi imkânsızdır ve Allah’ın görülmesini mümkün gören kimse, onu cisim ve araz kategorisinde değerlendirmiş olur. İşte, Musa (a.s.) onlara bu şekilde delil ve kanıtları göstererek tekliflerini reddetmiş; ancak onlar tıpkı buzağıya tapınanlar gibi küfürde iyice derine gitmişler; bunun üzerine de Allah tıpkı buzağıya tapınanlara birbirlerini öldürme cezası verdiği gibi bunlara da yıldırım çarpmasını musallat etmiş, böylece iki kâfir güruhu birbirine eşitlemiştir. Yine bu ifadede, onlara verilen cezanın büyüklüğünden, işledikleri şeyin büyüklüğünü gösteren bir delil de mevcuttur.

[563] الصَّاعِقَةُ onları çarpan, yani öldüren şey demektir. Bir görüşe göre bu, gökten gelip onları yakan bir ateş; bir başka görüşe göre gökten gelen bir çığlıktır. Bir diğer görüşe göre ise Allah onlara ordular göndermiş, onlar da orduların gelişini duyunca cansız yere yığılmışlar; bir gün ve gece ölü gibi kalmışlardır. Ancak Musa (a.s.) ’ın yere yığılması ölüm şeklinde değil, bayılma şeklinde olmuştur. “Ayıldığı vakit” [A‘râf 7/143] âyeti buna delildir. Âyetten açıkça anlaşılan odur ki; onlar, bizzat gördükleri bir şeye maruz kalmışlardır. Zira وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ [göz göre göre] ifadesi buna delâlet etmektedir. Ali (r.a.) bu ifadeyi فَاَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ [ve o çarpış sizi yakalamıştı] şeklinde okumuştur. 

Bu ayet Musa peygamber ve İsrailoğulları arasında geçmiştir. Fakat biz biliyoruz ki her ayet bizim için de gelmiştir ve her ayette bizim almamız gereken ibretler vardır. Musa Peygamber İsrâiloğulları’na bir sürü mucizeler getirmiştir. Musa Peygamber kavminden 70 kişiyi alıp Tur Dağına alıp çıkarmak istemiştir. Çünkü Musa Peygamber orada Allah (CC) ile görüşecektir ve onların bu mucizeye şahitlik etmesini istemiştir. Kavminden 70 kişiyle birlikte Tur Dağına gidiyor. Tur Dağının eteklerinde kalıyor bu 70 kişi. Musa Peygamber ise dağın tepesine çıkıp Allah (CC) ile görüşüyor. Sonrasında bu 70 kişi, “Biz tam olarak senin Allah ile konuştuğuna emin olamıyoruz çünkü araya bulut girdi. Eğer senin tam oalrak Allah ile görüştüğünü gözlerimizle görmezsek sana iman etmeyiz.” diyorlar. Buradaki sıkıntı İsrailoğulları’nın birçok mucize görmelerine rağmen daha fazla mucize istemeleridir. Allah ile Musa Peygamberin konuşmalarını duydukları halde yine de Allah’a açık seçik görmek istiyorlar. Burada asıl mesele İsrailoğulları’nın nankörlüğü. Biz tam olarak görmeden iman etmeyeceğiz diyorlar. 

