Bakara Sûresi 47-54 ( Keşşâf Tefsiri p. 535-560)


 

[534] Huşû’ gönülden boyun eğme ve mutmainlik demektir. Bu anlamdan türetilerek basık kumlara huş‘a denilmiştir. Hudū’ [ خضوع] ise, boyun eğip teslim olmak ve yumuşamak demektir. Kadın, sesini yumuşak ve hoş bir şekilde çıkartarak albenili konuştuğu zaman hada‘at bi-kavlihâ denir.

Huşû’ kalbin boyun eğmesi. 

Huşû’ zarfın içindeki mektup ile alakalı. Hudû’ ise zarf ile alakalı. 

Bir hadiste; adamın biri namazda sakalıyla oynuyor. Peygamber Efendimiz (SAV) de diyor ki, “eğer bunun kalbinde huşû’ olsaydı sakalıyla uğraşmazdı”. Huşû’ ve Hudû’ demekki iki önemli kavram. “Allah’tan haşyet edenlere namaz ağır gelmez” diyor. Ayrıca, “namaz ve dua ile Allah’tan istemeye devam ediniz” diyor. Demek ki Allah’tan ancak huşû’ duyanlara Allah’ın emirleri ağır gelmez. Demekki Hudû’ dediğimiz zaman bedenin boyun eğmesi ve Allah’a olan teslimiyetin beden ile ifadesidir. Huşu ise kalbin boyun eğmesidir. 

Diyanetin aylık dergisinde İsmail Karagöz hocanın makalesinden de Huşû’, Hudû’ kavramlarını da görürsünüz.

Sadi Şirazi’nin Gülistan isimli eserinde bir menkıbe vardır. Deniz kenarında bir derviş görüş ve kaplan yarası ile yaralıdır. Ve bunun hiçbir ilacı yoktur. Uzun bir zaman bu halden dolayı hem ızdırap çekiyordu hem de Allah’a şükretmeyi hiç bırakmıyordu. Ben dedim ki, şükür ederken ne diyorsun. Başına zaten bir sıkıntı gelmiş, seni kaplan yaralamış. Senin bu halde şükür ettiğini görüyorum. Adam da diyor ki, şükürler olsun ki bir musibete yakalandım, bir günaha değil. Yani duruş bir Hudû’ duruşu, kalpten geçen ise Huşû’yu bize gösteriyor.

 Huşû’lu kalbin  beden diline yansıması Hudû’ olarak meydana geliyor.

47. Ey İsrailoğulları ! Size verdiğim nimetimi ve sizi (zamanında) herkese tercih ettiğimi unutmayın.

48. Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimsenin kimseye faydası olmaz; kimsenin şefaati kabul edilmez, kimseden bedel alınmaz; hâsılı, hiç kimseye yardım edilmez.

[535] اَنّ۪ي فَضَّلْتُكُمْ ifadesi, نِعْمَتِيَ ifadesine atıf olarak mansuptur. Yani, “nimetimi ve sizi tercih ettiğimi unutmayın” demektir. عَلَى الْعَالَم۪ينَ “çok büyük insan topluluklarına” demektir. Bu kelime “Âlemler için bereketli kıldığımız topraklara...” [Enbiyâ 21/71] âyetinde de böyle kullanılmıştır. Yine, ra’eytu ‘âlemen mine’n-nâsi [bir âlem insan gördüm] ifadesinde, ‘âlem kelimesi ile çok sayıda insan kastedilir. يَوْماً; kıyamet günü demektir. لا تَجْزِي yani ona ait haklardan hiçbirini ödemiş olmaz.

Yani sizi tercih ettim derken, Allah İsrâiloğullarını özel olarak seçmiş değil. Burada hangi nimetleri verdiğini göreceğiz. Önce nimet kavramından başlayalım. 

İsrail; Allah’ın kulları demek. Nimet ise; özünde güzellik taşıyan her şeye nimet denir. Yani insanın özünün güzel kabul ettiği ve kabul edilen şeyin özünde güzellik olan ve insanın buna kavuşunca mesrur olduğu şeye nimet diyoruz.

Arap dilinde ne’am (anlamı: evet) ve nimet aynı kökten gelir. Nimet ve evet kelimeleri aynı anlama geliyor. Nimet kelimesinin geldiği kök, evet kelimesinden geliyor. Bir kimse bir şeye evet diyorsa onda bir güzellik olduğu içindir. Aksi taktirde evet demezdik. Burada İsrâiloğullarına verilen nimet ilahi mesajdır. İlahi mesajın insanlara taşıması için Allah onlara büyük bir görev vermiştir. Bu görev sorumluluktur. Büyük bir sorumluluktur. 

Nimet ne kadar büyükse sorumluluk da o kadar büyüktür. 

Kendisine evet diyorsak orada bir güzellik gördüğümüz için evet demiş oluyoruz.

