Bakara Sûresi 34-41 ( Keşşâf Tefsiri p. 493-520)



34. Hani, meleklere; “Âdem ’e secde edin” demiştik de hemen secde etmişlerdi. Sadece İblis büyüklük taslayarak şiddetle kaçınmıştı; inkârcı nankörlerden idi...

35. Ve demiştik ki: “Ey Âdem! Eşinle birlikte Cennet’te otur. Orada istediğiniz her şeyi âfiyetle, bol bol yiyin; fakat şu ‘ağac’a yaklaşmayın, yoksa zulmedenlerden olursunuz!”

36. Nihayet, ondan dolayı ikisinin de ayaklarını kaydırdı ve içinde bulundukları yerden ikisini de çıkardı. Biz de; “Birbirinize düşman olarak hepiniz birden inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar bir yerleşim ve faydalanma vardır!” dedik.

[493] Secde Allah Teâlâ’ya ibadet maksadıyla, başkalarına ise saygı ve hürmet maksadıyla yapılır. Meleklerim Âdem (a.s.) ’a secdesi ve ebeveyni ile ağabeylerinin Yusuf (a.s.) ’a secdeleri [Yusuf 12/100] bu şekildedir. Secdenin şekil ve zamanının toplumdan topluma farklılık göstermesi mümkündür. Ebû Ca‘fer, لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُواifadesindeki melâ’ikenin sonundaki Tâ’yı, takip eden kelimeye uygun bir şekilde ötreli olarak, لِلْمَلٰٓئِكَةُ اسْجُدُوا şeklinde okumuştur. Ancak i‘râbdan kaynaklanan bir harekenin, bu şekilde, takip eden kelimeye uygun olsun diye (itbâ’ kuralı gereği) değiştirilmesi الْحَمْدُ لِلٌٰهِ okuyuşunda olduğu gibi ancak çok zayıf bir dil tercihidir.

Burada yere kapılarak secde yapma eyleme anlatılmıyor. 30. ayet öncesine bakmamız gerekiyor öncelikle. Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını ifade ediyor. Melekler de biz bu görev ve sorumlulukta bu göreve layık değil miyiz? Neden yeryüzünde fesat çıkartacak birini yaratacaksın, diye soruyorlar. Allah Teala da, ben sizin bilmediklerinizi bilirim diyor. Ve Adem aleyhisselama isimleri öğretiyor. İsimden kasıt burada varlıkları isimlendirme, onların marifetini mahiyetini ve işlevlerini anlama kavramı veriyor. Meleklerin Bu iddiasına karşılık melekler, sen bize ne öğretti sen onu biliriz diyor. Ve Allahü Teala, ey Adem sen meleklere bunların isimlerini söyle diyor. Adem aleyhisselam isimleri söyleyince melekler de, biz bilmediklerimizi aça vurduk diyor. Sonra meleklere Allah buyuruyor ki Âdem’in üstünlüğünü kabullenin. Ona secde edin, derken ona olan hürmetinizi belirtin diyor. Melekler de Adem aleyhisselamın üstünlüğünü kabul ediliyor. Ve burada İblis istisna kalıyor.

 

[494] اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ ifadesi muttasıl istisnadır, çünkü İblis, binlerce melek içerisinde tek kalmış bir cin dir. Bu sebeple, tağlîb kullanımı gereği önce فَسَجَدُٓوا [secde ettiler] denilmiş, ardından da tek bir şeyin istisnası kabilinden olmak üzere اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ ifadesiyle İblis istisna edilmiştir. Bu istisnanın munkatı’ istisna olarak düşünülmesi de mümkündür.

Şeytanın Allah ile olan ilişkisinde "iblis" ismi kullanılır. İnsanlarla olan münasebetinde ise "şeytan" kelimesi kullanılır. Cinler sorumlu varlıklardır. Hem de akıllı varlıklar. Dolayısıyla yaptıkları işlerin sorumluluklarına katlanmak zorundalar. Meleklerin ise böyle bir durumları yok. Dolayısıyla şeytanın burada meleklerden değil cinlerden olduğu anlaşılıyor. 

[495] اَبٰى [şiddetle kaçındı] ifadesi; kendisine emredilen şeyi yapmaktan imtina etti anlamına; اسْتَكْبَرَ ise, kendisine emredileni yapma konusunda kibirlendi, anlamına gelir. “İnkârcı nankörlerden idi...” yani cin ve şeytan kâfirlerinin cinsinden olduğundan, kendisine emredileni yapmaktan kaçındı, kibirlendi. Bu durum “O ise cinlerden olduğu için Rabbinin emrinden çıkmıştı.” [Kehf 19/50] âyetinde de ifade edilmiştir.