Biz insanoğlu çok sınırlı ve aciz varlıklarız. Bu kadar sınırlı ve aciz varlıkların sınırsız ve her şeyden öte ve her şeyden üstün bir varlığı açık seçik görme isteği nasıl bir istektir? Biz iman ederken kendi acizliğimizi fark ediyoruz. Kendi acizliğimize bakarak Allah’ı yani sonsuz sınırsız evreni yaratanın o kadar büyük bir güç olmalı ki sınırlı gözlerinle görmemin mümkün olmadığını anlamam gerekiyor. Bu gücü hissettiğimiz an biz inandım ve iman ettim diyoruz. O yüzden İsrailoğulları’nın aslında sıkıntısı bu gücü görmek istememeleri. Çünkü bu gücü gören bir kişi O’nu zaten görmek istemeyecek. Ancak İsrailoğulları her seferinde yeni yeni bahaneler üretiyor. Allah’ın o sınırsız gücünü hissettiğin an iman ediyorsun. Karıncaların şöyle bir özelliği vardır. Karıncalar iş birliği halinde çalışırlar. Ve hep beraber hareket ederler. Problem çözme noktasında çok başarılı hayvanlardır. Küçücük bir karıncayı düşünün. Küçücük bir karıncanın içine iş birliğiyle hareket edebilmek gücünü veren Allah karıncaya böyle bir özellik varmış. Hatta bu yüzden karıncaların bu yönleri çok kullanılır psikolojide. Karıncaya bu özelliği veren ile koskoca bir evreni yaratan da aynı varlık. Bu gücü gördüğümüz an zaten biz iman ediyoruz. Ama İsrailoğulları ısrarla bunu çok görmek istemiyorlar ve ısrarla yeni yeni şeyler görmek istiyorlar. İsrail oğullarının bu konudaki mutsuzluklarını tekrardan bahsedeceğiniz. 

İsrailoğulları’nın bir sıkıntısı da üsluplarıydı. Üslup çok önemli bir konu. İsrail oğulları burada kendi kurtuluşları için, kendi imanları için biz Allah’ı açık seçik görmedikçe iman etmeyeceğiz diyorlar. Musa Peygambere bir şart koşuyorlar. Musa peygamber de Allah’ı görmek istemişti. Ve hatta Allah dağa tecelli etmişti ve Musa peygamber bayılmıştı. Musa peygamber orada “Rabbim bana kendini göster” dedi. Fakat İsrailoğulları “biz onu açık seçik görmedikçe iman etmeyeceğiz” dedi. Üslup farkı çok belirgin. Üslup çok önemli.

Üslup sadece birbirimiz arasındaki ilişki de değil bazen ibadetler noktasında da üslubumuzu yanlış kullanabiliyoruz. Benim aklıma namaz geldi. Namazla ilgili çoğu zaman şu hatayı  yapabiliyoruz.” Kılayım rahat rahat oturalım.” “Namazı aradan çıkartalım ondan sonra rahat olurum.“ Gibi şeyler söyleyebiliyoruz. Halbuki namaz bize Allah’ın çok büyük bir emri. Fakat biz bu kadar önemli bir konuda bile üslup hatası yapabiliyoruz.

Biz bu ayeti İsrailoğulları için konuşuyoruz. Az şeyle yetinmeyip daha fazlasını istiyorlar diyoruz fakat biz toplum olarak belki de dünya olarak bizim en büyük sıkıntılarımızdan bir tanesi doyumsuzluk. Az ile yetinmeyi kesinlikle bilmiyoruz. Hep biraz daha fazlasını, biraz daha çoğunu, biraz daha güzelini istiyoruz. Aslında şükretmeyi bilmiyoruz. Ne yapsak daha mutlu oluruz ya da ne yapsak daha iyi hissederiz gibi gelen sorular karşısında şunu düşünmek lazım. İnsan ya mutludur ya da mutlu değildir. Mutluluk için beklentiye girilmez. İnsan elindekilerle mutluysan mutludur yoksa değildir. Bu noktada şükür de çok önemli. Şükür çok kilit insan hayatında. Bir insan yeteri kadar şükredebiliyorsa o insan zaten mutludur. Bu yüzden elimizdekilerle mutlu olmayı bilmemiz gerekiyor.

[564] “Şükredesiniz diye” yani ölümden sonra diriltilme nimetine şükredesiniz diye ya da küfre düştükten sonra Allah’ın size yıldırımlar göndermesi ve ölümü tattırması şeklindeki cezalarını görmenizin ardından nail olduğunuz nimete şükredesiniz diye.

[565] “Gölgeledik”, yani bulutu üzerinize gölge yaptık. Bu olay çölde gerçekleşmiştir; Allah bulutu onlara âmade kılmış, bulut da onlarla beraber hareket edip sürekli onları güneşten korumuş, geceleyin de dikey bir ateş ışığı indirip yollarını görmelerini sağlamıştır. Yine Allah’ın nimeti sayesinde elbiseleri kirlenmemiş, tanyerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar gökten kendilerine, her birine bir ölçek düşecek kadar kar gibi menn [kudret helvası ] yağmış, Allah’ın gönderdiği güney rüzgârları sayesinde bol bol bıldırcın kuşları gelmiş ve herkes kendine yetecek kadar olanı kesip yemiştir.