[536] Peygamber (s.a.)’in; [Sahabeden] Ceze‘a b. Niyâr ’ın daha bir yaşını doldurmamış çepişi [dişi keçi, yani kurban edilip edilmeyeceği] hakkındaki teczî ‘anke ve lâ teczî an ahadin ba‘dek [“Tamam senin için geçerli; ama senden sonra hiç kimse için geçerli değil” (Buhārî , “Îdeyn”, 10)] ifadesinde de bu mânada kullanılmıştır.

[537] شَيْـٔاً kelimesi mef‘ûldür, mastar konumunda da olabilir. Yani, “az bir karşılık” anlamına gelebilir. Nitekim وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْـٔاًۙ [“en ufak bir haksızlığa uğratılmadan” (Meryem 19/60)] âyetinde de bu kullanım vardır. Bu ifadeyi لا تُجْز۪يءُ şeklinde okuyan kimsenin kıraatinde anlam, “az bir karşılık” olur. Ebu’s-Sirâr el-Ğanevî bu ifadeyi, لا تُجْزِ۪ئُ نَسْمَةٌ عَنْ نَسْمَةٍ شيـٔا  şeklinde okumuştur. Bu cümle يَوْماً kelimesinin sıfatı olup cümle olarak i‘râbda mahalli yoktur. Şayet bu ifadenin mevsufa raci olan âid zamiri nerededir?” dersen, şöyle derim: Bu zamir hazfedilmiş olup لا تجزى فيه şeklinde takdir edilir. Ebû Ali’ nin inşad ettiği şu ifade de buna benzer: 

Beni şöyle güzel bir öğlen uykusu çekebileceğim bir yere götür. 

Şair burada ecdera bi-en tekīlî fî-hi demek istemiş, ancak fî-hi ifadesini hazf etmiştir. Bazıları ise buradaki hazifleri21 şöyle değerlendirir: Burada anlam genişlemesi olmuş, fiil mef‘ûl konumunda kullanılmış, önce harf -i cer daha sonra da zamir hazfedilmiştir. Bu tıpkı em mâlün esābû [yoksa çok zenginleştiler de ondan mı (böyle değiştiler)!] ifadesi gibidir.

 

21 - Cümlenin aslı إءتني مكانا أجدر بأن تقيلى فيه [Al beni, şöyle güzel bir öğlen uykusu çekeceğim bir yere götür] şeklindedir. Ancak önce تَرَوَّحِى fiilinin delâleti nedeniyle إءتني hazf edilmiş, sonra sıfatı bulunduğundan, مكانا hazf edilmiş; ardından Bâ, sonra zarf [في] ve nihayet âid zamiri [فيه deki ه] hazf edilmiş ve cümle son halini almıştır. Böylece cümlede beş hazif yapılmıştır. / çev.

 

 

[538]   نَفْسٌ ve  شَيْـٔاً kelimelerinin nekre olması, “hiçbir kimse hiçbir şeye sahip olamaz” anlamı katmakta; böylece, bütün arzu ve beklentiler boşa çıkarılmakta, ümitler tamamen kesilmektedir. وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ [kimsenin şefaati kabul edilmez, kimseden bedel alınmaz] ifadesi de böyledir. عَدْلٌ َ fidye anlamındadır, çünkü fidye, karşılığı olarak verildiği şeyin muâdili / dengidir. Ondan sarf ve ‘adl, yani dönüş yapması ve fidye vermesi kabul edilmez” [Buhārî , “Fedā’ilü’l-Medîne”, 1] hadisi de böyledir. Katâde b. Di‘âme es-Sedûsî [v.117/735] bu ifadeyi etken fiil şeklinde, وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ olarak okumuştur. Buna göre anlam, “Allah ondan şefaat kabul etmez” şeklindedir. 

[539] Söylendiğine göre; Yahudiler peygamber atalarının kendilerine şefaat edeceğini iddia etmekteydiler; [bu âyetle] işbu umutları kırılmak istendi.

Yahudileşmiş İsrail oğullarına Allah kitap nimetini hatırlatıyor ve bunu suistimal etmeyin diyor. Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği bir gün gelecek. Çünkü herkes kendi eyleminden sorumlu olacak. 

 

[540] Şayet “Burada günahkârlar için şefaatin kabul edilmeyeceğine delil var mıdır?” dersen, şöyle derim: Evet vardır, çünkü burada umumi bir olumsuzlama vardır ki, bu da hiç kimsenin hiç kimse adına bir fiili işleme ya da terketme türünde bir fidye veremeyeceği; hiçbir şefaatçinin şefaatinin kabul edilmeyeceği anlamını gerektirir. Bundan, şefaat in günahkârlar için de kabul edilmeyeceği anlaşılmaktadır.