İblisin İblis olma sebebi burada onun Allah’ı inkar etmesi değil Allah’ın emrettiği şeye uymaması olarak görünüyor. Kendisini insandan daha büyük görüp Allah’ın da onu kendi görmesini istediği yerden görmesini istediği için burada sıkıntı oluşuyor. Başka insanların kendisini gördüğü yerden onu görmesini istiyor şeytan. Burada da problem çıkıyor. Yani olmadığı bir konuma kendisini getiriyor. Ve o olmadığı konumdan başkalarının onu değerlendirmesini istiyor.

"İstekbera" kelimesi bir şeyi sürekli devamlı yapma kalıbında gelir. Dolayısıyla burada yanlışında ısrar etmesi ifade ediliyor. Israrla burada Allah’ın emrini, hükmünü beğenmiyor. Ben ondan üstünüm diyor ve bundan vazgeçmiyor. Ve bu yaptığı eylemi sürdürüyor. Düşündüğümüz zaman aslında günahkar bir insana İblisleşiyor demiyoruz. Bir insan iblis haline getiren o talebindeki ısrarıdır. Her günahkara İblis diyemeyiz. Ama günahkar Allah’tan ümit kesiyorsa bu İblisleşmektir. 


[496] [Yerleşip oturma anlamındaki] süknâ , [hareketsizlik mânasındaki] sükûndan gelmektedir; zira o da bir tür kalma ve istikrardır. اَنْتَ [sen] kelimesi اسْكُنْ [yerleş/ otur] emrindeki gizli ‘sen’i tekid etmekte; atıf böylece mümkün olmaktadır.

Mesken kelimesi de buradan gelir. İnsanın evi insanın en rahat ettiği yerdir. İçi rahat eder orada. 

[497] رَغَداً ; mastarın sıfatıdır, yani “bolca ve rahat rahat yiyin” demektir. حَيْثُ; müphem mekân ifade eder, yani “cennetin neresinde isterseniz orasında” anlamına gelir.

Bu arada Adem ve Havva %99 sınırsız fakat %1 sınırlı ki orada sınırı öğrensinler diye. İnsana da binlerce nimet verilir ve elinden bir-iki tanesi alınsa hemen aklı o alınan nimetlere gider. Keşke elimden alınmasaydı diye düşünür. Dolayısıyla şeytan orada insanla uğraşır. Elinde olmayanlarla insana oyalayıp duruyor. Bugün pozitif psikoloji dediğimiz de insanın elindekini odaklanmasıdır. Ama elinde olmayana odaklandığı zaman hiçbir şekilde memnun olmuyor.

[498] شِئْتُمَاۖ [dilediğiniz]: Cennette o ikisine mutlak mânada izin verilmiş, diledikleri şeylerden yiyebilecekleri ifade edilmiş; akıllarına hiçbir yiyecek ya da cennette yiyeceklerle dolu hiçbir bölge takılıp kalmaması murad edilmiş; böylece bütün bu sayısız ağaç içerisinden gidip sadece birinden yeme konusunda mazeretlerinin kalmaması istenmiştir. Denildiğine göre, bu ağaç buğday veya üzüm ya da incirdir. Ve lâ tikrabâ şeklinde, Tâ’nın kesresi ile bir okuyuş vardır. Hâzihî kelimesi hâzî; eş-şecerate kelimesi de Şın’ın kesresi ile eş-şicerate ve hem Şın’ın hem de Yâ’nın kesresi ile eş-şîrate şeklinde okuyuşlar vardır. Ebû Amr ’ın [v.154/771] bu okuyuşları hoş görmediği ve “Bunlar Mekke’nin Berberîler inin ve zenciler inin okuyuşudur” dediği nakledilmiştir.
[499] مِنَ الظَّالِم۪ينَ ; Allah’a isyan etmek sûretiyle kendilerine zulmedenler anlamına gelir.  فَتَكُونَا ifadesi, تَقْرَبَا fiiline [nehiy ifadesine] atıf olarak meczûmdur ya da bu nehiy fiilinin cevabı olarak mansuptur. عَنْها’daki zamir, “ağac”a işaret eder; anlam, “şeytan onların, ağaç yüzünden, ağaç sebebiyle ayaklarını kaydırdı” şeklindedir. Yani şeytan onların ayaklarını kaydırmayı, ağacı bahane ederek başarmıştır. ‘An harf- i ceri, tıpkı وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ [“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” (Kehf 18/82)] âyetindeki ve şairin şu beytindeki gibidir: 
Çok yiyip içtiklerinden, zirveye çıktılar şişmanlıkta!

