Bakara Sûresi 30-33 ( Keşşâf Tefsiri p. 472-492)


Evliliklerini, aile hukukunun başı da sonu da hukukladır fakat devamı ahlakladır. Hakikaten güzel bir tespit. Hakikaten evliliklerin, ailenin kurulması ya da dağılması hukukla olacak işlerdir. Ancak ailenin devamlılığında öncelikli olanın ahlak olduğunu hakikaten biliyoruz. Güzel kazanımlarımız oldu elhamdülillah. Bir çok hocalarımız vardı. Daha sonra Cumartesi günü irade eğitimi vardı. Cunda toplantılarının, ilahiyat fakültesi sempozyumunda irade eğitimini özellikle seçmiştim. Özellikle erken çocukluk dönemi eğitimi üzerine konu seçmiştim. Bu ne kadar erken olursa, ne kadar erken yaşta irade eğitimi verilirse çocukta, çocuğun Frontal lobun, daha geliştiğinden bahsediyor. Mahremiyetinde Frontal lopla alakalı, oradaki işlevselliğinden olduğunu söylenmişti geçen haftaki Mahremiyet Seminerinde. Aynı şekilde iradenin de frontal lobla ve profrontal lobla alakalı olduğu söyleniyor. Ne kadar erken çocuklara irade eğitimi verilirse çocukların o derece ileri de bir şey yapmada kararlı davranacaklarını; bireyi yapmamakta da, yapmamakla ilgili uğraşacaklarını, mücadele edeceklerini söylüyor bilim adamları. Marshmellow testi diye bir test var. O ona bir kitap haline getiriyor.  Walter Mischel'in bir testi. Eğer biz çocuğa şu davranışı kazandırabilirsek;  yanlış olan şeye soğuk odaklanma, doğru olan şeye sıcak odaklanmayı verebilirsek çocuk yapması ve yapmaması gerekeni anlar diyor. Mesela bir şeyi yememek gerekiyorsa ona soğuk odaklandığımız zaman, yani onun üzerinde hoşlanmayacağımız bir şeyi hayal ettiğin zaman ondan uzaklaşıyoruz. Ama herhangi bir şeyi yapmamız gerekiyor, ona da sıcak odaklanma yaptığımız zaman yani onu süslediğimiz zaman, yani mesela oruç tutarken oruçtan sonra iftar olması, bu sıcak odaklanmak. Yapmamız gereken şeylere sıcak odaklanma, yapmamamız gereken şeyleri de soğuk odaklanma yapmanın iradeyi güçlendiren eylemler olduğunu söylüyor. Aynı zamanda hoca söylüyor ki, bu sadece bir şeker araştırması değil, bununla ilgili çok geniş bir araştırma yapılmış. Bu araştırma dünyanın bir çok yerinde yapılmış. Görmüşler ki insanın iradesi aynı işliyor. Aynı işleyişi var iradenin. İraderimizi ne kadar güçlendiriyorsak doğru eylemlere o kadar kanalize olabiliyoruz, yanlış olan eylemlerden de ne kadar çok odaklanabilirsiniz soğuk odaklanma yine o zaman bakıyoruz ki o zaman o kadar buna mücadele edebiliyoruz karşı koymak için. 

 Bütün Çalışmalar insanı ayağa kaldırıyor. Allah’a sonsuz şükürler olsun. Mahremiyet çalışmamız da devam ediyor. Sizlerden de yorum yazmanızı istiyoruz. Size ne kattı. Aynı şekilde Esma-ül hüsnâ için de bunu sizden istedik.

Ali’ye İzzetbegoviç’in de bir söz aklıma geldi. 

"Evet ben de korkuyorum. Ama yürümemi gerektirecek sebepler, korkmamı gerektirecek sebeplerden daha fazla." 

O yüzden yürümemiz lazım, konuşmamız lazım. Allah’a sonsuz şükürler olsun. Allah hiçbir emeği zayi etmiyor. Franciz Bacon'dan bahsetmiştim. 

İnsan bilgi üç şekilde alır. 

Bir karıncalar misali, toplar. 

İki örümcek ağı gibi, birşey gelince alır ve araştırır. 

Bir de arı gibi, bilgiyi alıp onu almak, üzerinde araştırmak, onu yoğurmak ve sonra o bilgiyi kusmak. 

Hakikaten ilim böyle bir yolculuk. Bitmeyen bir yolculuk. Ne kadar çok yora biliyorsak bize o kadar katan ve çevremizde de o kadar katan bir araç olduğunu görüyoruz. 