[541] Şayet “ وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا ifadesindeki zamir iki nefs kelimesinden [“hiç kimse hiç kimseden”] hangisine işaret ediyor?” dersen, şöyle derim: Kendisi için şefaatin kabul edilmeyeceği ikinci kişiye, yani günahkâra, kendisinden fidye kabul edilmeyecek olan kişiye işaret eder. “Ondan şefaat kabul edilmez” ifadesinin anlamı, “eğer kendisine şefaat edecek bir şefaatçi getirecek olursa, bu ondan kabul edilmez” anlamına gelir. Ancak zamirin ilk kişiye işaret etmesi de mümkündür; bu durumda anlam, “eğer o kişi diğerine şefaat edecek olsa, şefaati kabul edilmez, hatta hiçbir şey kabul edilmez, onun için fidye verecek olsa o da kabul edilmez” anlamındadır.

[542] “Onlar yardım da görmezler” ifadesindeki “onlar” zamiri, öncesinde geçen ve nekre olarak ifade edilen nefsin ifade ettiği “çok sayıda kimse”ye işaret eder; [Nefsler müennes olduğu halde, onlara işaret eden ... zamirinin] müzekker olması ise, “kullar” ve “insanlar” anlamının esas alınmasındandır. Nitekim ثلاثة أنفس [üç nefs] ifadesinde de bu durum söz konusudur.

İsrail oğullarına kısaca diyor ki, eğer ahirette özel bir torpil bekliyorsanız, beklemeyin. Böyle bir mantık yok. Torpil mantığı kendi algımızla oluşturduğumuz bir şey. Dünyada bir şeyler torpil ile gidiyorsa, ahirette de bu mantıkla gideceğini zannediyoruz. Çünkü biz çok net biliyoruz ki herkes eylemlerinin karşılığını görecek. 

Her şey eylemlerine rehin olacak. 

İyilik yapanlar iyiliklerine, kötülük yapanlarsa kötülüklerin aleyhine olacak. Burada İsrailoğulları derken aslında bizi de kastediyor. Allah’ın nimetini hiçe saydıklarını ve Allah’ın nimetine nimet gözüyle bakmadıklarını, o nimeti sömürdüklerini söylüyor. Nasılsa bana şefaat eder, mantığı var. Irk olarak cennete gideceklerini düşünüyorlar. Hıristiyanlar da Hazreti İsa’nın çarmıha gerilerek hepsi adına bedel ödediğini düşünüyorlar. Bizde de herkes birbirine şefaat ediyor zaten. Ama Kuran, böyle değil diyor. Kimse kimseye fidye veremeyecek. O gün adaletin %100 işleyeceği bir gün. 

Ahiret gününde adaletin her mekanizması bütün faktörleri çalışacak. 

Diyelim, birine kötü bir söz söyledim. Ne için söyledim, o anki psikolojim neydi, nefsim ne düşünüyordu, karşı tarafta nasıl bir izlenim oluştu, karşı taraf çok mahcup oldu mu, Hepsi o gün devreye girecek.

 

49. Hani, oğullarınızı teker teker boğazlatıp kadınlarınızı sağ bırakarak, sizi işkencenin en kötüsüne uğratan Firavun hanedanından sizi kurtarmıştık... ki sizin için bunda Rabbiniz tarafından muazzam bir imtihan vardı.

 

[543] Âl kelimesinin aslı, ehl dir; ism-i tasğîri bu sebeple üheyl şeklinde gelir. Ehl kelimesindeki Hâ, Elif ile değiştirilerek âl kelimesi türetilmiştir. Bu kelime hususen, krallar ve benzeri kimseler gibi özel bir önem ve değer sahibi kimseler için kullanılır. Sözgelimi “ayakkabıcılar ehli” ya da “hacamatçılar ehli” gibi bir ifade kullanılmaz.

[544] Fir‘avn kelimesi Amâlika kralları nın özel ismidir. Tıpkı Rumlar ın kralına kayser, Farslar ın kralına kisrâ denildiği gibi, onların kralına da fir‘avn denir. Firavunlar çok azgın oldukları için, zorbalık yapan ve inat eden kimse için tefer’ane fulânun “falanca firavunlaştı” ifadesi türetilmiştir. Şair şöyle demiştir: Kendisine “Allah’ın konuştuğu Musa” geldi, Ama bu onun firavunluğunu ve şiddetini artırdı.

Firavun kelimesinin etimolojisi, büyük ev ve saray anlamına gelir. Daha sonra Hakan, kral gibi Mısır da krala firavun denirdi. Bir cins isimdir. Eski Mısır’da yönetenlerin büyüklüğünü ifade etmek için bu kelime seçilmiş. Aslında firavun diye belli bir isim yok. İkinci Ramses olduğunu söyleyenler var. Ama hangi dönemin firavunundan bahsederse bahsetsin, Kuran isim vermiyor. Çünkü her çağın firavunları vardır. Firavun belki tarihte yaşamış biri olabilir ama eskide kalmış bir hikâye değil. Çünkü her çağın kendi firavunu ve kendi Musa’sı var. 

Firavun öldü gitti ama firavunluk devam ediyor. Ebu Cehil öldü gitti ama Ebu Cehillik devam ediyor. 