Orada Allah’ın dur dediği yerde durmaları gerektiğini ifade ediyor. Zülüm bir şeyi hak ettiği yerden başka bir şeye koymak demektir. Allah hazreti Adem’e cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber sınavı orada veriyor. Veya sınava yaklaşırsa zalimlerden olacakları açıklanıyor. 

[500] Bir görüşe göre, şeytanın onların ayaklarını kaydırıp cennetten çıkarması, onları oradan çıkarıp uzaklaştırması anlamındadır. Nitekim زَلّ عن مرتبته [mertebesinden uzaklaştı], زَل عنى ذاك [elimden çıkıp gitti], زَل من الشهر كذا [Ay’ ın şu kadar günü gitti] gibi ifadelerde kelime bu mânadadır. فَاَزَلَّهُمَا [ayaklarını kaydırdı] ifadesi فَأزَالهما [onları izale etti / onlara zeval verdi] şeklinde de okunmuştur.
[501] مِمَّا كَانَا ف۪يهِۖ ; içinde bulundukları nimet ve saygınlık mânasına ya da -eğer عَنْها ifadesindeki zamir, “ağac”a işaret ediyorsa- “cennet ” mânasına gelir. İbn Mes‘ûd (r.a.) [v.32/652 فوسوس لهما الشيطان عنها [nihayet, ondan dolayı ikisine de vesvese verdi] şeklinde okumuştur ki, bu da عنها’daki zamirin “ağac”a işaret ettiğinin delilidir; çünkü mâna, “şeytanın vesvesesi ondan sādır oldu” şeklindedir.
[502] Şayet “Şeytana “Öyleyse çık oradan; artık kovulmuş birisin!” (Hicr 15/34)] denilmiş olduğu halde, onun Âdem (a.s.) ’a ve Havvâ ’ya vesvese vermeyi ve onların ayaklarını kaydırmayı başarması nasıl mümkün olmuştur?” dersen, şöyle derim: Şeytanın cennete girişinin yasaklanması, oraya melekler gibi saygın ve Allah’a yakın olarak girmesinin yasaklandığı anlamında olabilir. Bu durumda, onun Âdem ve Havvâ’ya imtihan olsun diye vesvese vermek üzere cennete girmiş olması imkânsız değildir. Şeytanın göğe yaklaştığı ve oradan onlarla konuştuğu da söylenmiştir. Bir görüşe göre de cennetin kapısında dikilmiş ve onlara oradan seslenmiştir. Yine bir rivayete göre, şeytan cennete girmek istemiş, fakat bekçiler ona izin vermemiş, o da bir yılanın ağzına girip onunla birlikte, bekçilere fark ettirmeden cennete girmiştir! Bir görüşe göre اهْبِطُوا [inin] emri Âdem, Havvâ ve İblis’in üçüne de verilmiş bir emirdir. Bir görüşe göre emrin muhatapları içerisinde yılan da vardır. Doğru olan görüş, bu emrin Âdem ve Havvâ’ya yönelik olduğu, o ikisinin ve zürriyetlerinin kastedildiğidir. [Zamir çoğul kullanılmıştır], zira onlar insanların aslı, ataları oldukları için, bütün insanlar gibi değerlendirilmişlerdir. Bunun delili de şu âyetlerdir: “Buyurdu ki: İkiniz de inin oradan; hepiniz birbirinize düşmansınız...” [TāHâ 20/123]; “Tarafımdan size bir kılavuz gelir de, kim Benim kılavuzuma uyarsa, artık onlar için herhangi bir korku söz konusu değildir, üzülecek de değillerdir. Nankörce inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar... Bunlardır işte Ateş’in sahipleri. Hem de kalıcı olarak...” [Bakara 38-39] ifadeleridir. Bu, aslında bütün insanları kapsayan bir hükümdür. “Hepiniz birbirinize düşmansınız” ifadesinin mânası, insanlar arasındaki düşmanlık, karşılıklı saldırganlık ve birbirlerini saptırma çabalarıdır.