İsrail oğulları Mısır’dan Sina Çölü’ne göç ediyorlar. Göç ettikleri sırada çok zor durumdalar. Yiyecek içecek hiçbir şeyleri yok. Güneş kavurucu bir güneş. Hiçbir çatıları yok. Bunun üzerine Allah onların üzerlerine bir bulut tayin ediyor ve bu şekilde güneşin yakıcılığından kurtulmuş oluyorlar. Ve Allah bıldırcın kuşları ve kudret helvası gönderiyor. Ve bununla da yiyecek ihtiyaçlarını karşılıyorlar. İsrailoğulları’nın doyumsuz olduğundan bahsetmiştik. Bıldırcın kuşlarına o kadar avlıyorlar ki artık yağma yapmaya başlıyorlar.. Allah “Güzel ve temiz olanlarından yiyin” diyor. Fakat İsrailoğulları avlayıp biriktirmeye başlıyorlar. Daha fazlasını isteme durumlarını görüyoruz burada. Bunun üzerine Allah diyor ki “Onlar kendilerine zulme diyorlar, başkasına değil”. 

Aslında insan kötülük yaptığında sadece kendine kötülük yapıyor başkasına değil. Kur’an-ı Kerim de “kim ne kötülük yapıyorsa yapsın kendisine yapıyor” diyor. Allah diyor ki “Onlar kendilerine zulme diyorlardı”. Bize değil. Burada aslında kötülüğe bakış açımızı Allah şekillendirmek istiyor olabilir. Bir insan bize bir kötülük yaptığında hemen o kötülüğü kendimize yapılmış olarak düşünüyoruz. Ama aslında Allah diyor ki “Onlar kendilerine zulmediyorlar” diyor. Aslında o kişi kendi kendine zulmediyor size hiçbir zarar vermiyor aslında. 

Bir kıssa da: Yusuf’u (AS) peygamber yapan tek bir sözüydü der. Yusuf Peygamber kuyuya atılacağı zaman abilerinden tek tek merhamet istiyor. Ve sonra kuyuya atılacağını anladığı zaman Yusuf peygamber diyor ki “siz bana merhamet etmediniz ama Allah size merhamet etsin”. Bu gerçekten çok farklı bir seviye. Düşünün ki abileriniz sizi bir kuyuya atıyor. Bu kötülüğe karşı sizin tepkiniz nasıl olurdu. Yusuf Peygamberin tepkisi onlara dua etmek şeklinde oluyor. Çünkü Yusuf Peygamber şunu çok iyi biliyor: bir insan bir kötülük yapıyorsa o kötülüğü kendi kendine yapıyor. Bu kötülüğün hesabını soracak olan Rabbinin olduğunu çok iyi biliyor. Ve diyor ki Rabbimin onu soracağı gün Rabbim size merhamet etsin diyor. O halde biz de günlük hayatımızda tabii ki birinden kötülük görmek zor bir imtihan. Ama bakış açımız şu olursa; zulmeden kendi kendine zulmeder düşüncesi yerleşirse biz başkasının yaptığı kötülükten sorumlu değiliz, biz sadece tepkilerimizden sorumluyuz. Biz sadece kendi yaptıklarımızdan sorumluyuz. 

Bu üç ayeti toparlayacak olurlar olursak: İsrailoğulları’nın Allah’ın açık saçık görme talepleri vardı bir sürü mucizeye rağmen. Daha sonra yıldırım çarpması ve Musa Peygamberin duası üzerine tekrardan ayrılması. Tekrardan Allah’ın onlara nimete kavuşturmaları ve sonrasında tekrardan şükürsüzlük yaparak kendi kendilerine zulmetmiş olmalarını görmüş olduk. Biz de bunun üzerine hayatımızdaki doyumsuzluklarımıza, şükürsüzlüklerimize çok çok dikkat etmeliyiz.

