Bakara Sûresi 28-29 ( Keşşâf Tefsiri p. 455-471)


28. Siz Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz ki, birer ölü iken size O hayat verdi; sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve en sonunda O’na döndürüleceksiniz.

29.Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, daha sonra göğe yönelip orayı yedi gök halinde düzenleyen O’dur. O, her şeyi bilir.

Daha önce ufak bir sinekten bahsetti. Ufak detaylarden bahsetti. Ama şimdi insanın yaratılışı ile ilgili konulardan bahsedecek. İnsanın yaratılışı ve bu yaratılışta insanın Allah’a döndürüleceğinden bahsedecek. Ve bundan sonra yer yüzünden ve gökyüzünden bahsedecek 28. ve 29. ayetlerde. Başka tefsirlerden de aktarak anlatmaya çalışacağım. Çünkü bizim yapmış olduğumuz derslerden sonra tefsir devam etmediği için bu sistemle de biraz gitmeye çalışacağım. Şimdi geldiğimiz 28. ayet... 

 

[455] كَيْفَ ْ [nasıl] kelimesi [aslında soru ve cevap ifade eder ve gizli bir soru Hemze  si ihtiva eder, işbu] Hemze’nin mânası, inkâr ve hayret ifade etmektir. Buna göre burada, “Yanınızda sizi nankörce inkâr etmekten alıkoyacak ve imana sevk edecek şeyler varken nasıl Allah’ı nankörce inkâr edersiniz?!” şeklindedir. Bunun bir benzeri, “Kanatsız uçacaksın öyle mi? Pekiyi nasıl uçacaksın kanatsız?!” ifadesinde söz konusudur. Şayet “Kanatsız uçacaksın öyle mi?” sorusu uçabilecek olmanın inkârıdır, çünkü kanatsız uçmak imkânsızdır, oysa küfr , yani “nankörce inkâr etmek”, âyette zikredilen hayat verme ve öldürme nimetlerine rağmen, yine de imkânsız değildir!” dersen, şöyle derim: Burada küfr adeta imkânsız sûretinde ele alınmıştır, çünkü insanı küfürden alıkoyup imana sevk edecek şeyler çok güçlüdür.

 

[456] Şayet “كَيْفَ [nasıl] kelimesindeki Hemze’ nin durumu anlaşıldı; ayrıca buradaki Hemze’nin kâfirlerin inkârının yadırganması anlamına geldiği, insanı inkârdan alıkoyacak gerekçelerin güçlülüğü ya da inkârın bizzat muhal oluşu sebebiyle adeta imkânsız görülmesi anlamını kattığı anlaşılmış oldu. Peki, onların fiilî olarak içinde bulunduğu hal olan küfrün yadırganıp reddedilmesi konusunda bu كَيْفَ [nasıl] kelimesini nasıl değerlendireceksin?” dersen, şöyle derim: Bir şeyin hali, onun zâtına tâbidir. Bir şeyin zâtının sübûtu imkânsız ise, halinin sübûtunun imkânsızlığı da buna tâbi olarak ortaya çıkar.

 

Burada kâfirlerin hallerinin, küfrün ve eş anlamlısı olan şeylerin tabiî sonucu olarak ortaya çıkmış olduğu için yadırganmış olması, küfrün bizzat kendisinin kinaye yoluyla yadırganması demektir ki bu, küfrü yadırgama ve red noktasında çok daha kuvvetli ve belîğ (edebî/etkili) bir yoldur. Bir başka deyişle; onların küfürlerinin, üzerinde var olacağı bir hâlin bulunduğu reddedilince, bu yadırgama ve redle aslında küfrün varlığı burhânî yolla yadırganmış olmuştur; zira her varlığın vucuda geliş, var oluş esnasında muhakkak bir hal ve sıfat üzere olacağı, halden ve sıfattan ârî olmayacağı mâlûmdur.

Yani kanatsız uçacaksın öyle mi? Havanın ayrodinamik yasaları içerisinde uçacak bir şeyin, kanadının olmamasını nasıl düşünemezsek, bir çok şeyde de hayatın değişmez unsurları vardır. Asla hayatın onlarsız olmayacak unsurlar vardır. İşte burada da bu örneği verip kanatsız uçacaksın öyle mi, sorusu .... uçulabilecek olmanın inkarıdır.