Dönemine izini bırak bıraktı gitti ama burada önemli olan Ebu Cehil değil Ebu Cehillik. Firavunlar kalkmış olsa da firavunluk hala devam ediyor. Her çağın kendine özgü firavunları da var Musaları da var. Büyük açıdan düşünmeyin. Sadece siyasiler ve yönetim olarak düşünmeyin. Herkesin kendi çapında firavunlar var ve Musalar var. Yusuf’un da döneminde firavunlar vardı ama Yusuf’un imtihanı nefsi ile oldu. Önemli olan gömleğin nereden yırtıldığıydı. Eğer gömlek önden yırtılmış olsaydı Yusuf yırtılmış olacaktı. Yusuf’un gömleği sırtından yırtıldığı için Yusuf yırtılmış olmadı. Bizim de gömleğimizi çekiştirenler var bu dünyada. Herkes döneminin Yusuf’ları döneminin Musaları. Düşünce olarak çekiştirenler var kimliğimizi, kalbimizi çekiştirenler var. 

Dünyevileşme unsurları hayatımıza çok fazla girmiş olduğu halde hayatımıza çok daha manevi bir şekilde yaşadığımızı düşünüyoruz. Böyle bir dönemde gömleğimiz önden mi yırtılıyor yoksa arkadan mı yırtılıyor burada düşünmemiz lazım. Firavun öldü ama firavunluk devam ediyor. 

Mesaj çok net veriliyor bize. 

Bir çağın Musa’sı olamıyorsan ona yardımcı olan Harun’u ol. 

Bazen de firavun olmazsın fakat Karun olursun. Yönetimde olan biri olarak zulmedersin ya da belki de zenginliğinle zulmedersin. Bugün sosyal medyanın önümüze serdiği zenginlik tabloları aklıma direk Karun’u getiriyor. Kuranda diyor ya, insanlar Karunun zenginliğine bakıp keşke onun gibi olabilseydik diyor. Karun gibi insanları imrendiriyor. Karunlaşma temayülüne girdik. Karun öldü. Dönemini yaşadı, öldü gitti. Fakat Karunluk devam ediyor. Dönemin Musa’sı olacak kadar bilgimiz olmayabilir. Ama Musa’nın yanında oluruz, Harun gibi oluruz. Tercih yapmamız lazım. Ne tarafta olduğumuzu bilmemiz lazım. Bu nedenle firavunun kimliğinin, adının ne olduğunun önemi yok. Akıl misyonu, kimi temsil ettiğine bakacağız. Ama bugün kişinin yaptığı güzel eylemlerden ziyade onun eylemine bakıyoruz. Etiketlerle insanlara değer biçiyoruz. Ve etiketine göre saygımız ve sevgimiz değişiyor.

 

[ 545] نَجَّيْنَاكُمْ [sizi teker teker kurtarmıştık] ifadesi أنجيناكم [sizi kurtarmıştık] ve نجيتكم [sizi kurtarmıştım] şeklinde de okunmuştur.

[546] يَسُومُونَكُمْ fiili, zulmetmek, aşağılamak anlamındaki sâmehu hasfen ifadesinden türemiştir. Amr b. Külsûm [v.584?] şöyle demiştir; 

Hükümdar insanları zulme uğrattığında; 

Asla rıza göstermeyiz bu haksızlığa! 

Bunun aslı, “malı talep etti” anlamındaki sâme’s-sil‘ate ifadesinden gelir; sanki o sizin için en ağır azabı araştırıyor, istiyordu” anlamındadır.

[547] سُٓوءَ kelimesi السيئ [kötü] kelimesinin mastarıdır; e‘ûzü bi’llâhi min sû’i’l-huluki ve sûi’l-fi‘li [kötü ahlak ve kötü fiilden Allah’a sığınırım] denilir. Burada سُٓوءَ kelimesi ile “çirkin” anlamı kastedilir. سُٓوءَ الْعَذَابِ ifadesindeki سُٓوءَ kelimesi ise azabın en şiddetlisi ve fenasıdır. Sanki azap dışındaki şeylere nispetle çirkin olduğu ifade edilmiştir.

Firavun dediğimiz kişi devletin en üstündeki kişiydi. Ama iyilikle alınmayacak. Önemli olan iyilikle iz bırakmak. Batılın tüm liderleri, firavunun çizgisinin tüm adamları işlerini yaptı ve gitti. Onlara karşı savaş veren Musa’nın çizgisinin adamları da var. Hangi çizgideyiz biz, buna bakmamız lazım. Hangi çizgiye göre davranıyoruz, kendimizi kontrol ediyoruz. Bu ayet İsrâiloğullarına gelmiş bir ayet değil, bu ayet bize gelmiş bir ayet. Evet o dönemde firavunun soykırımını yaşadılar. Allah onları o zaman da kurtardı. Bugünün firavunları da çok başarılı. Öyle firavunlar geldi geçti ki… Başkalarının başarısızlığı kişiyi merdivende bir üst basamağa çıkaracağı için, başkasının başarısızlığı kendi başarısı kadar önemli olabiliyor. Rolla May de şöyle diyor, 

Modern çağın insanı öyle oldu ki kendi başarısı için, başkasının başarısızlığını merdiven olarak gördüğünden kendi başarısını ne kadar çok önemsiyorsa karşı tarafın başarısızlığını da o kadar çok önemsiyorlar. 