[566] “Yiyiniz” ifadesinin başında bir “dedik ki” mahzuftur. “Bize zulmetmediler” [ وَمَا ظَلَمُونَا] ifadesi, bu nimetlere nankörlük etmek sûretiyle bize zulmetmiş olmadılar, anlamında ise de وَمَا ظَلَمُونَا ifadesi maksada yeterince delâlet ettiği için, söz ihtisar edilmiştir. 

58. Hani; “Şu şehre girin ve orada, istediğinizi afiyetle ve istediğiniz kadar yiyin. Kapısından da alçakgönüllülükle girin ve ‘Bizi bağışla’ deyin ki yanlışlarınızı bağışlayayım. İhsan üzere hareket edenlere (ihsanımızı) daha da arttıracağız” demiştik.

59. Buna karşılık, (tamamı değilse de) zulmedenler, o sözü kendilerine söylenenden başka bir şekle çevirdiler. Biz de fâsıklık edip durmalarından dolayı bu zalimlerin üstüne gökten pis bir azap indirdik.

[567] “Şehir” Beyt-i Makdis ’tir. Bir görüşe göre Suriye civarındaki şehirlerden Erîhâ ’dır. Çölden çıktıktan sonra oraya girmeleri emredilmiştir. “Kapı” şehrin kapısıdır. Bunun onların kıblegâhı olan kubbe kapısı olduğu söylenmiştir. Musa (a.s.) ’ın sağlığında Beyt-i Makdis ’e girememişlerdir.

[568] Kapıya vardıklarında Allah’a şükür ve alçakgönüllülük için secde etmeleri emredilmiştir. Bir görüşe göre “secde”den maksat, kapıdan girerken eğilmeleri, yere kapanmaları, böylece girişlerinin tevazu ve boyun eğme hali üzere olmasıdır. Bir başka görüşe göre; kapı onlar için alçaltılmış, böylece girerken boyunlarını eğmeleri istenmiştir, ancak onlar boyun eğmek yerine, kalçalarının üzerine sürünerek içeri girmişlerdir. حِطَّةٌ kelimesi الحط kelimesinden tıpkı cilsetun ve rikbetun kelimeleri gibi fi’letun vezninde türemiştir. Bu, hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir, yani ifade, mes’eletuna / emrunâ hittatun [isteğimiz / senin işin hittadır, yani günahlarımızın düşürülmesidir] şeklindedir. Aslolan, bu ifadenin mansup olmasıdır. Bu durumda ifade, hutta ‘annâ zunûbenâ hittaten [günahlarımızı üzerimizden düşür] şeklindedir. Ancak sebat anlamı vermek için kelime merfû‘ yapılmıştır. Bu, şairin şu beytindeki uygulamasına benzer: 

Güzelce sabret [be hey garip devem], ikimizin de başı belada! 

Burada صَبْرٌ aslında صَبْراً olup, صَبْراً  اصبر şeklindedir. -İbn Ebî Able [v.151/768] kelimeyi aslı üzere; mansup olarak حِطَّةٌ şeklinde okumuştur.- Bir görüşe göre mâna, “işimiz bu şehirde yerleşip kalmaktır” şeklindedir.

[569] Şayet “Nasp ederek حِطَّةٌ şeklinde okuyan kimsenin bunu gizli bir deyin’ fiili ile nasp etmesi, yani ifadenin ‘bu kelimeyi söyleyin’ şeklinde olması mümkün müdür?” dersen, şöyle derim: Bu, uzak bir ihtimal değildir, ama daha düzgün olan, gizli fiille nasp edilmesi ve bu gizli fiilin de “deyin” fiili ile mahallen mansup olmasıdır.

[570] Bir kıraatte; نَغْفِرْ لَكُمْ [sizi bağışlayalım] ifadesi edilgen olarak, يُغْفَر لَكُمْ [siz bağışlanın] şeklinde okunmuştur.