Metadan kasıt dünya nimetlerinden hiçbir şey dayimi ve sabit değil. Yani hiçbir şey daim olarak bize ait değil. Bir süre sonra elimizden kayıp gidebilir. Kamil değil yani mükemmel değil. Veya sabit değil. 

[503] الهبوط yere iniş; مُسْتَقَرٌّ istikrar yeri ya da istikrar; وَمَتَاعٌ َ yaşamdan istifade etmektir. اِلٰى ح۪ينٍ ise, kıyamet gününe kadar demektir. Bir görüşe göre bu ifade, “ölüme kadar” anlamına gelir.

37. Sonuçta, Âdem , Rabbinden birtakım (Tevbe ve dua) kelimeler(i) belleyip aldı. Rabbi de onun tevbesini kabul etti. O’dur çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli (Tevvâb, Rahîm ).

38. Dedik ki; “Hepiniz birden inin oradan; tarafımdan size bir kılavuz gelir de, kim Benim kılavuzuma uyarsa, artık onlar için herhangi bir korku söz konusu değildir, üzülecek de değillerdir.”

39. Nankörce inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar... Bunlardır işte Ateş’in sahipleri. Hem de kalıcı olarak...

[504] Kelimelerin telakkī edilmesinin anlamı, onların alınıp kabul edilmesi ve öğrenildikten sonra onlarla amel edilmesidir. فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ كَلِمَاتٍ ifadesi Âdem kelimesi nasb edilerek ve kelimât ref‘ edilerek فَتَلَقّٰٓى اٰدَمُ مِنْ رَبِّه۪ şeklinde de okunmuştur. Buna göre kelimeler Âdem’e tebliğ edilip ulaştırılmış, ona yönelmiştir.

Kelimeden kasıt önceki ayette de gördüğümüz gibi Allah’tan öğrenmektir. Allah tövbe etmek için bize kelimeler veriyor. İnsanın Tövbesi kelimelerle ve sevgisi de kelimelerledir. "Kelime" kelimesinin anlamı da güç demek aynı melekedeki gibi. İnsanın sözleri güçtür. Bu güç eylemlerimizi mesajlarımıza yansıyor. 

[505] Şayet “Bu kelimeler nelerdir?” dersen, şöyle derim: Bunlar “Ya Rabbi! Kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan, bize merhamet etmezsen, kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olacağız.” [A‘râf 7/23] ifadeleridir. İbn Mes‘ûd (r.a.)’ın [v.32/652] şöyle dediği nakledilmiştir: Allah’a en sevimli olan sözler atamız Âdem ’in hata işlediği zaman söylediği şu sözlerdir:
Allah’ım! Sen her türlü noksan sıfattan münezzehsin, sana hamd ederiz. Senin ismin mübarektir, şanın çok yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla, zira günahları senden başka bağışlayacak yoktur.

Kelimelerden kasıt Allah, Havva ve Adem aleyhisselama nasıl tövbe etmesi gerektiğini de bildirmiş oluyor. Ve Hazreti Adem ve Hazreti Havva biz kendimize yakışmayanı yaptık ve kendimize zülmettik diyorlar. Senin hayır dediğine evet dedik, arzularımıza uyduk diyor. Biz de ilahi buyruklarına her karşı çıktığımızda irademizi zayıflatıyoruz. İrade çalışmalarına baktığımız zaman dini ritüellere uyan insanlar kendilerini daha iyi sistematize edebiliyorlar. 

[506] İbn Abbâs ’dan [v.68/688] nakledildiğine göre, Âdem (a.s.) ile Allah
Teâlâ arasında şöyle bir diyalog yaşanmış:
-Ya Rabbi! Sen beni ellerinle yaratmadın mı?
-Evet.
-Ya Rabbi! Sen bana ‘ruh ’undan üflemedin mi?
-Evet.
-Ya Rabbi! Senin rahmetin gazabını geçmemiş midir?
-Evet.
-Beni cennetine yerleştirmedin mi?
-Evet.
-Ya Rabbi! Ben tevbe eder ve durumumu düzeltirsem beni tekrar cennete döndürür müsün?
-Evet.
[507] Âyette sadece Âdem ’in tevbesinin zikredilmesi ile yetinilmiş, Havvâ ’nın tevbesi zikredilmemiştir; çünkü o da Âdem’e tâbidir, nitekim benzer şekilde Kur’ân’ın ve hadislerin çoğu yerinde kadınlar erkeklere tâbi kılınmış ve ayrıca zikredilmemiştir. Ancak şu âyette zikredilmiştir: “İkisi dedi ki: Ya Rabbi! Kendimize zulmettik.” [A‘râf 7/23] 

 

[508] فَتَابَ عَلَيْهِۜ ; Allah da ona tevbesini kabul ederek ve rahmet ederek döndü demektir.