Birbirimizin koluna girmek yerine birbirimizin başarısızlıklarıyla başarı elde ediyorsak firavunlaşmış oluruz. O yüzden insan yerini seçecek. Firavunlar, Karunlar, Nemrutlar tarafında oluruz ya da Musa’nın, Harun’un tarafında oluruz.

 

[548] ويُذَبِّحُونَ ifadesi يَسُومُونَكُمْ fiilinin beyânıdır. Bu sebeple de aralarında atıf harfi kullanılmamıştır. يُضَاهِؤُ۫نَ قَوْلَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا [“Nankörce inkâr eden öncekilerin sözünü taklit ediyorlar” (Tevbe 9/30)] âyetinde de aynı kullanım vardır. Zührî [v.124/742] bu kelimeyi يَذْبَحُونَ şeklinde okumuştur. Nitekim tıpkı kata‘ a fiili; kata‘tü’s-siyâbe ve katta‘tühâ şeklinde iki türlü kullanıldığı gibi ذَبَحَ fiili de zebaha ve zebbeha şeklinde kullanılır. İbn Mes‘ûd (r.a.) [v.32/ 652]  ويُذَبِّحُونَ fiilini يُقَتِّلوُنَ şeklinde okumuştur.

[549] Firavunların İsrailoğullarına bunu yapmasının sebebi, kâhinlerin Firavunu, doğacak bir çocuğun kendisinin helâkine sebep olacağı hususunda uyarmasıdır. Aynı uyarı Nemrut için de yapılmıştır. Ancak ikisinin de bundan korunmak için aldıkları önlemler kendilerini kurtaramamış; Allah’ın dilediği gerçekleşmiştir.

[550] Eğer ذٰلِكُمْ ifadesi, Firavunun yaptıklarına işaret ediyorsa, belâ’un kelimesi, mihnet, sıkıntı anlamındadır. Fakat eğer ذٰلِكُمْ onların Firavundan kurtarılmasına işaret ediyorsa, o zaman belâ’unkelimesi nimet anlamına gelir.

O gün hamile olanları tespit ettiriyorlar ve onlara ceza olarak onları öldürüyorlar. Rolla May “Kendini Arayan İnsan” kitabında da söylüyor. Firavun Müslüman kadınları çocuk doğurmasını engellemek için öldürüyor. Eğer haber vermedilerse daha büyük ceza veriliyor. Ama o günün Müslüman kadınları çocuk doğurmaya devam ediyor. Görevlerini yapmaya pes etmeden devam ediyorlar. Öldürenler değil öldürülenler kazanıyor. O günün mümin kadınları namaz ve dua ile yola devam etti. Dünyaya nasıl çocuk getireceğiz, çocukları öldürüyorlar demediler ve çocuk doğurmaya devam ettiler. Büyük bir soykırıma uğruyorlar ve o günün Muvahhit ve Müslümanları firavun tarafından soykırıma tabi tutuluyorlar. Ama onların doğurmaya devam etmeleri, vazgeçmemeleri onların Sabrı oluyor. Ve o sabır gelecek Musaların umutlara oluyor. Vazgeçmiyorlar yollarından. 

Biz de haz ve hız robotuna dönüşen insanlar üretiyoruz. Herkes zevklerini düşünüyor. Herkes daha nereden nasıl zevk alırız diye düşünüyor. Herkes kendinin peşine düşmüş durumda. Bir yönden insanları kişisel gelişimlerle kutsallaştırdılar; bir yönden de eksik olduklarını söylediler. Sanki Allah bizden sosyal medya fenomeni olmamızı istiyor. Sanki Allah bizden her birimizin akademisyen olmasını istiyor ya da kitap yazmamızı istiyor. Yok böyle bir şey. Hepimiz geldik gidiyoruz. Bırakacağınız en güzel şeyi iyiliklerimiz olacak. Ve ne kadar çok iyilik taşıyorsak onun o kadar çok zorluluğu vardır bunu unutmayalım. Bugünün insanının seküler dünyasının bize yaşattığı şey, inanan insanların bile artık modellerini Kuran’dan almadığını görüyoruz. Herkesin bir kendilik davası var. Fiziğini güzelleştirecek, kırışıklığı olmayacak, hep böyle tene hapsolmuş insanlar oluşturdular. Ve bu insanlar mutsuz. Sürekli bir mutsuzluk var. Sürekli eksiklik hissetmek İnsanı mutsuz ediyor. 

