Bir önceki hafta 43. ayette; "Sözde değil, özde; gerçek birer dindar olarak) namazı dosdoğru kılın, benliğinizi arıtmak için vermeye bakın ve rükû edenlerle birlikte rükû edin (Hak karşısında saygıyla eğilin)." diyordu.
Burada “rukü edenlerle beraber rukü edin” demek İslam cemaatinin içine girin demektir. Aslında bize şunu anlatıyor. Çevresel faktörlerin insanı ne kadar etkilediğinden bahsediyor. Son yıllarda üzerinde çok çalışılmış bir konu. Daha çok insanı etkileyen genler midir yoksa çevresel faktörler midir diye araştırmalar yapılıyor. Her ikisinin de etkili olduğu görünüyor.
Mesela utangaç bir anne farenin yanına cesur bir fare yavrusu konuluyor. Daha sonra o fare yavrusu aynı korkak olan anne fare gibi davranmaya başlıyor. Ve diyorlar ki evet, insanın gelişimi üzerinde çevresel faktörler çok etkili. Zihinsel tasavvur üzerinde çevresel faktörlerin çok büyük öneminin olduğunu biliyoruz. Burada şunu söylüyor. Ruku etseniz bile ruku edenlerle beraber olun diyor. Yani, sizin rukularınızın devam edebilmesi, salih amellerinizin devam edebilmesi için o salih amelleri yapan insanlara ihtiyacınız var. O salih amel yolcusu olana ihtiyacımız var. Orada devam edebilmeniz için aynı inanca yönelik amelleri yapan kişilere ihtiyacımız olduğunu söylüyor.
İmam Rabbaninin bir sözü var,
Kurtulmanın tek bir çaresi var, o da kurtulanlarla beraber olmaktır.
Yani ameli salih yolcusu olarak devam edebilmek için ameli salih yolcusu olan kişilere ihtiyacımız var. Yani geçen hafta Er-Rezzak isminde rızkın sosyal tarafını anlatırken sosyal rızkımız bizim aynı inancı, aynı manevi inancı yaşayan insanlarla beraber olmamızın ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Burada aklıma Nietzsche geldi. Onun bir öyküsü vardır. Çarpıcı bir öyküdür. Akli melekeleri yerinde olmayan biri köye iner ve o köye indiği zaman "Tanrı nerede" diye bağırmaya başlar. (Nietzsche'nin tanrıyla ilgili bir sorunu yoktu, asıl sorunu değerlerleyledi.) Onlar Tanrı’ya inanmadıkları için gülerler ve ona derler ki, Tanrı yolculuğa çıktı ve göç etti derler. O da derki, nereye gitti. Br tanesi içlerinden, onu öldürdük der. Bunu nasıl yaptık. Tüm ufku silebileceğimiz süngeri kim tutuşturdu elimize.... ... Nereye doğru gidiyoruz. Hiç durmadan düşüp durmuyor muyuz. Geri ileri, sağa sola, aşağı yukarı sonsuz bir boşluktan bir daha düşmüyor muyuz. Yani ne yaptık da dünyaya güneşe bağlayan zincirlerden koparttık. ... İnsan özündeki değerlerden koptuğu zaman toplum da korkmaya başlıyor. İlk önce insan da olmaya başlıyor ve sonra toplumda olmaya başlıyor. Bugün İnsanı kendi alanında kutsadılar. Hem de insanı insan olmaktan uzaklaştırdılar. Bunun sebebi de aslında insanı özünden uzak tutmaktır. Nietzschenin burada güzel bir tespiti var. İnsanı dünyayı, güneşine bağlayan zincirlerden kopartığımız zaman dünya boşlukta, nereye gideceğini bilmez. Ya da insan ufkunda bir süngerle silip götürdüğü zaman o ufukta artık hiçbir şey yeşermez.
Ayetin bu son bölümüne değinmeden geçemeyecektim. Aynı görüşte, aynı hayır çizgisinde gayret edenlerle birlikte olmaktan bahsediyor "ruku edenlerle birlikte ruku edin" derken. İyi kalabilmen iyilerle birlikte olabilmene bağlı. Salih bir yolun yolcusu olabilmemiz için salih yolculuk yapanlarla bir arada olan eylemlerimiz bizi besliyor olmalı. İnsan zaten sosyal bir varlıktır. Bu sosyalliğini manevi bir anlamda taçlandırdıacak olan, o manevi bünyedeki arkadaşlarla bir arada olabilmesidir.