30. Hani senin Rabbin, meleklere; “Ben yeryüzünde bir halife yaratmaktayım” demişti de melekler; “Biz Seni, daima hamd ile tenzih ve takdis ederken, yeryüzünde bozuculuk yapacak, kan dökecek birini mi meydana getiriyorsun?!” demişlerdi. “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

31. Ve Adem’e bütün isimleri öğretti... Sonra onları meleklere göstererek; “Doğru söylüyorsanız, şunların adlarını bana söyleyin” dedi.

32. “Seni tenzih ve takdis ederiz! Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yok. Sadece Sensin ‘mutlak ilim ve hikmet sahibi’ (Alîm, Hakîm).” dediler.

33. “Ey Adem! Şunların isimlerini onlara söyle” dedi. Adem isimlerini onlara söyleyince; “Ben size demedim mi ki; Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim; sizin gizli-aşikâr bütün yaptıklarınızı da bilirim?” dedi.

 

Bundan önceki ayetlerde Allah’ın yokluktan varlığa getirilişinin anlattı. Yani göklerde olanlar, her şeyi insan için yarattığını söyledi. Bu yaratılışı anlattıktan sonra Allah burada genelden özele doğru gidiyor. Yani en genel olandan en özel olana doğru giderek görüyoruz ki burada bir eğitim ilkesi ortaya koyuyor. Yani varlığa, yer yüzünün ve gökyüzünün yaratılışına dikkat çekti. Sonrasında hiçbir kaynakta bulunamayacak ve hiçbir referansın bilgi veremeyeceği bir olaya yani insan neslinin ortaya Çıkışının serüvenine giriş yapıyor. Hiçbir kitap, Darwin de anlatsa bir çok yaklaşım da olsa, hiç kimse Yaratan gibi yaratılanı anlatamaz. O yüzden Allah’ı burada önce varlığı, sonra yer yüzünün ve gökyüzünün yaratılışına dikkat çektikten sonra kainatta hiçbir kaynakta bulamayacağınız bir hakikattan bahsediyor. 

 [ 472] وَاِذْ ifadesi, اذكر [zikret/hatırla] şeklindeki gizli bir fiil ile mansuptur. Gizli bir قالُوا [dediler] fiili ile mansup olması da mümkündür. [473] Melâ’ike asıl itibariyle mel’ek kelimesinin çoğuludur. Yapı olarak, şem’el kelimesinin çoğulu olan şemâ’il kelimesine benzer. Sonundaki Tâ, çoğul kelimenin müennes (dişil) yapılması içindir.  
 
[473] Melâ’ike asıl itibariyle mel’ek kelimesinin çoğuludur. Yapı olarak, şem’el kelimesinin çoğulu olan şemâ’il kelimesine benzer. Sonundaki Tâ, çoğul kelimenin müennes (dişil) yapılması içindir.  
 

Meleklerle alakalı şundan bahsetmek istiyorum. Öncelikle melek kelimesinin köküne inelim. 

Melek kelimesini Melik isminde anlatmıştım. Melek ve Melik aynı kökten geliyor. Melek, ayakta tutan anlamına geliyor. Yani melek demek "güç" demek. Meleke, güç getirdi. Eğer biz bir şeyi alışkanlık haline getiriyor salak onda meleke kazanıyoruz, yani güç kazanıyoruz. İnsan için "El kalbi melekül ceset" derler. Bu ne demektir kalp bedenin meleğidir. Kalp insanı ayakta tutan ana unsurdur. Kalp insanın meleğidir. Kalp insanı ayakta tutan şeydir. Hem maddi hem de maddi manevi olarak insanı ayakta tutan ana unsurdur. Bu anlamda Melek güç getiren demek kuvvet anlamına gelir. Bir insan hangi konuda alışkanlık, kazanıyorsa o konuda meleke kazanmış oluyor ve Meleke kazanmak bizi melekleştirıyor yani kolay bir şekilde yapmış oluyoruz. 

[474] جَاعِلٌ kelimesi, iki mef‘ûl alan ce‘aleden gelmekte olup burada mübteda ve haberden oluşan bir cümlenin başına gelmiştir. Bu mübteda ve haber ise, فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ [yeryüzünden halife] ifadesi olup, bu iki kelime ce‘alenin iki mef‘ûlü olmuştur. Anlamı, “yeryüzünden halife meydana getireceğim” şeklindedir.
 