Biz de bugün soykırımı yaşamasak da düşünsel kırımlar, yani inanç kırımları yaşıyoruz. Herkes görsele yönelik, görsel şovlar üzerine bir dünya yaşamış olduk. İnanç kırımı yaşıyoruz. Düşünsel kırımlar yaşadığımız bu dönemde bizim de yolumuzdan hiç vazgeçmemiz gerek. Nuh Peygamberle de dalga geçtiler. Çölde gemi yaptığı için. Sen çölde gemini yaparsın ve Allah sonra suyu ayağına taşır. Aynı şekilde bugün düşünce kırımı, inanç kırımı yaşanıyor. Lime lime edilmiş inançlar var. 

Gayrete rahmet edecek olan Allah.

Din kültürü olarak kaldı. Din genel kültür değildir. Teorik bir yapı değildir din Allah’ın dinidir ve bir insanın doğru yaşaması için önemli bir rehberdir. Bu rehberde de Allah dini parçalamaz. Dinin içinde değerler de vardır, ahlak da vardır. 

Hiçbir şey yapamıyorsak da haftada bir gün Allah’ın ilmini almaya ve doğru yaşamaya çalışıyoruz. O günün İsrailoğulları’nın kadınlarının dünyaya çocuk getirmesi gibi devam ediyor.

 

 

50. Hani, bir de sizin için denizi yararak sizi kurtarmış; Firavun hanedanını ise gözlerinizin önünde boğmuştuk.

[ 551] فَرَقْنَا “arasını açtık, bir kısmını diğerinden ayırdık, böylece sizin için orada bir geçiş yolu oldu” anlamındadır. Bir kıraatte bu kelime فَرَقْنَا şeklinde okunmuştur ki bu durumda, “iyice ayırdık” anlamına gelir. “İki şey arasını ayırdı” denilmek istendiği zaman feraka; “daha çok şey arasını ayırdı” denilmek istendiği zaman ise ferraka ifadesi kullanılır. Zira denizde ayrılan yollar, İsrailoğullarının boylarının sayısına uygun olarak, on iki tane idi.

[552] Şayet “بِكُمْ ifadesi ne anlama geliyor?” dersen, şöyle derim: Bu hususta iki değerlendirme söz konusudur. İlkine göre; onların suya girdikleri ve girmeleri ile birlikte suyun ayrıldığı, yani onların suya girmesiyle, -adeta bir şeyin içine girip onu ortadan ikiye ayıran bir başka şey gibi- su ayrılmıştır. İkincisine göre ise “onu sizin sebebinizle, sizi kurtarmak için ayırdık” şeklinde bir anlam söz konusudur. Bu durumda بِكُمُ ifadesi hal konumundadır. Yani, “onu sizin için yardık” anlamındadır. Şairin şu satırlarında da bu kullanım vardır: 

Baş’ları ve toprağı eziyordu bizimle atlarımız 

Yani, atlarımız biz sırtlarında iken [düşman] başlarını ve toprağını eziyordu.

[553] Rivayet edildiğine göre İsrailoğulları [suyu geçerken] Musa (a.s.) ’a, Hani, dostlarımız nerede? Onları göremiyoruz!” demişler; “Siz yürüyün, onlar da sizin gibi bir yoldan yürüyorlar” diye cevap vermiş; fakat onlar, “Hayır, onları görmeden razı olmayız” diye tutturmuşlar; bunun üzerine Musa (a.s.) ; Allah’ım! Şunların kötü ahlâk ına karşı bana yardım et” diye dua etmiş. Bunun üzerine; “Asânı şöyle bir ‘konuş’tur” diye vahyedilmiş; o da asasını aralarındaki duvarlara vurunca, su içindeki yollar birleşmiş ve birbirlerini görüp konuşabilmişler. وَاَنْتُمْ تَنْظُرُونَ yani, sizler bunu görüyor, şahitlik ediyordunuz, herhangi bir şüpheniz kalmamıştı.

51. Hani, Musa ile kırk geceliğine vaatleşmiştik. Siz de onun arkasından birer zalim olarak o buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz!..

52. Bundan sonra, şükredesiniz diye sizi affetmiştik.

[554] İsrailoğulları Firavunun helâkinden sonra Mısır ’a [?] girdiklerinde, ellerinde müracaat edecekleri bir kitapları yoktu. Allah da Musa (a.s.) ’a Tevrat’ı inzâl edeceğini vaat etmiş; bunun için kendisine Zilka’de ayını ve Zilhicce ayının on gününü vakit olarak tayin etmişti. Âyette “kırk gece” denilmiştir, çünkü aylar gecelere göre hesap edilir.

[ 555] وٰعَدْنَا [vaatleşmiştik] ifadesi وٰعَدْنَا [vaat etmiştik] şeklinde de okunmuştur. Zira Allah Teâlâ ona vahyi ve Tūr’a gelmeyi vaat etmiştir. “Onun arkasından” yani Tūr’ a gidişinden sonra. وَاَنْتُمْ ظَالِمُونَ yani şirk koştuğunuz için “birer zalim olarak”.