[571] “İhsan üzere hareket edenlere ihsanımızı artıracağız” yani içinizden kim güzel tutum ve davranışlar içinde ise bu kelimeyi söylemesi sevabını artıracak, kim de kötü tutum ve davranış sahibi ise bu kelime ona tevbe ve mağfiret olacaktır. “Ancak zulmedenler çevirdiler”, yani حِطَّةٌ kelimesinin yerine başka bir kelime koydular. Yani onlara anlamı tevbe ve istiğfar olan bir kelimeyi söylemeleri emredilmişti, ama onlar buna muhalefet ettiler ve mânası tevbe ve istiğfar olmayan başka bir kelime söylediler. Böylece Allah’ın emrine bağlı kalmamış oldular. Maksat onların hususen belli bir lafzı, yani حِطَّةٌ kelimesini söylemelerinin emredildiği, fakat onların bunun yerine başka bir kelime kullanmış olduklarını anlatmak değildir. Çünkü başka bir müstakil kelime kullanıp da kendilerine söylemeleri emredilen mânayı ifade etmiş olsalardı, sözgelimi حِطَّةٌ yerine, “sana istiğfar ediyor, tevbe ediyoruz” ya da “Allah’ım! Bizi affet” vb. bir şey söylemiş olsalardı, bu şekilde hesaba çekilmez, kınanmazlardı. Bir görüşe göre; حِطَّةٌ yerine hınta [buğday], bir başka görüşe göre Nabatça olarak hıttā sümekāsâ yani “kızıl buğday” demişler, böylece verilen emri alaya almak, ilâhî emri kendi dünyevî isteklerine tebdil etmek istemişlerdir. 

[572] Âyette “zulmedenler” ifadesinin tekrarlanmasında, onların durumlarının çirkinliğini daha güçlü bir şekilde ortaya koyma ve başlarına gelen azabın kendi zulümleri yüzünden olduğunu ifade etme anlamı vardır. A‘râf sûresinde bu durum, onların “zulmedenler” oldukları ifade edilmeyerek, sadece “…onlara gönderdik…” [A‘râf 7/133] denilerek ifade edilmiştir.

[573] Ricz; azap anlamına gelir. Râ’nın ötresi ile [rucz] de okunmuştur. Rivayete göre bu azap onlara inince derhal içlerinden yirmi dört bin kişi vebadan ölmüştür. Bir görüşe göre bu sayı yetmiş bin kişidir.

Allah 58. ayette bir emir veriyor. Diyor ki “Kapıdan içeriye girerken secde ederek, şükür ederek ve alçakgönüllülükle yani kibirden uzak bir şekilde girin” diyor. Ve “Allah’tan yaptıklarınız için af dileyin” diyor. Allah’ın buradaki emre çok net bir emir. Fakat burada topluluk ikiye ayrılıyor. Bir grup Allah’ın emrini yerine getiriyor. Ve “İhsan üzerine hareket edenlere ihsanınızı daha çok arttıracağınız” diyor Allah. Yani Allah burada mükâfatı da söylüyor. Fakat diğer grup ise Allah’ın emrini yerine getirmiyor. Ve Allah 59. ayette bunlara azap indirdiğini söylüyor. “Fasıklık” kelimesi günaha devam eden demektir. Allah’ın emirlerine uymayan demektir. Bu bu iki ayette grup ikiye ayrılıyor. Bir Muhsinler grubu diğeri ise zalimler grubu. Muhsinler grubu tutum ve davranışlarını Allah’ın emirlerine göre şekillendiren, Allah’a görüyormuşçasına emirlerini gerçekleştiren kişiler. Zalimler ise Allah’ın emirlerini gerçekleştirmeyip emirlere kendince kılıflar bularak emirlerinden kaçan kişilerdir. 