[475] Halîfe , başkasının ardından gelen, ona halef olan kimsedir. Âyette anlam, “size halife ” şeklindedir, çünkü yeryüzünün önceki sakinleri onlar idi; Âdem ve zürriyeti onlara halife oldu. Şayet “Burada halifeler anlamında halâ’if ya da hulefâ’ şeklinde çoğul kullanılsaydı olmaz mıydı?” dersen, şöyle derim: Burada halîfeile Âdem kastedilmiş, onun zikredilmesinden sonra artık soyunun zikredilmesine ihtiyaç kalmamıştır. Nitekim Mudar , Hâşim gibi ifadelerde, sadece kabilenin babasının ismi söylenir, ama tüm kabile kastedilir. Ya da burada “size halife olacak kimse” anlamı veya “size halife kılacağımız bir halef ” anlamı da kastedilmiş; bu sebeple tekil kullanılmış olabilir. Bu kelime Kāf ile halîkaten [bir mahlûk] şeklinde de okunmuştur.
 

İnsanın Allah’ın halifesi olduğunu düşünüyor insanlar. Bu çok yanlış bir düşünce. Halife olmak demek, başkasının ardından gelen ve ona vekil olan demektir. Benim halefim diyorsak, benden sonra geleni kast etmiş oluyoruz. Ben vefat ettikten sonra bu derslere de devam eden olursa bu dersin halefi olacak inşallah. Demekki biz Allah’ın halifesi değiliz. Bu tanımlama yanlış. 

Halife kelimesi etimolojik olarak Half kökünden gelen, arka anlamında, yani arkadan gelen demektir. Makamını temsil eden arkasına geçen anlamına gelir. Half arka demek. 

Enam Suresi 165’de diyor ki;

Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz rabbinin cezası çok çabuktur; yine O’nun bağışlaması ve rahmeti boldur.

Yani halife yer yüzüne nispet edilmektedir, yani Allah’a değil. Kuran’da asla Allah’ın halifesi olarak geçmez. Asla böyle bir tamlama yok. Demek ki Allah’ın halifesi diye bir şey yok, yeryüzünün halifesi var. Allah yeryüzünde bir halife yaratacağım diyor ama Allah kendisine bir halife yaratacağım demiyor. 

Halfe arka demek, bir şeyin makamına geçen, işgal eden, temsil eden anlamlarına geliyor. İnsan yeryüzünün halifesidir. 

Çünkü Allah tektir. Allah’tan sonrası ya da Allah’tan öncesi diye bir şey düşünemeyiz. Zaten Allah’ın zati sıfatlarında biz bunu biliyoruz. Allah Kıdem'dir öncesi yoktur, Beka'dır ahiri yoktur. 

İbni İshâk diyor ki (Megazi ilminin kurucusu); halife şudur ki, Orada yerleşip orayı imar ederek, orayı yaşanabilecek hale getiren anlamına gelir diyor. Megazi ilminin sahibi İbni İshâk diyor bunu. Yani insan yeryüzünün halifesidir, onu imar edendir. Biz Allah’ın halifesi değiliz hâşâ. Biz yeryüzünün halifesiyiz. Yeryüzünün halifeliği siyasi anlamda da yeryüzünü imar etmek korumak demektir. Siyasi manada ki halifelik gibi yeryüzünü imar etmek ve korumak anlamına geliyor. Her ne kadar biz bugün yeryüzünü tahrip etsek de. Demekki insan Allah’ın halifesi değildir. En'am 165 ile birleştirdiğimiz zaman Kurani terkip der ki; İnsan yeryüzünün halifesidir.  Hem biz topraktan gelmeyiz. Hem de yeryüzünü imar etmek, yeryüzünü korumak anlamında, yeryüzünü Mağmur etmekle görevli olduğumuz anlamındadır. Her birimiz bir halefedir. Her birimizi Allah halife tayin etmiştir. Herkes olduğu yerden mesul. Biraz suyu benim israf etmemden ne olacak diye düşünmeyeceğiz. Suyu israf ediyorsak kendi halifelik bünyemizde olan yeri imar etmiyorum, Mağmur etmiyorum, onu tahrip ediyorum. 

[476] Bununla birlikte, [“Yeryüzünde daha önce yaşayanların yerine gelen” değil de] “benim halifem” mânası da kastedilmiş olabilir, çünkü Âdem (a.s.) Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Aynı şekilde diğer bütün peygamberler de öyledir. Nitekim Seni Arz ’da halife kıldık” [Sād 38/29] âyetinde bu durum ifade edilmiştir.
 