[556] “Bundan sonra” yani bu büyük hatayı işlemenizden, buzağıyı ilâh edinmenizden sonra tevbe ettiğinizde, “şükredesiniz diye” yani af nimetine karşılık şükretmenizi isteyerek, “sizi affetmiştik.”

53. Hani, doğru yolu bulasınız diye, Musa’ya hakkı bâtıldan ayıran o kitabı vermiştik.

54. Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim! Buzağıyı (tanrı) edinmekle kendi kendinize zulmetmiş oldunuz! Hemen Yaradanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün!.. Yaradanınız katında bu (fecî eylem) sizin için daha hayırlıdır!” demişti. (Siz bu emre uyunca) Allah da tevbenizi kabul etmişti. O’dur çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli (Tevvâb, Rahîm ).

Ey kavmim buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmetmiş olduğunuz, diyor. Bakara 93’te de “o buzağıyı gönüllerinde büyüttüler” diyor. Yani gönüllerinde bir tanrı oluşturdular diyor.

Furkan kelimesi kitapta üç kitap için de kullanılmaktadır. Furkan, Kur’an’ın sıfatlarından biridir ancak sadece Kuran için kullanılmaz. Yani Kur’an’ın özelliği değil vahyin özelliğidir. Vahye ait olan bütün kitaplar Furkandır. Çünkü hak ile batılı ayırandır. Hak ile batılı birbirinden ayıran her şeye furkan denilir. Vahyin sıfatlarından biridir furkan.

[557] Kitâb ve furkān ifadeleri, onun hem Allah katından inzâl edilmiş yazılı bir belge (kitap) olduğunu hem de hak ile bâtılı ayırt eden bir kıstas (furkān) olduğunu, bu iki vasfı birlikte taşıdığını ifade eder. Bununla Tevrat kastedilmiştir. Bu şekilde bir kullanım örneği olarak, cömertlik ve cesaret vasıflarını birleştiren kimseyi kastederek; “Yağmur bulutu ve aslanı gördüm” dersin. “Biz hakkı bâtıldan ayıran o kitabı Musa ile Harun ’a; ışık olarak ve müttakîler için öğüt olarak verdik.” [Enbiyâ 21/48] âyetinde de aynı durum söz konusudur. Yani furkān, ışık ve öğüt olma vasıflarını kendisinde birleştiren kitap demektir. Ya da Tevrat’ın yanı sıra, iman ile küfür arasını ayıran kanıtlar kastedilmiştir ki bu kanıtlar arasında ‘asā , el vb. mucizeler vardır. Bir diğer ihtimal de helal ve haramı birbirinden ayırt edici olan şeriatın kastedilmiş olmasıdır. Bir görüşe göre furkān; denizin ikiye ayrılmasıdır. Bir başka görüşe göre furkān; onunla düşmanlarının arasını ayıran zaferdir. Nitekim Allah Teâlâ Bedir gününü “[Hak ile bâtılın ayrıldığı] furkān günü ” [Enfâl 8/41] olarak nitelemiştir.

[558] Âyetteki فَاقْتُلُٓوا اَنْفُسَكُمْۜ ifadesi zahirine göre anlaşılmıştır ki kendini paralamak, helâk etmek demektir. Bir görüşe göre ise, birbirlerini öldürmeleri anlamında olup, buzağıya tapınmayanların tapınanları öldürmeleri emredilmektedir. Rivayete göre; bu emre muhatap olup da buzağıya tapınanları öldürmek durumunda olan kimse, evlâdını, babasını, yakınlarını onların içinde görüp bu yüzden Allah’ın emrini uygulayamaz, geri dururmuş. Bunun üzerine, Allah bir kara bulut ve simsiyah toz bulutu gönderip ortalığı karartmış; böylece kimse kimseyi göremez olmuş. Sonra herkesin evlerinin avlusunda toplanmasını, buzağıya tapınmayanların ellerine kılıçlarını almalarını emretmiş; ardından da “Sabredin; kim kendini kaçırırsa, eliyle ya da ayağıyla kendini muhafaza etmeye kalkışırsa Allah’ın lâneti onun üzerine olsun!” buyurmuştur. Onlar da hep bir ağızdan “Âmin!” demişler; sonra akşama kadar buzağıya tapınanları öldürmüşlerdir. Nihayet Musa ve Harun (a.s.) ellerini açarak; “Allah’ım! İsrailoğulları helâk oldu; geriye kalanları affet” diye dua etmişler. Bunun üzerine bulut açılmış; tevbenin kabul edildiği anlaşılmış; yalın kılıçları ellerinden düşüvermiş… Öldürülen İsrailoğullarının sayısı ise yetmiş bini bulmuş imiş.