44. ‘İyi’liği insanlara emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Hem de kitabı okuduğunuz halde!.. Hâlâ, akletmeyecek misiniz?!
45. Sabrederek ve namaz kılarak yardım isteyin. Bu gerçekten ağır bir şeydir ama, huşû sahiplerine değil...
46. Onlar ki; “Rableri ile mutlaka karşı karşıya gelecekleri; sonunda kesinlikle O’na dönecekleri” kanaatindedirler.
[ 526] اَتَأْمُرُونَ ifadesindeki Hemze , hem onaylama hem de kınama ve hallerine hayret etme anlamına gelir. Birr, hayır ve iyiliğin bolluğu demektir. Berr de, bolluğu sebebiyle kullanılır. Bu kelime, her türlü hayrı içine alır. Nitekim sadakte ve berirte [doğru söyledin ve iyi ettin] ifadesi de bu mânadadır.
Biz burada şunu görüyoruz. Rollo May'in bir sözü var.
Sorunları aşmanın ilk adımı nedenlerini anlamaktır.
Olayların yanlış eylemlerinin nedeninden bahsediyor. Siz insanlara fazileti, iyiliği, erdemi tavsiye ediyorsunuz. Ama siz kendinize gelince bunu unutuyor musunuz? Ya da kitap okuduğunuz halde bu iyilikleri yapmıyor ve sadece insanlara öneride mi bulunuyorsunuz? Hakikaten bugün bakıyoruz, herkes birbirine tavsiyede bulunuyor. Herkes danışmanlık bürosu gibi. Ancak eyleme geldiği zaman insanlar yapmakta imtina ediyorlar.
[527] Yahudi din adamları kendi akrabaları ve diğer insanlara gizlice öğüt verdiklerinde onlara Peygamber (s.a.)’e tâbi olmalarını söyler, fakat bunu kendileri yapmazlardı. Denildiğine göre, onlar insanlara sadaka vermelerini söyler, fakat kendileri sadaka vermezlerdi. Kendilerine dağıtmaları için sadakalar getirildiğinde ise hainlik eder, onları âdil dağıtmazlardı. Muhammed b. Vâsi ‘in [v.123/741] şöyle dediği nakledilmiştir: Bana rivayet edildiğine göre; cennettekilerden bazıları cehennemdeki bazı kimselerle karşılaşıp ve onlara; ‘Siz bize birtakım şeyler emrediyordunuz, biz de onları yaptık ve cennete girdik’ diyeceklermiş. Cehennemdekiler ise, ‘Biz onları size emrediyorduk, fakat kendimiz farklı şeyler yapıyorduk’ diyeceklermiş.
Yani bunların mantalitesi, perspektifi; cahiller yapacak ya da onlara tabi olanlar yapacak ama kendileri, o okumuş-yazmış, mevki sahibi kesim olan kişiler yapmayacak. Yapması gerekenler ise sadece kendisine tabi olanlar. Bir çok resim gözümüzün önüne gelmiştir bunu söyleyince. Hoca diyecek ki, sadaka verin ancak hoca vermeyecek. Size, gece teheccüde kalkın diyecek ama kendisi kalkmayacak. Siz söylediğinizi yapmıyorsunuz. Gıybet etme diyorsunuz ama siz kendiniz dedikodu yapıyorsunuz. İnsanlar tavsiyede bulunuyorlar ama tavsiyede bulundukları şeyi yapmıyorlar. Salzman'ın "Yengeç" isimli bir kitabı var. Kitabın başında şundan bahseder. Anne yengeç yürürken çocukları da arkasından yürüyor. Arada bir anne yengeç çocuklarına dönüp düzgün yürüyün, doğru yürüyün, yan yürümeyin düşersiniz diyor. En son bir tanesi dayanamayıp söylüyor, sen bizim önümüzdesin, sen nasıl yürüyorsan biz de öyle yürüyoruz, niye bizi bu kadar uyarıyorsun ki diyor. Burada sadece anne modeli değil. Toplumun bir çok yerinde gördüğümüz bir model. İyiliği söylüyor ama kendisi yapmıyor, yanından bile geçmiyor, sadece yapılmasını söylüyor. Bu gerçek bir model olmak değil. Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem'in bu kadar binlerce yıldır sünnetinin devam etmesinin sebebi bununla alakalı. Söylediklerini yapan bir peygamberden bahsediyoruz. Hakikaten zor bir şey. İnsanın her söylediğini eyleme dönüştürmesi kolay bir şey değil. Yani insanlar söylüyor ama tavsiye ettiğini yapmıyor. Ve hatta tavsiye ettiğinin dışında davranıyor. İnsanlara sadaka verin diyor ve sonra o sadakaları kendisi kullanabiliyor.