"Tabe" Bir şeyden dönmek demektir. 

1- Tevbe etmiş olması için bir kişinin öncelikle farkında olması gerekir. 

2- Sonra pişman olması gerekir. 

3- Sonra o yaptığı eylemini tam tersini yapmış olması gerekir. 

Yani tam tersine dönmesi gerekir. Yani o hatanın farkına varacak, pişman olacak, ve tam tersine dönecek. İstifalardan fark olmuş oluyor beraber. Mesela boş konuşuyoruz, boş konuşmaktan nasıl tevbe edebiliriz boş konuşmamaya başlayarak.

 

[509] Şayet “ قُلْنَا اهْبِطُوا [dedik ki inin] ifadesi âyette neden tekrarlanmıştır?” dersen, şöyle derim: Hem tekit için hem de devamında gelen “tarafımdan size bir kılavuz gelirse…” ifadesine girizgâh olarak tekrarlanmıştır. Şayet “Bu şartın cevabı hangisidir?” dersen, şöyle derim: Bunun cevabı, cevabı ile birlikte ikinci şarttır [yani “kim Benim kılavuzuma uyarsa, artık onlar için herhangi bir korku söz konusu değildir” ifadesidir]. Bunun bir benzeri, “eğer bana gelirsen, gücüm yeterse sana ihsanda bulunurum” cümlesinde söz konusudur. Âyette mâna, sizlere gönderdiğim bir peygamber ve ona inzâl ettiğim bir kitap ile benden size bir hidayet gelirse” şeklindedir. Bunun delili ise, âyette “ Nankörce inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar” ifadesinin “ kim Benim kılavuzuma uyarsa” ifadesine karşıt olarak kullanılmış olmasıdır.

 

[510] Şayet “Âyette neden ‘eğer gelirse’ denilerek şüphe ihtiva eden bir ifade kullanılmıştır; oysa hidayetin geleceği kesin değil midir?” dersen, şöyle derim: Bunun sebebi, Allah’a ve tevhide imanın peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların inzâl edilmesi şartına bağlı olmadığını, Allah hiçbir peygamber göndermeyecek ve hiçbir kitap inzâl etmeyecek olsa dahi kendisine ve tevhide iman etmenin, Allah tarafından insanlara verilmiş olan akıl ve tabiata yerleştirilmiş olan deliller, insanlara verilmiş olan nazar ve istidlal imkânı sebebiyle, zorunlu olduğunu bildirmektir.

Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak için aslında peygamberlere ve kitaplara ihtiyaç yok. Allah’ın bize vermiş olduğu akılla biz bunu anlayacak kabiliyetteyiz. Tabiattaki bu tür mükemmellik durumuda nazar ve istibrar yöntemi ile kâinata baktığımızda da biz Allah’ın varlığını anlamış oluyoruz. Mesela sonbahara bakıyoruz. Soğuk hava toprağı donduruyor. Orada toprağı korumak için ağaçlar yaprak döküyor ve bu yapraklardan toprak ihtiyacı olduğu kalsiyum ve minerallerini alıyor. Ve bu durumu devamlı nemlilik sağlıyor toprakta. İnsan buna bile nazarla ibretle baktığın zaman kainatta çok şey görebiliyor.

 

[511] Şayet “Âdem (a.s.)’ ın cennetten indirilmesine sebep olan günah eğer büyük günahsa, peygamberlerin büyük günah işlemesi caiz değildir; küçük bir günahsa, o zaman neden küçük bir günah karşılığında, tıpkı İblis’in gördüğü muameleyi görmüş; elbiselerinden mahrum bırakılmış, cennetten çıkarılmış ve semâdan indirilmiş; kendisinin azgın, isyankâr olduğu, ahdi unuttuğu, azimet sahibi olmadığı ve tevbe ye muhtaç olduğu ifade edilmiştir?” dersen, şöyle derim: Onun günahı, kalbindeki pek çok ihlaslı amel içerisinde ve amellerin ve itaatlerin en büyüğü olan salih fikirler arasında kalmış olan küçücük bir günahtan öte bir şey değildir. Bu günah karşısında gördüğü muamele ise, işlediği günahın ne kadar kötü ve vahim olduğunun gösterilmesine yöneliktir. Bu da, hatadan kaçınmaları ve günahtan sakınmaları için hem kendisine hem de zürriyetine yonelik bir lütuftur; onlara “Âdem küçücük bir günah sebebiyle cennetten çıkarılmıştır; büyük günah işleyenler oraya nasıl girebilir?!” mesajının verilmesi içindir.
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَٓا اُو۬لٰٓئِكَ اَصْحَابُ النَّارِۚ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ۟