[477] Şayet “Allah Teâlâ onlara bunu ne amaçla haber vermiştir?” dersen, şöyle derim: Meleklerin bu soruyu sorması ve almış oldukları cevabı duyup, onun daha yaratılmadan önce halife kılınmasındaki hikmeti öğrenmeleri murad edilmiş; böylece, hilafet vakti geldiğinde şüpheye düşüp itiraz etmekten korunmaları istenmiştir. Bir görüşe göre; Allah Teâlâ ilmi ve hikmetiyle her türlü istişareden müstağni olsa da, kullarına; yaptıkları işlere girişmeden önce meşveret te bulunmayı, içlerinden güvenilir ve akıllı, ileri görüşlü olanlara meseleleri arz etmelerini öğretmek maksadıyla bu soruyu meleklere sormuştur.
 

Diyor ki Zemahşeri, kişi böyle bir büyük konuda bir meselesi varsa onu sorabileceği kadar kendinden ileri olanlara sorması gerekir diyor. 

[478] اَتَجْعَلُ ف۪يهَا ifadesi bir hayret ifadesidir, zira onlar, Allah Teâlâ sadece hayrı yapan ve sadece hayrı murad eden hikmet sahibi bir yaratıcı olduğu halde neden itaatli kullar yerine masiyet ehli kulları halife kılıyor diye hayrete düşmüşlerdir.
 
[479] Şayet “Melekler insanın kan dökeceğini ve fesat çıkaracağını nereden biliyorlardı ki, böyle hayret ettiler? Bu gayba dair bir bilgi değil mi?” dersen, şöyle derim: Onlar bunu ya Allah’ın bildirmesiyle ya da Levh-i Mahfuz’ dan öğrenmişlerdir. Veya sadece meleklerin günahlardan korunmuş / masum varlıklar olduğunu, mahlûkāttan hiçbirinin bu nitelikte olmadığını biliyorlardır. Ya da meleklerden önce yeryüzünden yaşayan ve orada fesat çıkarmış olan diğer canlı türünü insana kıyaslamışlardır.
 
[480] اَتَجْعَلُ ف۪يهَا Fâ’nın ötresi ile yesfükü; [if‘âlden] yüsfikü [kan döktüren] ve seffekeden yüseffikü [kan döküp duran] şeklinde de okunmuştur.
 
[ 481] وَنَحْنُ َ kelimesindeki Vav hal ifade eder. Benzer şekilde, e-tuhsinu ilâ fulânin ve ene ahakku minhu bi’l-ihsân [Ben ihsana ondan daha layık iken sen falancaya mı ihsanda bulunuyorsun?”] denilir.
 
[482] Tesbîh ; Allah Teâlâ’nın kötülükten tenzih edilmesidir. Takdîs de bu anlamdadır. Nitekim yerde veya suda gitmek, uzaklaşmak anlamında sebeha fi’l-ard ve sebeha fi’l-mâ’ denir.
 
[483] بِحَمْدِكَ hal konumunda olup anlam şöyledir: Bizler sana hamd eder vaziyette, sana hamdi kuşanmış olarak seni tesbih ediyoruz, çünkü eğer sen bizlere nimet lütfedip bizi muvaffak kılmasaydın, biz sana kulluk etme imkânına sahip olamazdık.
 

Bakara suresinin 32. duası meleklerin duasıdır. Hem bu duası tespih duasıdır, hem istiğfar duasıdır, hem kendini bilme duasıdır.  Tespih kelimesinin kökü, bireyi merkeze alıp yüzüp gitmek demektir. Bir şeyi merkezine alıyorsun ve ona doğru odaklanıp gidiyorsun. Hiç yolunu oynatmadan yüzüp gitmek. Yolunu hiç oynatmadan kalkıp gidiyorsun. Yani Yasin’de üçüncü sayfasını son ayetinde var ya, oradaki gibi, "bir yörüngede akar giderler". Gezegenler, yıldızlar hepsi bir yörüngede akıp gider. Tespih dediğimiz şey Allah’ın yarattığı bütün varlıklar, ne üzerine yaratıldıysa o şeyi yapması tespihtir. Güneşin ışıtması ve ısıtması güneşin tespihidir. Bulutların yağmur yağdırması bu onların tespihidir. Çiçeklerinden Koku yayması çiçeklerin tespihidir. Allah hangi cihetle yarattıysa o yaratılan şeyin yapılması tespihtir. Her sabah güneşin doğması güneşin tespihidir. Her gece havanın zifiri karanlığı bürünmesi gecenin tespihidir. Toprağın her attığımız tohuma cevap vermesi toprağın tespihidir.  Tohumundan erik ağacının çıkması erik meyvesinin tespihidir. Elimizde tespih alıp da çekmek birşey değildir. Tespih aslında canlı cansız bütün varlıklara ait bir şeydir. Yer yüzündeki bütün varlıkların görevlerini binaen devam etmeleri onların tespihidir. Zikir ise akılla yapılan bir şeydir.