Yani Allah burada küfür imkansızdır demek istiyor. İnkar psikolojisinde olan insanların durumunda şunu söylüyor: insanın öncelikle kendi hakikatinin varlığını inkar ettiğini söylüyor. 

كَيْفَ kelimesi, burada nasıl böyle düşünebilirseniz, buna imkan yok, anlamındadır.

Ben okuyorum ve yazıyorum. Bu benim zatıma tabî bir eylemdir. Siz de dinliyorsunuz. Bu da sizin zatınıza tabî bir eylemdir. Eğer sizin zatınızda okuma anlama üzerine bir etkinlik olmasaydı halimizden, zatımızdan ortaya çıkan böyle bir eylem olmazdı. O yüzden insanın eylemleri zatına tabîdir. Yani biri hırsızlık yapıyorsa, tabi ki koşullardan bağımsız olarak söylüyorum, onun zatını anlatır. Bir insanın konuşması, söylemi onun zatına tabidir. Dedikodu mu yapıyoruz, bu şeyin hali, eylemi benim zatımı anlatıyor. Ağır, kırıcı mı konuşuyoruz, işte bu şeyin hali, bu eylemin hali benim zatına tabi. Bu eylemler benden bağımsız değildir diyeceğiz. İnsanın eylemleri insanın zâtında tabiidir. Zatından bağımsız ortaya çıkmaz. ....

Hangi hal olursa olsun diyor o halinin olması için bir takım özelliklerini ortaya çıkması gerekiyor. Yani ben dedikodu yapıyorsam bu benim zatîmın içinde önceden nüvelenmiş bir şeydir. Nüvelendikten sonra ben onu zihnimde düşünmüşümdür. Ve sonra dile gelmiştir. Benim bir yolla sıfatımla, halimde ben bunu vücuda getirmişimdir. İnsan zâtında olmayan vücudundan dışarıya çıkamaz, diyor. 

İnsan zâtında olmayan vücudundan dışarıya çıkamaz

 

[457] وَكُنْتُمْ اَمْوَاتاً ْ ifadesindeki Vav hâl ifade eder. Şayet “Buradaki كُنْتُمْ fiil- i mazi olduğu halde, Vav nasıl hâl Vav’ı olabilir? Zira ci’tu ve kāme’l-emîru [Ben geldim ki emîr kalktı] denmez; bunun yerine ci’tu ve kad kāme’l-emîru[Tam ben geldim ki, emîr kalkmış] denir. O halde, burada Vav’ın ardından gizli bir قد takdir edilmeden bunun hal olduğu nasıl düşünülebilir?” dersen, şöyle derim: Buradaki hâl Vav’ı sadece كُنْتُمْ اَمْوَاتاً ifadesinin başına değil, âyetin sonundaki تُرْجَعُونَ ifadesine kadar olan bütün bir cümlenin başına gelmiştir. Sanki şöyle denilmiştir: Sizler ölü iken, babalarınızın sulbünde nutfe iken, Allah sizi hayat sahibi kılmış; sonra bu hayatın ardından sizi öldürecek ve ardından ölümden sonra diriltip hesaba çekecek olan Allah iken, kıssanız bu iken, nasıl Allah’ı nankörce inkâr edersiniz?!

 

[458] Şayet “Âyette ifade edilen kıssanın bir kısmı geçmişte yaşanmış, bir kısmı ise gelecekte yaşanacak şeylerdir; mazi ile müstakbel bir arada hâl olamazlar, zira hâl-i hâzırda hâl olarak bulunan durumda bu ikisinin birlikte vuku bulması söz konusu değildir. Peki, burada an itibariyle hâl olarak vâki olan nedir?” dersen, şöyle derim: Hâl-i hâzırda hâl olarak vâki olan, kıssaya dair ilimdir. Onlara sanki şöyle denilmiştir: Bu kıssanın başından sonuna hepsini biliyor olduğunuz halde nasıl nankörce inkâr ediyorsunuz?!”