“Kendinizi öldürün” ne demek önce ona bir bakalım. Bunların en büyük problem, gönüllerine buzağıyı koymalarıdır. Gönüllerine buzağı koymak demek dünyevileşmek demektir. Kendi hakikatinden uzaklaşıp dünyaya ait olan fani bir şeye gönlünü tamamen kapatılması demektir. Burada yaratıcınıza tövbe edin anlamı var. Allah kabul etmeyecek olsaydı tövbe edin der miydi? Allah tövbe edin diyorsa demekki Allah’ın ondan ümidi var. Demekki o insan değişebilir. Demekki burada kendilerini öldürün deseydi intihara yasaklayan emrine muhalif olmuş olurdu Allah. Elmalılı derki bu bir mecazdır. Yani günahınızdan canınızı çıkartın yahut rehavetten nefes ile riyazete çekiniz. Bu hesapları yaptıran ve sizi şirke saptıran şehavettir. Yani günahınıza nedametle, pişmanlıkla, Gummo kederle Canınızı çıkartın.

İnsan hem toplum hem birey olarak zaten topluma baktığımız zaman insanı görürüz biraya baktığımız zaman toplumu görürüz. Demekki toplumda bu kadar problem varsa demekki bizde de bir problem var. Bu kadar nimet veriliyor. Allah onları düşmandan kurtarıyor. Birçok nimet veriyor. Bize de birçok nimet veriyor. İsrail oğullarına toplumsal olarak verilmiş nimetler, aynı şekilde bireysel olarak bize verilmiş nimetler. Birçok nimet üst üste geldiği zaman insan şükür etmekten ziyade kalbinin içinde bir buzağı yetiştirmiş olabilir. İnsanın şatafatına meyil ettiren bir durumdan bahsediyor. Böyle bir durum yaşadığınız zaman diyor Allah tevbe edin. Nasıl tövbe edin, nefsimizi terbiye edin. Nefsinize şehvetlerden bir dönem riyazete çekin. 

 

[559] Şayet “Âyette art arda kullanılan Fâ’lar arasındaki fark nedir?” dersen, şöyle derim: [فَتُوبُٓوا اِلٰى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُٓ … فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ ifadesinde] birinci Fâ sadece sebep Fâ’sıdır, çünkü tevbenin sebebi, zulümdür. İkincisi ise takip Fâ’sıdır, çünkü anlam “Tevbede kararlılık gösterin ve birbirinizi öldürün” şeklindedir. Yani Allah Teâlâ onların tevbelerini, birbirlerini öldürmeleri kılmıştır. Bu öldürmenin onların tevbelerinin tamamı olması da mümkündür. Böylece mâna, “Tevbenizin tamamlanması olarak, tevbeyi takiben birbirinizi öldürün” şeklinde olur. Üçüncü Fâ ise, hazfedilmiş bir kelimeye müteallıktır. Bu ifade de ya Musa (a.s.) ’ın onlara söylemiş olduğu söz içerisinde yer almaktadır -ki bu durumda hazfedilmiş bir şarta taalluk eder ve cümle sanki “Siz böyle yaparsanız, O da tevbenizi kabul eder” şeklindedir- ya da Allah Teâlâ’dan onlara yönelik bir hitap olup; “Musa’nın size emrettiği şeyi yaptınız, yaradanınız da sizi affetti” anlamındadır.

Yani aslında siz nefsinizi terbiye ederseniz o zaman Allah sizin tövbenizi kabul eder.

Bütün bu kudreti ile her şeyi yaratana iman etmek yerine buzağıyı tapıyorlar, dünyanın şatafatına gönüllerini kaydırıyorlar. Çok ahmakça bir tavır sergilediklerini söylüyor. Yanlış inanç fıtratı bozan bir durumdur. O yüzden Allah, toparlanın diyor. Toparlanmak önce tövbe ile tövbe ise ancak nefsini terbiye etmesi ile, nefsinin riyazete çekmesiyle olduğunu öğrenmiş oluyoruz.

[560] Şayet “Neden burada Allah Teâlâ’dan özellikle el-Bârî ismiyle bahsedildi?” dersen, şöyle derim: el-Bârî ismi, “Rahmân’ın yaratışında bir düzensizlik göremezsin.” [Mülk 67/3)] âyetinde ifade edildiği üzere, mahlûkātı en ufak bir pürüz olmaksızın, farklı şekil ve sûretlerle birbirinden ayırt eden demektir. Bu ifadenin kullanılması, onların kendilerini lütfu ve hikmeti ile farklı şekillerde ve her türlü pürüzden, istenmeyen durumdan uzak bir şekilde yaratmış olan mutlak bilgi ve hikmet sahibi Allah’a kulluk etmeyi bırakıp, O’nun yerine bir buzağıya, Arapların “sığırdan daha ahmak” şeklindeki özdeyişlerinde olduğu üzere, ahmaklıkta darbımesel olan bir hayvana kulluk etmeleri, bu sebeple Allah’ın gazabına maruz kalmaları, böylesine muazzam yaratılışta olmalarının şükrünü eda etmedikleri, bunlardan hiçbirine kādir olmayan bir şeye tâzim ettikleri için sahip oldukları muazzam yaratılışın bozulduğu, sûret ve şekillerinin dağıldığı ifade edilmektedir.

Yorumlar