Bu haftaki ödevimiz bu duayı öğrenmek olsun.

İlmi nde sahibi olan Allah’tır. Onun ilminden, ilim okyanuslarından herkes birer damla belki alıp gidiyordur. Hamd ile tespih etmek demek ise, Ya Rab, hepsini yaratan sensin, ben başıma eğdim, diyerek yoluna devam etmektir. Bu duayı unutmayalım. Bu duayı ezberleyelim. Bu haftanın dersi olsun. Burada meleklerin Allah’ın ilmine sığındıklarını görüyoruz. Psikolojik olarak da bu duayı okumak, Ya Rab, beni de ayağa kaldır, beni de merkezime doğru gidecek güç lütfeyle, demektir.


[484] اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ; yani bu konuda sizin için gizli olan maslahatları bilirim. Şayet “Onlara bu maslahatları beyan etseydi olmaz mıydı?” dersen, şöyle derim: Allah’ın fiilleri ndeki güzellik ve hikmet vechesi kendileri için gizli olsa dahi, kulların Allah’ın bütün fiilleri nin güzel ve hikmetli olduğunu bilmeleri onlar için yeterlidir. Kaldı ki, devamında gelen “Ve Âdem ’e bütün isimler i öğretti” gibi ifadelerde bu hikmet ve maslahatlardan bazılarını beyan etmiştir.
 
[485] Âdem kelimesini edme kökünden ve edîmü’l-ard ifadesindeki edîmden türetmeleri, tıpkı Ya‘kūb ’u ‘akıbkelimesinden, İdrîs’i ders kelimesinden ve İblîs ’i iblâs kelimesinden türetmelerine benzemektedir. Oysa Âdemyabancı bir isimdir. En büyük ihtimalle bu kelime tıpkı Âzer, Âzer, Âber, Şâleh, Fâleğ kelimeleri gibi fâ‘alveznindedir.

Demek ki insanlık yer yüzünde var olduğu an Adem’i bilmiş. Asurlularda da bu ismi görüyoruz. Ademin kelime manası "Edim'ul Ard" Yerkabuğu anlamına geliyor. 

İnsan, yerin yüzü aslında. 

Bütün yerdeki olanlar bizde mevcut. Yerin öyle bir Yüzüyüz ki yerin en güzeli. Ancak bunu kötü hale getiren de biziz. Asurlular devrinde de adma olarak çıkmış. Baba, ata anlamında kullanılmış. Yani Adem yer kabuğu, yerin kabuğu anlamlarına gelen bir kelimedir. Arapçada elif, dal, mim harflerinden oluşur. Elif’te diktir insan, kıyamdadır. Dalda rükudadır. Mim'de ise bükülmüş Rabbine doğru yol almaktadır. 

Bizim kaldığımız her namazda bütün dağlar tepeler, elif gibidir. Kıyam yaparlar. Hayvanların hepsi kıyamdadır dal harfi gibidir. Denizler, dereler, ırmaklarda akar gider secde gibi mim harfi gibidir.  

İnsan namaz kıldığı zaman kainatın, yer yüzünün namaz senfonisinin içine girer. Önce dağlar gibi, sonra hayvan alemi gibi eğiliyorsun, sonra okyanuslarla yere karışıyorsun. Her namaz kılmak bizi bu yeryüzünün namaz senfonisinde birleştiriyor. 

Her namaz kılmak bizi adem yapıyor. Eğer bilincinde kılabiliyorsak. 

Allah Adem'e isimleri öğretti. İnsanlarda inanılmaz bir isim koyma yeteneği var.