Bu ayeti reenkarnasyona delil olarak getiriyorlar. Ama bunun rearkarnasyonla bir ilgisi yok. Yer yüzünde somut hale dönüşmüş bir şey .... yoktu yani demek istiyor. 

Yani kıssa dediğiniz yani bizim hikayelerimizden bahsediyor. Siz de az çok yaratılışınızın yani hikayenizin ne olduğunu biliyorsunuz, demek istiyor. Burada ölülerden maksat yokluktan varlık alemine çıkıştır. ..... Biz burada şunu anlıyoruz ki, insanın anne rahmine düşmesi bir ölümdür. Bir yerden geldi ve anne rahmine düştü. Anne rahminden karın boşluğuna düşüyor, büyüyor, o bebeğin dünyaya gelmesi de bir ölümdür. Çünkü anne karnındaki bütün yaşantı bitiyor. Aynı şekilde bu dünyadan ahiret âlemine giderken bir ara durak olan ölüm de yeni bir dirilişin başlangıcıdır. Ve bu dünya hayatında ölüm inanılmaz bir anlamlılık taşır. Çünkü ölüm olmasaydı sonsuz bir hayatı olmaz ve insan kendini kontrol edemezdi. 

Modern hayatta biz ölümleri hayatın dışına çıkarttık.

Ama modern hayatta biz ölümleri hayatın dışına çıkarttık. Halbuki ölümleri hayatın dışına çıkartmamak lazım çünkü. Çünkü ölüm insana var olacağını, var oluşunun biteceğini bildirir. Hiç ölmeyeceginizi Bir düşünün, o zaman nasıl yaşardınız. Paul Kalanithi'nin "Son nefes havaya karışmadan" diye bir kitabı var. O kitabında kendisi doktor, ve hayalleri var, çok güzel hedefleri projeleri varken birden kanser çıkıyor. Ve son nefes havaya karışmadan önceki durumunu anlatıyor. Ölümün insanda nasıl bir hale getirdiğini anlatıyor. Okumanızı tavsiye ederim. Bu anlamda şunu anlıyoruz, 28. ayetin reenkarnasyonla bir ilgisi yok. "Emvat" (اَمْوَاتاً) Arapçada (1) ölüm anlamına geliyor, (2) yokluk anlamına geliyor. Yokluk anlamına geldiği yerlerden bir tanesi de "Mülk suresinde" geçer. Ölümü ve varlığı yaratan Allah olarak geçer. Bu anlamda şunu anlamış oluyoruz. Demek ki insan yoktu, yokluktan varlık alemine çıktı. 

İnsanı yokluk tohumundan varlık tomurcuğuna Allah çıkarttı. 

Bu arada hiç olmadığımız bir zamandan bahsediyor. Nisa Suresi'nde görmüştük biz bunu. İnsanın hiç esamesinin okunmadığı milyonlarca yıllar vardı. İnsan zaman kavramı da bunu anlayamıyor. Bizden önceki kainatın yaratılmasıyla başlayan süreçten bugüne bizim esameniz bile okunmuyordu. Ve sonra biz bu dünyaya geldikten sonra var olduğumuzu anlamaya başladık. Biz bu dünyadan gittikten sonrada bir iki kuşak en fazla üç kuşak bizi hatırlayacak ve sonrasında o da bitecek. Çünkü Rahman Suresi'nde diyor ya "yalnızca Allah baki kalacak." Yani unutmayalım "emvat" kelimesinin iki anlamı var bir yokluk bir de ölüm...

 

[459] Şayet “Senin bu söylediğine göre âyetin mânası, ‘Siz bu kıssayı başından sonuna bildiğiniz halde, hangi hâl üzere nankörce inkâr ediyorsunuz?!’ şeklinde olmaktadır. Pekiyi bu mânanın sıhhatinin izahı nedir?” dersen, şöyle derim: Daha önce söylediğimiz üzere كَيْفَ’deki soru mânası yadırgama ve red vurgusu taşır. Hâlin yadırganması da, kinaye yoluyla zâtın yadırganmasını ihtiva eder. Bu durumda, adeta şöyle denmiş olmaktadır: Şu halinizi biliyor olmakla beraber nankörce bir inkâr içinde olmanız ne kadar yadırganacak bir durumdur!