[528] وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ yani kendinizi iyilik konusunda adeta unutulmuş halde terkediyorsunuz. وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَۜ ifadesi tıpkı وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ gibi bir kınamadır. Yani, “siz Tevrat’ı okuyorsunuz ki onda Muhammed (s.a.) ’in sıfatları var ya da orada emanete hıyanet etmenin, iyiliği terketmenin ve söz ile davranışın birbirinden farklı olmasının cezasına dair uyarılar vardır” denilmek istenmektedir. اَفَلَا تَعْقِلُونَ ifadesi çok büyük bir kınama ifadesidir. Anlam ise, “yaptığınız şeyin çirkin olduğuna akıl erdiremiyor musunuz da, bu fiillerin kötülüğü sizi onları yapmaktan alıkoymuyor? Adeta akılları örtülmüş kimseler gibisiniz, çünkü akıl bu tür şeylerden kaçınır, bunları reddeder” şeklindedir. Bunun bir benzeri “Yazıklar olsun size de, Allah’ı bırakarak taptıklarınıza da!.. Hâlâ, aklınızı başınıza almayacak mısınız?” [Enbiyâ 21/67] âyetinde mevcuttur.
Kendinize iyiliği layık bile görmüyorsunuz. Burada bir kınama var. Bildiğiniz halde bunu yapıyorsunuz diyor.
44. ayette çok net olarak şunu gördük. Bu yahudilere gelmiş bir emir değildir. Bu bütün Müslüman ve Mü'min olanlara gelmiş bir emirdir.
İyiliği tavsiye edip de o iyiliği yapmıyorsak çok büyük bir bedel ödeyeceğiz.
İyiliği emrediyor, öneriyor, yapabiliyoruz ve bunu biz yapmıyorsak biz bundan çok büyük bir şekilde sorumluyuz demektir. Kürsülere çıkan hocalar, imamlar, şeyhler, öğretmenler, ya da evinin annesi, babası... Bir evin annesi diyorsa ki suyu harcama, israf etme, ama çocuğu yanında yokken kendisi israf ediyorsa o iyiliği yapması gerektiğine inanmıyor demektir. Baba zamanı israf etme diyor ve kendisi telefonlardaysa o iyiliği kendisine layık görmüyor demektir. Altındaki tebasından bekliyor demektir. Bir hoca birbirinize güzel sözlerle konuşun, hitabınız güzel olsun diyor ancak kendisi bunu bilmiyorsa, kendisini hayırda unutuyor demektir.
Bu hepimizi bağlayan bir ayettir. Birey olarak da, toplumsal alanlarımızı da bağlayan bir ayettir. Birilerine iyilik yap diyip kendimiz yapmıyorsak işte bizim burada sadece birilerinden metalanma durumunu yaşıyoruz demektir.
Ama çok enteresan, biz burada şunu anlıyoruz, inanmadıgi İçin yapmıyor. Sadaka verdiği zaman, bire-on geleceğine inanmadığı için kendisi yapmıyor. Peygamber Efendimize (SAV) baktığımızda, ne zaman korkmuştur sadaka vermekten. Kendisine geleni hep dağıtıyor.
Başkalarına iyilik yap dediğimiz şeyi eğer biz yapmıyorsak kendimizi bu iyilikte unutuyorsak, rasyonel aklımızda bir problem var demektir.
Bu ayet çok önemli. İnsanlara sadaka ver demek yerine sadakayı biz vermeliyiz. İnsanlara koş demek yerine biz koşmalıyız. İnsanlara teheccüde kalk demek yerine kendimiz teheccüde kalkmalıyız. Doğru olan güzellikleri üretmek istiyorsak, herkes güzellikleri (kendi) yaptığı zaman üretilir. Birilerine yap dediğimiz zaman kendimiz yapmıyorsak bunun zeminini kuruturuz.