Allah Âdeme isim koyabilme yeteneğini verdi. Bütün isimleri öğretmedi. Allah Âdeme kendini beyan edebilme yeteneğini verdi. Rahman suresinin başında söylediği gibi. İnsana Allah beyan etme yeteneğini verdi. Konuşabilmek, ifade edebilmek... Biz etten kemikten, kandan ibaret bir yapıyız. Bu yapının içerisinde duygular ve düşünceler vardır. Ne kadar düşünürseniz düşünün. Ama o düşüncelere anlamlı sesler haline dönüştürmemiz lazım. Bebek ağlarken henüz iradeli bir şekilde sesi harflere dönüştüremiyorlar. Ama Rahman suresinde "allemehül beyan" derken sesi kelama aktarabilme yeteneği verdi Allah diyor. Aynı zamanda isim koyma yeteneği verdi diyor Allah bilir ne kalem diyoruz, öbürüne kitap diyoruz. Her dilde bir karşılığını koyduk. Dilleri öğrendiğimiz zaman Allah’ın büyüklüğünü anlıyoruz. 

Dillerin gelişimine Hans-Georg Gadamer derki, "söz, düşüncenin ön başarısıdır".

 O düşünceden inanılmaz sözler ortaya çıkıyor. İnsan oğluna insana biz eşyaya isim koyma yeteneği ve aynı zamanda eşyayı tanımlama yeteneği veriyor. 

Bir şeye isim koymak, bir şeyi soyutlamaktır. 

Nasıl kavramı öğreniyoruz, isim verirken önce kalemi görüyoruz onu soyutluyoruz. Sonra her türlü kalemi zihnimizde canlandırabiliyoruz. Bir şeye isim koymak onu soyutlamak demektir ki bunun için akıl sahibi olmak gerekiyor. Onun için insandan başka bunu hiçbir canlı yapamaz. 

Salih Mirzabeyoğlu‘nun bir sözü var. 

"Konuşmayı bilmiyoruz düşünmeyi bilmediğimizden. 

Düşünmeyi bilmiyoruz düşünecek malzememiz olmadığından. 

Düşünecek malzememiz yok umrumuzda olmadığından. 

Umrumuzda değil iman zayıflığından.

Kalpten yana nasırlaşmışız. 

Kafadan yana kütükleşmişiz."

Hakikaten konuşmayı bilmemek düşünmeyi bilmemektendır. Düşünmeyi bilmemek, düşünecek malzemenin olmamasındandır. Bu malzemenin olmaması da maalesef umurumuzda olmamasındandır. Umurunuzda olmamasının sebebi de imanımızın eksikliğindedir. Çünkü kalplerimiz katılaşmıştır. 

Alak Suresi'nde geçiyor. İnsanın ilk eylemi okumak. Sembollerdan bahsetmiyoruz. Güneşe bakıp güneşi okuyabilmek, insana bakıp insanı okuyabilmek. Ya bu insanın derdi var, hüznü var, nereden deva olabilirim demek. Okumak birincil anlamda çok yüksek, çünkü hem düşünüyorsunuz hem de analiz ediyorsunuz. Sistematik birşey. Arkasından da onu beyan etmek. 

 
[486] الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا [bütün isimleri] ifadesi, bütün müsemmâların isimleri anlamındadır. Ancak burada muzāfun ileyh [müsemmâ kelimesi], esmânın zikredilmesi ile kendisine delâlet edilmiş olduğu ve mâlûm olduğu için hazfedilmiştir. Çünkü her ismin muhakkak bir müsemmâsı olur. Bu müsemmâ kelimesi hazfedilince, onun telafisi olarak esmâ kelimesinin başına, tıpkı وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ [“başım da ihtiyarlıktan parıl parıl parlamakta” (Meryem 19/4)] âyetinde olduğu gibi, Lâm-ı ta‘rîf getirilmiştir.
 
[487] Şayet “Burada muzāf hazfedilmiş, muzāfun ileyh onun yerine ikame edilmiştir; ‘cümlenin aslı, و علم آدم مُسَمَّياَتِ الأسماء  [ve Âdem’ e isimlerin müsemmâlarını öğretti] şeklindedir’ deseydin olmaz mıydı?” dersen, şöyle derim: [Hayır olmazdı, çünkü] öğretme fiilinin müsemmâlara değil, isimlere taalluk etmesi gerekmektedir, zira اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ [bana şunların isimlerini haber verin] ve اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۚ فَلَمَّٓا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَٓائِهِمْۙ [onlara isimlerini haber ver dedi, o da onlara isimlerini haber verince...] âyetleri bunu gerektirmektedir. Nasıl ki bu âyetlerde “haber verme” fiili müsemmâlara değil de isimlere taalluk ettirilmiş ve “bana şunları haber verin”, “onlara şunları haber ver” denilmemişse, aynı şekilde “bildirme, öğretme” fiilinin de müsemmâlara değil isimlere taalluk etmesi gerekir.