Düşünce de ufak olan şeyler eyleme taşındığı zaman büyüyorlar.

Burada Hazreti adem Allah’ın emrini doğru, kendi yaptığı şeyi ise yanlış buluyor. 

Fakat İblis Allah’ın hükümünü yanlış, kendi kararını doğru görüyor. Ve bunda ısrar ediyor.

[512] فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ ifadesi Hüzeyl kabilesi nin lehçesine göre فمن تبع هُدَيَّ şeklinde de okunmuştur. فَلَا خَوْفٌ ifadesi ise فَلَا خَوْفَ şeklinde fetha ile okunmuştur. 

Allahu Teala buraya kadar ilk fıtrattan ilk yaratılışdan bahsetti bunu hatırlattı. Bundan sonra artık hitap İsrâiloğullarına dönüyor ve Medine'de yaşayan yahudilere dönüyor. 

40. Ey İsrailoğulları ! Size verdiğim nimetimi hatırınızdan çıkartmayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Sadece Benden korkun.

41. Elinizdekini (yani Tevrat’ı) doğrulayıcı olarak indirdiğime (Kur’ân’a) iman edin. Onu nankörce inkâr eden ilk kişiler siz olmayın. Âyetlerimizi az bir paha karşılığı satmayın. Evet, sadece Benden çekinin.

[513] İsrâ’îl Ya‘kūb (a.s.) ’dır; kelime bu zâtın lakabı olup, -onların dilindeki- anlamı; “Allah’ın seçkin kul u”dur. Bir görüşe göre anlamı, “Allah’ın kulu ”- dur. Kelime İbrâhîm ve İsmâ’îl kelimeleri ile aynı olup, tıpkı bu iki kelime gibi gayr-ı munsariftir, çünkü hem özel isimdir hem de yabancı kelimedir. Âyette bu kelime اِسْرَٓائ۪لَ / İsrâ’ile ve اِسْرَٓائ۪لَّ / İsrâ’ille şeklinde okunmuştur.

Burada Allah sadece yahudilere hitap etmiyor. Bize de hitap ediyor. Her nimeti fark edin diyor. Nimetleri görmeyip de psikolojimizi bozarsanız bu artık sizin rahat olmayacağınız anlamına geliyor. İnsan elinde olanın kıymetini bilemiyor, eksikliklere odaklandığı zamanı. Bunun için burada İsrâiloğullarına verdiği nimetleri hatırlatıyor. 

[514] Nimeti hatırdan çıkartmamalarının istenmesinden maksat, bu nimetlere önem vermeleri, tazim etmeleri, şükrünü edâ etmekten geri durmamaları ve o nimetleri veren kudrete itaat etmeleridir. Bu ‘nimet’lerle atalarına verilmiş olanlar kastedilmiştir. Bunlar da; Firavun ’dan kurtarılmaları, Firavun’un boğularak cezalandırılması, buzağıyı ilâh edinme suçlarının affedilmiş olması, tevbelerinin kabulü vb. nimetlerdir. Yine, bu nimetler içerisinde onların Tevrat ve İncil’de müjdelenmiş olan Peygamber (s.a.)’in peygamberlik zamanına ulaşmış olmaları, o zamanda yaşamaları da yer alır.