[ 529] وَاسْتَع۪ينُوا ihtiyaç duyduğunuz şey için Allah’tan yardım isteyin; بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ sabır ve namazla, yani ikisini birleştirerek ve namaz mükellefiyetinin zorluklarına sabrederek; namazda gerekli olan ihlâs, sağlam niyet, vesveseyi def etme, edebe riayet, mekruhlardan korunma, Allah karşısında saygı ve alçakgönüllülük, azap ve öfkesinin bağından azat eylemesi için göklerin kralı olan Allah’ın huzurunda bulunma ânı olduğunu hatırından çıkartmadan namazı kılmak, bunlara tahammül etmektir. Bunun bir benzeri de, “Ehline (yani, ailene ve mü’minlere) namazı emret; kendin de sabırla ona tahammül et.” [TāHâ 20/132] âyetinde söz konusudur.
Yine çok kilit bir ayete geldik. Çünkü hepimiz zor durumlara düşe biliyoruz. Bu ayet diyor ki siz ihtiyaç duyduğunuz şeyi Allah’tan isteyin diyor. Çünkü insan insana hiçbir şey veremez. Rızkı veren Allah’tır. İnsanın hayatındaki bütün yaşamsal faaliyetlerini ortaya koyan Allah’tır.
Hiç kimsenin elinden birşey gelmiyor bizim varoluşsal serüveninizde hayatta kalmaya. Allah verirse biz hayatımıza devam edebiliyoruz.
O yüzden bir kere burada biz çok özgür hissetmemiz lazım.
Allah’tan başkasından istemeyecek kadar özgür hissetmemiz lazım.
Yani şunu görüyoruz. Allah’tan sabırla ya da dirençle ya da duayla yardım isteyin.
Sabır bir direnmektir. Sabır pasif bir eylem değildir. Aktif bir eylemdir.
İnsan düşünmeye yönelik sabır gösterdiğinde, bu sabır ınsanı yep yeni oluşumlar içine sokar. Özellikle psikoloji ve nöroloji doktorlarının yaptığı çalışmalarda şunu görüyoruz, bir insan uzun zaman bir konu üzerinde düşünüyorsa oradan inanılmaz fikirler çıkartır diyorlar. Budha'yı düşünün. 25 yaşlarında bir dağa çıktığını biliyoruz. Hemen hemen yedi sene boyunca oradan inmiyor. Ve indiğinde nasıl söylemlerle iniyor.
Zeynep Gazali'nin örneğinde görüyoruz, kitabında "direnişinden hiç vazgeçmedim" diyor. Sabrettikçe sabır kaslarınız daha güçlü hale geliyor. Ağırlık kaldıran insanların kasları yırtılıyor aslında. Daha sonra o kaslar daha güçlük kaslar haline geliyor. Sabır da böyle bir mekanizma. Çok tükendiğimizi, yırtıldığımızı hissedebiliriz ama ondan sonra daha güçlü bir yere doğru evriliyor. Tam bittim tükendim, artık daha gitmiyor dediğimiz yerde o sabır tekrardan insanı ayağa kaldırıyor. Sabır büyük bir direniştir. Bu direniş sadece yaşadığımız olaylara, hastalıklara, insanlara karşı değil. Afrika’da ki insanın açlığa gösterdiği sabırla bizimkisi tabii ki birbirinden çok farklı. Afganistan'da yaşayan birinin savaşta balına gelenlere gösterdiği sabır ile bizimkisi çok farklı. Sabır eşiklerimiz de böyle birbirinden farklı. Sabra devam ettikçe, sabırlı davrandıkça sabır eşiğimiz artıyor. Bunu hepimiz tecrübe etmişizdir. Çok acı bir şey yaşarız, arkasından yaşadığımız daha ağır bile olsa biz o kadar fazla acı hissetmeyiz. Güçlenmiş oluruz.
Belki de en büyük sabır günaha karşı, isyana karşı, dünyevileşmeye karşı olan sabır. İnsan şeytanlarına karşı, nefse karşı, içgüdülerine karşı en büyük direnişi sabırla gösteriyor. Belki biz bunu iradenin altında da ele alabiliriz. İradenin içine tabii ki otokontrol de geliyor. İradenin içerisinde, iradenizi ne kadar güçlü tutarsanız diyor psikologlar, bir dahaki sefere o irade daha güçlü olacaktır. Bugünün insanı iradesini çok rahat kullanamıyor. Çünkü hızza ve hazza dayalı bir hayatı var ve beynimiz devamlı uyarılıyor. Böyle olduğu için de bizim iradeli davranıp davranma gücümüz zayıflıyor. İradeli davranmak sabırlı davranmayı da gerektiriyor. Ne kadar iradeli olursak sabrımızı o kadar yükselmiş oluyoruz.