Biz kalem demişiz kalem olmuş ama o kalem olduğunu bilmiyor. Gül demişiz gül olmuş ama gül olduğunu bilmiyor. İnsan yeryüzünü değiştirebilecek halifeliği olduğu için insanın en büyük gücü sözüdür. Mevlana diyor ya;

İnsanın en güzel yeri yüzüdür. Yüzde en güzel yer gözdür. İnsanı insan yapan sözdür.

Çünkü insan sözünün gücü kadar güçlüdür. Gücün sözü zayıftır. Ne kadar bağırırsanız, gücünüzün sözü o kadar zayıftır. Ama sözün gücü bir o kadar güçlüdür. Bir sözde her şeyi yerle duman olabilir. O yüzden insanın gücü sözünde olmalı. Bizim çocuklarımıza öğretmemiz gereken şey bu. Evladım bağırma, sözünü yükseltme. 

Mevlana diyor ya;

Sesini yükseltme sözünü yükselt. Gök gürültüleri değildir başakları büyüten, yağmurlardır. 

Söz çok güçlü bir şey. Aynı yağmur gibi. Gök görüntüsü ne kadar gürültülü olursa olsun gökgürültüleri başakları büyütmüyor. Başakları büyüten yağmurlardır. Aynı şekilde bizi büyüten de sözlerdir. İmtihan da sözümüzden geçiyor. Adem’i kelimelerle imtihan ettik, İbrahim’i kelimelerle imtihan ettik, diyor Kur’an‘da. İnsanın gücü kelimeleri çünkü. İnsan ne kadar doğru düşünüp kendini o derece iyi eğitebiliyorsa, o derece bakış açısı, duruşu güçlü oluyor. 

 
[488] Şayet “Allah’ın Âdem’ e müsemmâların isimlerini öğretmesi ne mânaya gelir?” dersen, şöyle derim: Allah ona yaratmış olduğu mahlûkātın cinsleri ni göstermiş ve “şunun ismi attır”, “şunun ismi devedir”, “şunun ismi şudur” şeklinde öğretmiş; aynı şekilde ona bu cinslerin hallerini ve dinî-dünyevî faydalarını da öğretmiştir.
 
[ 489] ثُمَّ عَرَضَهُمْ ifadesi, “sonra müsemmâları arz etti” demektir. عَرَضَهُمْ fiilindeki zamirin müzekker kılınmasının sebebi ise, müsemmâlar içerisinde akıl sahiplerinin de bulunmasıdır. Böylece tağlîb (çokluk) kuralı gereğince zamir müzekker kılınmıştır. Aslında Allah onların “Haydi haber verin” şeklindeki bir soruya cevap vermekten âciz olduklarını bildiği halde, sırf onları kınamak için bu soruyu sormuştur.
 
[490] اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ifadesi, benim yeryüzünde fesatçı ve kan dökücü kimseleri halife kılacağım yönündeki iddianızda “doğru iseniz” demektir. Burada onlara reddiyede bulunmak istemiş ve halife kıldığı varlıklar içerisinde bütün faydaların aslı olan birtakım dinî faydalara ehil olan ve bu sebeple de halife kılınmaya layık olan kimselerin bulunduğunu ifade etmiş; böylece onlaraben sizin bilmediklerinizi bilirim” ifadesinde genel ve kapalı olarak ifade edilmiş olan bazı maslahatları beyan etmiştir.
 
[491] “Ben size demedim mi ki; ben göklerin ve yerin gaybını bilirim” ifadesi meleklere söylediği “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” ifadesini zaten akla getirmektedir. Ancak bunu, daha geniş ve açıklamalı olsun diye getirmiştir. عَلَّمَ آدَمَ ifadesi, meçhul olarak, عُلِمَ آدَمُ şeklinde okunmuştur. İbn Mes‘ûd (r.a.) [v.32/ ,[ 652 عَرَضَهُمْ ifadesini عرضهن şeklinde; Übeyy b. Kâ‘b [v.33/654] ise عرضها şeklinde okumuştur. Bu son 2 okuyuşa göre anlam, “onlara müsemmâlarını arz etti” şeklindedir. Çünkü ‘arz, isimler için kullanılmaz.
 
[492] اَنْبِئْهُمْ ifadesi, Hemze’nin Yâ’ya dönüştürülmesi sûretiyle enbîhim şeklinde ve Hemze’nin hazfedilmesi ve Hâ’nın kesresi ile enbihim şeklinde de okunmuştur.