 

[515] ‘Ahd kelimesi hem ahdi yapana hem de ahde konu olan şeye izafe edilebilir. Sözgelimi “Ahdime vefa ettim” ifadesi, “üzerinde söz verdiğim şeye vefa gösterdim” anlamına gelir. “Kim ahdini Allah’tan daha fazla yerine getirebilir ki?” [Tevbe 9/111] âyetinde kullanım böyledir. Yine “senin ahdine vefa ettim” denilir ve “seninle ahitleşmiş olduğumuz şeye vefa ettim” anlamı kastedilir. Bu âyetteki وَاَوْفُوا بِعَهْد۪ٓي ifadesinin mânası ise, “bana vermiş olduğunuz söze, yani bana iman ve itaat etme sözüne vefa gösterin” şeklindedir. Bunun bir benzeri; “Kim de Allah’la yaptığı anlaşmaya vefa gösterirse...” [Fetih 48/10]; “İçlerinde .... Allah’a and vermiş olanlar da var.” [Tevbe 9/75] ve “Öyle ‘er’ler vardır ki; Allah’la yaptıkları ahde sadâkat göstermişlerdir...” [Ahzâb 33/23] âyetlerinde söz konusudur.

 

[516] اُو۫فِ بِعَهْدِكُمْ yani size ahd etmiş, söz vermiş olduğum şeyi yerine getireyim, iyiliklerinize karşılık güzelce sevap vereyim. “Yalnız benden korkun” dolayısıyla da ahdimi bozmayın. Buradaki ifade tarzı, zeyden rahibtuhû [sadece Zeyd’den korktum] cümlesindeki gibi olup, ihtisas açısından ُ إيَّاكَ نَعْبُدُ [“sadece sana kulluk ederiz” (Fâtiha 1/4)] ifadesinden daha güçlüdür. أُوفِ kelimesi şeddeli olarak أُوَفِّ şeklinde de okunmuştur. Bu durumda anlam, “ahdinize eksiksiz, hatta fazlasıyla vefa gösteririm” şeklinde olur. Bu mâna, “Kim bir iyilik getirmişse ona ondan daha iyisi vardır” [Neml 27/89] âyetinde de ifade edilmiştir.

İki kullanımda da Allah’tan sakının korunun anlamını veriyor. Birincisinde korkmak ikincisinde korunmak anlamında alabiliriz. Genel olarak ilkinde bir hitap var. Herkese bir hitap var. İkincisinde de seçkin olanlara bir hitap var. 

[517] “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin” ifadesi ile onların rahmet peygamberine ve mu‘ciz kitaba, yani insanları âciz bırakan Kur’ân’a iman edeceklerine dair sözlerine vefa göstermeleri de kastedilmiş olabilir. Nitekim devamındakiElinizdekini (yani Tevrat’ı) doğrulayıcı olarak indirdiğime (Kur’ân’a) iman edin. Onu nankörce inkâr eden ilk kişiler siz olmayın” ifadesi de buna delâlet etmektedir. Buradaki “ilk kişiler”, onu inkâr eden ilk grup anlamında olabileceği gibi, “içinizden herhangi biri onu ilk inkâr eden olmasın” anlamında da olabilir. Sözgelimi kesânâ hulleten [bize cüppe giydirdi] ifadesi, her birimize giydirdi anlamına gelir.

 

[518] Burada ince bir gönderme vardır, yani onların, Peygamber (s.a.) ve özellikleri hakkında bilgi sahibi olmaları, ona vahiy gönderileceği zamanın geldiği müjdesini verenlerin ve [Araplara karşı] onun gelişiyle zafer kazanacaklarını söyleyenlerin kendileri olması sebebiyle, ona ilk inanması gereken kimseler oldukları ifade edilmektedir. Zira onlar tüm insanlar içerisinde bu peygambere inanacak ilk kimseler sayılırken, peygamber gönderilince davranışları tam aksi istikamette olmuştur. Şu âyetlerde de bu durum ifade edilmiştir: “Ehl-i Kitap ’tan olsun, Müşriklerden olsun nankörce inkâr edenlerin tamamı, kendilerine apaçık kanıt -yani dosdoğru mesajlar içeren birtakım kutsal sahîfeler okuyan bir resûl- gelinceye kadar güya, (ittifak ettikleri inkârcılıktan) ayrılacak değillerdi!.. Oysa kendilerine kitap verilenler ancak kendilerine böyle bir kanıt geldikten sonra parçalanmışlardı...” [Beyyine 98/1-4]; “İşte, o aşina oldukları şey kendilerine gelince, onu inkâr ediverdiler.” [Bakara 2/89]

 

[519] Ayrıca “onu ilk inkâr eden gibi olmayın, yani Mekke Müşrikleri gibi olmayın” anlamı da kastedilmiş olabilir. Yani, “sizler onun Tevrat’ta vasıflarıyla zikredilmiş olduğunu biliyorsunuz, o halde onu bu şekilde bilmeyen, herhangi bir kitaba sahip olmayan müşrik kimse gibi davranmayın” denilmiştir. Bir görüşe göre به [onu] ifadesindeki zamir “elinizdeki” ifadesine işaret etmektedir. Zira onlar, ellerinde olan [Tevrat]ın tasdik ettiği peygamberi inkâr ettikleri zaman, aslında Tevrat’ı da inkâr etmiş olmaktadırlar.