[530] İfadenin, “bela ve sıkıntılar karşısında namaz ile Allah’tan yardım dileyip, namaz vakti geldiğinde namaza sığınarak sabredin” anlamında olması da mümkündür. Rivayete göre; Peygamber (s.a.), herhangi bir konuda sıkıntıya düştüğü zaman namaza sığınırdı. [Ebû Dâvûd, “Salât ”, 312] Yine rivayete göre İbn Abbâs [v.68/688], bir yolculuk esnasında iken kardeşi Kusem ’in [v.57/676] vefat haberini almış; yoldan geri dönüp yolun bir kenarına çekilerek iki rekât namaz kılmış; namazı esnasında uzunca teşehhüd de bulunmuş, ardında kalkıp bineğine doğru yürürken “sabır ve namazla yardım dileyiniz” âyetini okumuştur.
Namaz vakti geldiğinde de geç karşısına, Ya Rab! kapına geldim, de. Ya Rab! senden istemeye geldim, de.
Bu ayet çok teselli eden bir ayettir. İçinizin yandığı yerde sabırla ve namazda dua edin. İnsan öyle acılar yaşar ki bazen, bazen kendiniz bile kendinize teselli olamazsınız. Kimsenin elinin yüreginize dokunamayacağı acılarınız vardır. Hiç kimse o acıya elini dokunduramaz. Sözünü dokunduramaz. Sadece o acıyı teselli edebilecek, o acıyı rahatlatabilecek, Sekine verebilecek Allah’tır.
Destek alınan yer insanın sabır eşeğini de değiştiriyor. Nereye bağlanıyorsak gücümüz o bağlandığımız yere göre oluyor. Dünyaya bağlıysan gücün dünya kadar oluyor. İnsana bağlanıyorsan insan kadar oluyor. Onun için Allah’tan iste. Ve nasıl iste; önce biraz diren, kendi yeteneklerini ortaya çıkart ve dua ile iste. Dua da aslında bir iletişim metodolojisidir. Ya Rab, bana şunu şunu ver, demek değil, Ya Rab! sana geldim, acizim, fakirim sana geldim ve bütün bağlarımla senden istemeye geldim, demek.
[531] Bir görüşe göre; burada sabırdan maksat oruçtur, zira oruç insanın kendisini helal olan şeylerden uzak tutmasıdır. Bu sebeple Ramazan ayı na sabır ayı denmiştir. Salât kelimesi ile de duânın kastedilmiş olması, belalar karşısında sabır ile yardım dilenmesi ifadesinden ise duaya sığınmanın; belaları def etme konusunda Allah’a iltica etmenin kastedilmiş olması da mümkündür.
Ne kadar dua ediyorsak, sabrımız o kadar artıyor. Dua sabrı arttıran bir mekanizma. Bununla ilgili bir çok çalışma var. Ne kadar dua ediyorsak o bizim bilinçaltınızda bir olumlama oluşturuyormuş. Diyelim direncimiz 1 birim, dua ile bu 10 birime, 100 birime çıkabiliyor. Ne kadar dua edebiliyorsak sabır gücümüz o kadar artıyor. Demekki dua ve sabır birbiri ile iç içe mekanizmalar. Bu namaz da olabilir. Namaz kainatın senfonisine bir uyumdur demiştik.
Namaz bir çok şeyi sembolize eder.
Namaz insanın ömrünü de sembolize eder. Allahuekber dersin o esnada doğmuşsundur. Kıyamda gençliğini yaşarsın uzun uzun, ne kadar okursan o kadar yaşarsın, sonra rükuya gidersin ve yaşlanma başlamıştır, aşağıya doğru çökmeler devam ediyordur. Secdeye gittiğimiz anda artık bitmiştir. Artık insanın tam anlamıyla anne karnındaki haline, yani yepyeni bir güzergahı geçişidir, yani ölümüdür ve birleşmesidir. Tekrar ayağa kalkmak ise haşırdır diyoruz.