30. ayette, Allah’ın yeryüzünde halife yaratacağından bahsediyor. Ancak Allah’ın halifesi değil, En'am suresinin 165. ve Sad Suresi 39. ayette geçen şekilde yeryüzünün halifesinden bahsediyor. Yeryüzünü imar edecek, yeryüzüne en güzel şekilde Mağmur edecek akıllı bir varlık yaratacağından bahsediyor. Melekler de diyor ki kan dökecek birilerini mi yaratacaksın diyorlar. Allah ise ben sizin bilmediklerinizi bilirim diyor. 

31. ayette, Âdeme bütün isimleri öğretmesinden bahsediyor. Burada tek tek isimleri öğretmesi değil, isim koyma yeteneği, konuşabilme, beyan edebilme yeteneğini vermesinden bahsediyor. İnsan için en önemli, en güçlü şey sözdür. Ve şunu görüyoruz ki, doğru söylüyorsanız hadi bakalım siz söyleyin. Melek kelimesini de öğrenmiştirk. Meleke, Melik güç kuvvet anlamına geliyor. Yani kalp bedenin meleğidir. Meleklerin isim verebilme yeteneği yoktur. Meleklerin bizim gibi ifade edebilme yetenekleri yoktur. Allah insana beyanı öğretmiştir. Şu kandan candan, bedenden nasıl sözler çıkabiliyor. Bu sözlerin güçlü bir şekilde karşı tarafı etkilemesinden de bahsediyorum. Ve kelimelerin aslında sembol olduğundan bahsettik. Sembole büründürüp onu soyutluyoruz. Zihnimizde soyutladığımız şekliyle biz o kelimeleri kullanarak kendimizi ifade ediyoruz. Sadece düşünceyi ifade etmiyoruz. Duyguyu da ifade ediyoruz. Düşünceyi ifade edebilmekte çok zor. Bir sürü şey düşünüp sonra onu süzüp ortaya ifade ediyorsunuz. Duyguyu ifade etmek daha da zor. Onu benzeterek anlatıyoruz. Yanardağın lavı kadar öfkeliyim, diyerek benzeterek anlatabiliyoruz. Bu güç, kelimelerin gücü, bizi bir bakış açısından başka bir bakış açısına yönlendiriyor. 

O yüzden 32. ayette ezberleyelim dediğimiz ayet, aslında bize şunu öğretiyor. 

Bakış açının içerisinde mahkum olduğunu düşündüğün an ve bu bakış açısından Kurtulamadığın an hemen bu ayeti oku. Allahım ben yolumu merkezimi sana aldım devam ediyorum ve sen hikmeti ile bilensin, bana lütfeyle demektir. Allahım meleklerin seni tesbih ettiği gibi, bilmediklerimizi bize öğretecek sensin. Bana ilmin hakikatini lütfeyle. İnsanlığa dinin hakikatini, merhametin hakikatini lütfeyle, diye dua edebiliriz.

Teheccütte duaya kalktığımız zaman da okuyabiliriz. Müslüman olarak görevimiz sözümüzün güçlü olmasıdır. 

33. ayette Adem kelimesinin kökünden bahsettik. Asurlularda Adem kelimesinin baba demek olduğunu öğrendik. Kelimenin elif olduğu zaman kıyamı, dal olduğu zaman rükuya,  mim olduğu zaman secdeye benzediğini söyledik. Âdem’in hareketlere aslında tam anlamıyla bir namaz senfonisinin içindeki hareketler olduğunu görüyoruz. Ve Allah’ın insana eşyaya isim koyabilme yeteneği verdiğini gördük. Ve aynı zamanda tanımı yapabilme yeteneği verdiğini gördük. Şu anda kalbim dursa bunlar benden sadır olmaz. İrademi kullanmasam da bunlar benden sadır olmaz. Bir bebek iradesini kullanamıyor. Kullanabildikçe harfleri üretmeye başlıyor. Ve sonrasında tanımlamaya başlıyor. Ve o harfleri çıkartabilmeye başlıyor. 

Ve sonra öğrendik ki Allah insanı en güzel şekilde yaratıp ve ona en güzel şekilde donatıp onu yer yüzünde halife kıldığını öğrendik. Bu dünyayı imar etmek bizim halifelerimiz. 

Ne kadar çok güzelliklere imza atabiliyorsak o kadar halifeyiz. Ne kadar çok yardımlara koşabiliyorsak o kadar halifeyiz. Ne kadar dualarda bulunabiliyorsak, yeryüzünü imar ediyorsak, bu bizim halifeliğimiz. Allah halifeliğimizi mebrur etsin. 

Yorumlar