 

[520] Burada “satın alma” fiili, “dalalete karşılık hidayeti satın aldılar” [Bakara 2/6] âyetinde olduğu gibi, isti‘âre olarak değiştirme anlamında kullanılmıştır. Şairin şu sözü de buna örnektir: 
Tıpkı Hıristiyanlaşan ‘Müslüman’ın alış-verişi gibi!..
Ve şu ifade:
Bil ki senden sonra cehaleti bırakıp ağırbaşlılığı satın aldım.
Yani âyette denilmek istenen şudur: Benim âyetlerimi hiçbir paha karşılığında değiştirmeyin. Yoksa kendisi ile alışveriş yapılan şey zaten paha/bedeldir. Âyette sözü edilen “az bir paha”, onların toplumları içerisinde sahip oldukları ve Peygamber (s.a.)’e tâbi olmaları durumunda kaybetmekten korktukları liderlikleridir. Bu sebeple onlar, değil böyle küçük ve hakir bir şeyin, her “çok”un dahi karşısında az sayılacağı, her “büyük”ün dahi karşısında basit kalacağı Allah’ın âyetleri ve hakikat karşılığında işte bu liderliği [bu küçük ve hakir şeyi] tercih etmişlerdir. Bir görüşe göre, Yahudiler din adamlarına ekinlerinden ve meyvelerinden pay verir, onlara hediyeler takdim eder, kendileri için zor gelen şeriat kuralları nı kolaylaştırmaları ve kelimeleri tahrif etmeleri karşılığında onlara rüşvet verirlerdi. Hakikati gizleme leri ya da tahrif etmeleri için kralları onlara bol bol mal-mülk ve imkân sağlardı.

Doğru çoktur fakat hakikat tektir. Gülü herkes farklı görür ama gülün hakikatini bilen Allah’tır. Bir şeyin hüviyeti, mahiyeti ve hakikati vardır. Bir şeyin hakikati onun gerçeğidir ve onu Allah’ın bildiğini ifade eder. Yanlışları doğruları bulaştırdıkça hakikatin doğruları ortadan kalkmaya başlıyor.

Namaz insanın kendine değerlendirmesi, kendine dönmesi anlamına gelir. Bir vakitten diğer vakitte kadar yaptıklarını bir düşünüp, ferahlayıp, kendine dönüp fark etmesini sağlar. Bu bireysel bir durumdur. Sonra "zekat verin" der, yani toplumun eksiklerle yönelin der. Tamam, kendinize döndünüz, bir de topluma dönüp bakın der. Zekat kelimesi zeka ile aynı kökten gelir. Budadıkça artar. Tezkiye kelimesi de temizlenme anlamına gelir. Zekat sosyolojik bir ibadettir. Toplumu gözetip eksiklerini fark etmek anlamına gelir. Uykuyu budarsanız uyku bereketlenir. Ağacı budararsanız meyve verir. 

Sonra ruku etmekten bahseder. Tek başınıza değil cemaatle beraber kılın ifadesini vermiş de olabilir. Siz iyi olabilirsiniz ama iyi olarak kalmanız için iyi olanlarla bir arada olmanız gerekir. İnsanın iyilere ihtiyacı vardır. İnsanlar birbirlerinin motive eder. Salih kalabilmek için Salih insanlarla birlikte olabilmeye ihtiyacı vardır. Cömert olabilirsiniz ama cömert kalabilmek, cömert insanlarla bir arada hemhal olmakla mümkündür. 

Sadaka ile ilgili yapılan bir araştırmada, insanların beyinlerine sensörler yerleştiriyorlar. Sadaka veren insana, sadaka alan insana, ve seyreden bir insana bakıyorlar. Ve araştırmada görülüyor ki üç kişinin de beyninin aynı yeri etkileniyor. Belkide onun için vesile olan insana bu kadar sevap verilir. Toplumsal olarak bu paylaşım durumu ne kadar farklı bir duygu ki seyreden bile aynı şekilde etkilenebiliyor. 

Yorumlar