Salât kelimesinin etimolojik manası "leğen kemiği" demek Leğen kemiği, kişiyi ayakta tutan kemik demek. Yani namaz insanın maneviyatını, ruhunu ayakta tutan bir mekanizma. İçinde dua var, oruç var, içinde islamın sistematik olarak beş şartı var. Başka şeyler de var aslında. Oruç da tutuyoruz, namaz da kılıyoruz, bedenimizin zekanı da veriyoruz, kıbleye dönüyoruz. Namaz bir direniştir.
Hz. Ammar, ve Hz. Abbad nöbet tutuyordu. Hz Abbad namaza başladı. Onu gören bir müşrik ona bir ok fırlattı. Müşrikin oku Hz. Abbad’a saplandı. Hz. Abbad, İlahî huzurdaydı. Öyle bir huşu içindeydi ki, vücuduna saplanan ok değil, sanki bir dikendi… Hiç tavrını bozmadı. Eliyle oku çekip çıkardı ve yere bıraktı. Namaz kılmaya devam etti. Üçüncü defa fırlayıp gelen oku da öbürleri gibi eliyle çıkarıp yere koydu, rükû ve secdeye vardı. Selam verdi. Artık iyice hâlden düşmüştü. Gitti, arkadaşını uyandırdı. Hafifçe:
“Kalk, otur! Ben kımıldamayacak hâlde yaralandım.” dedi.
Gözlerini açan Hz. Ammar bir de ne görsün, Abbad’ın her tarafından kanlar boşalıyordu! Durumu anlamıştı:
“Sübhanallah! O müşrik sana ilk oku attığı zaman beni niçin uyandırmadın?!” diye sordu. Hz. Abbad şu karşılığı verdi:
“Ben namazda Kehf Suresine başlamıştım. Sûreyi bitirmedikçe kesmek istemedim. Oklar üzerime art arda gelmeye başlayınca, uyandırıp sana haber vermek için okumayı kestim, rükûa vardım. Vallahi Resûlullah’ın korunmasını emrettiği boğaz ağzını korumayıp kaybetmiş olmaktan korkmasaydım, sûreyi bitirmeden kendim biterdim [ölürdüm]!
Namaz holistik, bütüncül bir yaklaşımdır. Yani parçalardan olan bütünü, daha bir bütün olarak görebilme. Bütünün üstünde bir bütün olduğunu görebilmektir. Namazın bir bütün içinde bütün olduğunu görüyoruz. Bugün çok havalı olan meditasyon yapmak. Okuyorum son dönem psikoloji makalelerini. Muhakkak kendinize günde 3-4 kere vakit ayırın diyor. Namaz bunların hepsini kapsıyor zaten. Hiç ihtiyacımız yok bizim. Sıkıntıda da ihtiyacımız yok, sıkıntısız dönemlerimizde de ihtiyacımız yok. Her dönemde gideceğimiz yer namaz.
Öğrencilerden biri hocasına rüyasında görüyor. Hocasını cehennemde görüyor. Çok rahatsız oluyor ve bunu hocasına söylemek istemiyor. Ve bir müddet sonra hocasına söylemeye karar veriyor. Hocam sizi rüyamda cehennemde gördüm ve bunu söylerken çok rahatsız oluyorum diyor. Hoca hiç cevap vermiyor ve abdest alıp iki rekat namaz kılıyor.10-15 gün sonra öğrenci bu sefer hocasına koşa koşa geliyor ve diyor ki size cennet bahçelerinde gördüm. Hoca yine hiçbir şey demiyor ve kalkıp abdest alıp iki rekat namaz kılıyor. Öğrenci bunun sebebini soruyor. Cehennemde olduğunuzu söyledim, hiçbirşey demeden iki rekat namaz kıldığınız, cennette gördüm dedim, hiçbirşey demeden iki rekat namaz kıldınız. Öğretmen ise şunu söylüyor. Ne olursa olsun gidilecek başka kapı var mı.
Ne olursa olsun bu varoluşsal zeminde, insanın sınırlılığının içinde gidilecek sınırsız tek kapısı var, o da Rabbi.
İyi ki de öyle. İyi ki bizi insanlardan istemekten uzak tuttu. İpler ne kadar kalın ise hiç kimseden ihtiyaç duymazsınız. İhtiyaca ihtiyaç duymazsınız. Bugünün dünyası insanı ihtiyaçlı eyledi. Zenginliği hep, Para, mevki zannediyoruz... Zenginlik için, Duha Suresi'nde Allah söylüyor, seni fakir bulup da zengin eylemedik mi, diyor. Peygamber Efendimiz hiç zengin olmadı. Ama Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem'in kalbini ihtiyaçsız kıldı.