Zalimler burada Allah’ın emirlerine uyumayıp kendince kılıflar uyduruyorlar. Biz de acaba böyle şeyler yapıyor muyuz. Biz de bazen belirli, bazen otomatik düşünceler oluşturabiliyoruz. Bir davranışı yapmadan önceki kendimizce bilinçaltınızda olan tablolar üretebiliyoruz. Mesela Hümeze Suresi’nde Allah buyuruyor ki “Arkadan çekiştirenlerin vay haline!”. Ayet çok net. Ama biz bu ayeti okumamıza ve bilmemize rağmen hala dedikodu yapabiliyoruz. Hâlâ bir Müslüman kardeşimizin arkasından konuşabiliyoruz. Çünkü kendimizce otomatik düşünceler üretiyoruz. “Arkasından konuşmuyorum, yüzüne de söylerim”. Ya da “ancak böyle rahatlayabiliyorum” gibi kılıflar üretebiliyoruz. Ama ayet çok net. Hiçbir soru işareti yok ayette. Ama buna rağmen kendinizle kılıflar uyduruyoruz. 

Ya da Allah başka bir ayette buyuruyor ki “Cahiliye kadınları gibi süslenip dışarıya çıkmayın.” Ama biz bu ayete rağmen süslenip dışarıya çıkabiliyoruz. Çünkü kendimizce bahaneler buluyoruz. O yüzden bu noktada çok dikkat etmemiz gerekiyor. Kendimizi çok fazla sorguluyor olmamız gerekiyor. Biz başkalarının davranışlarına o kadar çok analiz ediliyoruz ki. O bana neden böyle dedi, neden şöyle baktığı… Ama kendi davranışlarımızı irdelemiyoruz. Kendimizce hangi bahaneler uyduruyoruz da Allah’ın o “Vay haline!” dediği grubun içine giriyoruz. Kendimizi çok iyi sorguluyor olmamız gerekiyor. Biz bu ayeti okuyunca nasıl yapmışlar da Allah’ın ayetine uymamışlar diyoruz ama bizler de bazen Allah’ın ayetlerine uymuyoruz. Biz de bazen Allah’ın ayetlerine öyle kılıflar uyduruyoruz ki. O yüzden kendimizi çok sorgulayalım.

Tekrardan Allah’ın emrine dönersek, Allah burada diyor ki şükrederek alçakgönüllülükle kapıdan girin diyor. Yani Allah diyor ki, Allah size bir nimet verdiği zaman onun kimden geldiğini çok iyi idrak edin. Onu şükrederek karşılayın. Günlük hayatın gidişatında Allah’ın bize nasıl lütuflar çıkardığını fark edemeyebiliyoruz.

Kibirden bahsedecek olursak psikolojide kibir, bir algılama hatasıdır. Bir insan kibir hissediyorsa bu aslında bir algılama hatasıdır. Çünkü kibirli insan dünyayı ve etrafını kendi üzerinden algılamaya çalışır. Hep kendinden bir pay görmeye çalışıyor. Aslında bize verilen her nimet ve bize verilen her artı Allah’ın bir hikmetidir. Bir imtihan sebebidir bizim için. Tatlı dilli bir insan düşünün. Evet bu tatlı dili kendine verilmiş bir nimettir ancak bunu nerede kullanacağı önemli. Bununla kibir yapması için değil. Bir insana bolluk verildiyse kibre kapılması için değil nerede kullandığını görmesi için Allah ona vermiştir. Sahip olduğumuz şeyleri düşünelim. Evladımız, arabamız, evimiz, bir kitabımız bile. 5 dakika sonra bile o kitabın bizde olacağına dair bir garantimiz var mı? Evimizin ertesi gün elinde olacağına dair bir garantimiz var mı? Bir insana bolluk verildiyse kibre kapılması için değil nerede kullandığını görmesi için Allah ona vermiştir. Sahip olduğumuz şeyleri düşünelim. O halde aslında bu sahip olmadığımız şeyler sanki bizimmiş gibi kibre kapılmamamız gerekiyor. O güçle yaratıcıyı unutarak. Ama Allah Teala bize çok iyi hatırlatıyor. “Alçakgönüllülükle girin” diyor. Nahl Suresi 23. ayette geçiyor. “Allah büyüklük taslayanları hiç sevmez.” Bu ayet de çok net. O yüzden Allah asla bizim kibre kapılmamızı istemiyor. Her zaman ve her nimette ve karşımıza çıkan her lütufta ona şükretmemizi istiyor.

Yorumlar