İhtiyaç hissettiğimiz kadar fakiriz. İhtiyaçsız hissettiğimiz kadar da zenginiz, güçlüyüz ve bu dünyada sabrımız o kadar yoğun. Demekki namaz ve sabırla isteyin diyor. Kimseden isteyin demiyor. Biz sadece Allah’tan isteriz. Bunu her gün Fatiha Suresi'nde de okuyoruz. Demekki isterken de sabırla, dirençle, zaman içinde olacak olayları bekleyerek, bakalım oradan hangi kapılar açılacak, o kapı kapanırsa bakalım hangi kapılar açılacak diyerek istemek. Hep hayatımız istediğimizden de öte olsun istiyoruz. İnsanın en büyük handikapı bu. Belki de insanın en büyük imtihanı.
İnsan iki tane büyük problematiği var. Birincisi, her şeye sahip olmak istiyor. İki sahip olduklarının da asla elinden gitmesini istemiyor.
Her şeye sahip olmak istiyoruz. Annen de olacak, baban da olacak, çocuğun da olacak, paran da olacak, mevkiin de olacak,... Ve bu olanlar da her zaman bizimle olacak. Aslında böyle değil.
Dünya hayatı meta‘dır. Yani daim değildir. Sabit değildir. Ve kâmil değildir.
Dünyada hiçbir nimet kâmil değildir. Psikologların şöyle bir çalışması var, insanlar asla geriye, geçmişe dönmek asla istemezlermiş. Yine de ileriye doğru gitmek isterlermiş. Sabır ve dua ile Allah’tan istemeyi öğrendik. Başka bir kapının olmadığını bilmek. Çok kapılar olabilir ama o kapıların hiçbiri Allah’ın kapıları değildir. Allah’ın yarattığı kapılardır. Yaratılanlar olarak açtığımız kapılardır. Ama bütün kapıları değiştiren, kâinat sistemini değiştiren o kudretin sahibi olan, Rezzak olan, ve hep var olan Allah’tır. Demekki başımıza bir sıkıntı gelince ya da güzel bir şey gelince de aynı şekilde. Hemen iki rekat namaz kılın ve O'ndan yardım isteyin.
[ 532] وَاِنَّهَا ’daki zamir namaza ya da yardım dilemeye işaret eder. Ayrıca bu zamirin, [40. âyetteki] “Benim nimetimi hatırınızdan çıkartmayın” ifadesinden [bu âyetteki] “yardım dileyin” ifadesine kadar İsrailoğullarına emredilip, yasaklanan şeylerin toplamına da işaret etmesi mümkündür. لَكَب۪يرَةٌ; “gerçekten zordur, ağırdır.” Bu tıpkı, kebura ‘aleyye hâze’l-emru [bu iş bana ağır geldi] ifadesindeki كَـبُرَ عَلَى الْمُشْرِك۪ينَ مَا تَدْعُوهُمْ اِلَيْهِۜ [“Kendilerini davet ettiğin ilke, Müşriklere ağır geliyor” (Şûrâ 42/13)] âyetindeki kullanım gibidir.
[533] Şayet “Namaz neden huşû sahipleri ne ağır gelmemektedir, haddizatında huşû nun kendisi ağır değil midir?” dersen, şöyle derim: Çünkü huşû sahipleri, namazın zorluklarına sabreden kimseler için hazırlanmış olan mükâfatı beklemektedirler ve bu durum onlara namazın ağırlığını hafifletmektedir. Nitekim “Rableri ile karşılaşacakları kanaatindedirler” buyrulmaktadır ki buradaki zann, onun sevabına nail olmayı, katındaki nimetleri elde etmeyi beklediklerini, bunu umduklarını ifade eder. Nitekim يَظُنُّونَ ifadesi, İbn Mes‘ûd mushafında يعلمون [bilirler] şeklindedir, yani ceza günü ile mutlaka karşı karşıya geleceklerini bilirler ve buna göre amel ederler. Bu sebeple, يَظُنُّونَ ifadesi“kesin olarak inanırlar” şeklinde tefsir edilmiştir. Ceza günü ile karşılaşacağına kesin olarak inanmayan, sevap ümidi taşımayan bir kişi için namaz; salt meşakkat olur ve tıpkı amelleri ile kendilerini Müslüman göstermeye çalışan münafıklara geldiği gibi ona da zor gelir. Bunu şöyle örneklendirmek mümkündür: Bir kimseye, belli işler karşılığında, çalıştığının karşılığı olan ücretten çok daha yüksek bir ücret vaat edilecek olsa, o kimsenin yaptığı işe büyük bir gayret ve şevkle sarıldığını, işini yaparken yanındakilere karşı daima yüzünün güldüğünü, içinin ferah olduğunu, adeta yaptığı işten zevk aldığını görürsün. Oysa herhangi bir ücret karşılığı olmadan aynı işi yapacak olan kimse ise, adeta üzerini karanlık bürümüş gibi olur. Bu sebeple Peygamber (s.a.), “Benim mutluluğum namazdadır” [Nesâî, “İşratü’n-nisâ”, 1] buyurmuştur. Yine Peygamber (s.a.),“Bilal! Haydi, [ezan oku da] bizi rahatlat” [Ebû Dâvûd, “Edeb”, 78] buyurmuştur.
Namazla ve sabırla durmak ancak ve ancak Allah’tan haşyet edenlerin, gönlü Allah’la çarpanların yapabileceği bir iştir. Onun dışındakiler yapamaz.
Demekki başımıza bir şey geldiğinde namazla ve sabırla bekleyemiyorsak demekki haşyet edenlerden değiliz.
Namaz ve dua, sabırla beraber kulun en güzel istemesidir, en büyük direnişidir ve kulun en büyük alabileceği yoldur.
Ve şunu unutmayalım biz hepimiz mükafat almak isteriz, güzellikler bizim olsun isteriz, bunun için de tabii ki gayret etmemiz gerekiyor. Arada düşünmemiz lazım sonra kalkmamız lazım. Hoşlanmadığımız şeyler olsun ki insan olduğumuz belli olsun. Ama ben burada ders anlatıyorum güzel güzel. Ama benim ne olduğumu yaşadığım imtihanlar ortaya koyar. Benim ne olduğumu o problemlere karşı nasıl bir tavır aldığım, direncim, sabrımla ortaya çıkıyor. Yoksa problem olmadığı anda böyle şeylere ihtiyacım yok zaten.
Asıl insanın kim olduğunu problemler karşısında gösterdiği tavrı ele verir.
Amerika’da herkesin konuştuğu birden fazla dil vardır. Orada derler ki, bir insanın ana dilini öğrenmek istiyorsanız onun nasırına basın. Çünkü nasırına bastığı zaman insan direk söyleyeceğini ana diliyle söyler.
İnsanın iki dili vardır. Bir dua dili, bir de beddua dili.
Herhangi bir zorlukta nasırımıza basıldığı zaman, Yusuf gibi kuyuya atıldığımız zaman bizim kim olduğumuzu sözümüz ortaya koyar. Ya dua ile konuşuruz, ya da beddua ile, ya da isyan ile konuşuruz. Burada kalbinin zincirleri Rabbine bağlı olanın gücü çok daha yüksektir. Bunu görmüş oluyoruz.
Buradaki "yezünnun" yani "zan" kelimesinin manası şu şekildedir. "Zan" kelimesi, bizim anladığımız anlamda: böyle olduğunu düşünüyorum ama emin değilim, demek. Ama Arapçada şöyledir. Bir şeyi gözüyle görmediği halde gözü ile görmüş gibi iman etmek. Gözlemlemiyor ama gözüyle de görmüş gibi iman etmektir. Bunların durumu sanki görüyormuş gibi amel ederler.
Acaba ahiretin kapıları bize bir anlığına açılsa hangi halimizi değiştirirdik. Ama onlar sanki görmüş gibi inanırlardı.
Sabır ve namazla Allah’tan istemenin insana direnç getireceğinden bahsettik. Bu durumda Allah’ın onu her koşulda destekleyinceğinden bahsettik.
[534] Huşû’ gönülden boyun eğme ve mutmainlik demektir. Bu anlamdan türetilerek basık kumlara huş‘a denilmiştir. Hudū’2 [ خضوع] ise, boyun eğip teslim olmak ve yumuşamak demektir. Kadın, sesini yumuşak ve hoş bir şekilde çıkartarak albenili konuştuğu zaman hada‘at bi-kavlihâ denir.
Yorumlar
Yorum Gönder