 

Hikayeni, kıssanı biliyorsun. Anne karnından geçtin, sonra bebeklikten, sonra da çocukluktan geçtin ve bu halde olduğun halde nankörce yadırgıyorsun. 

[460] Şayet “Diyelim ki, onlar başlangıçta ölü iken Allah’ın kendilerine hayat verdiğini ve sonunda öldüreceğini biliyorlar; ancak Allah’ın onları ikinci kez dirilteceğine dair bir ‘bilgi’leri yok ki?” dersen, şöyle derim: Kendilerini her iki konudaki ilme ulaştıracak deliller sayesinde bu imkâna sahipler. Dolayısıyla, sanki bu ilme sahip gibi değerlendirilmişlerdir. Kaldı ki, içlerinden çoğu bunu bildikleri halde inat etmekte idiler.

Yani burada Allah diyor ki, onlar bu dünyadan sonra öyle ya da böyle bir dünyanın bir alemin geleceğini herkes biliyor. Nasıl biliyoruz bunu; Sonbaharda ağaçların yaprakları dökülüyor, sonra kış oluyor ve hiçbir şey, canlılık olmuyor, her şey bembeyaz oluyor. Herşey bembeyaz karların altında. Halil Cibran'ın dediği gibi:

Sizi kim ikna edebilir bundan sonra yemyeşil yaprakların açacağını, çiçeklerin açacağını kim ikna edebilir karı gördüğün zaman.

Anlıyoruz ki kainatta her şey bitiyor, üzeri bembeyaz bir örtü ile örtülüyor. Aynı ölüm gibi. Canlılıkla arası kesiliyor. Ama tekrar oradan DİRİLİYOR. Aynı insan da böyle. İnsanın Kainat’taki döngüde, değişim ve dönüşümde olduğu gibi düşünmesi gerekiyor. Yapraklar geliyor gidiyor hiçbir yaprağın yerine aynısı gelmiyor. 

 

[461] Emvât kelimesi meytin çoğuludur, tıpkı kaylin çoğulu akvâl olduğu gibi. Şayet “Onlar daha önce henüz yaratılmamış ve cansız oldukları halde neden ‘ölü’ oldukları söylenmiştir; oysa meyt / ölü kelimesi, hayat sahibi olması mümkün olan yapılar için kullanılır?” dersen, şöyle derim: Aksine meyt / ölü kelimesi, hayat sahibi olmayan kimse için kullanılır. Nitekim بَلْدَةً مَيْتاً [“ölü belde” (Furkān 25/49] ,[( وَاٰيَةٌ لَهُمُ الْاَرْضُ الْمَيْتَةُۚ [“Onlar için, ölü toprak bir âyettir” (YâSîn 36/33)] ve اَمْوَاتٌ غَيْرُ اَحْيَٓاءٍۚ [“Diri değil, ölüdürler.” (Nahl 16/21)] âyetlerinde bu mânada kullanılmıştır. Ayrıca cansız varlıklarla hayat sahibi olması mümkün varlıklar “ruhsuz” ve “duyusuz” olma noktasında müşterek oldukları için, burada meyt kelimesinin isti‘âre olarak kullanılmış olması da mümkündür.

(28.dk) ....  Yani. Embriyolojik aşamada da hiçbir şeyimiz yoktu. Ve hiçbir şeyimiz yokken oluşmaya başladık.

 

[462] Şayet “İkinci ihyâ [hayat verme] ile anlatılmak istenen nedir?” dersen, şöyle derim: İhyâ ile kabirde hayat vermenin, rucû ile de kabirlerden dirilip çıkmanın kastedilmiş olması mümkün olduğu gibi, ihyâ ile kabirlerden dirilip çıkmanın, rucû ile de âhiretteki karşılığı almaya varmanın kastedilmiş olması da mümkündür.

 

[463] Şayet “Âyette neden ilk atıf Fâ ile yapılmış da, ardından sümme [sonra] ile takip edilmiştir?” dersen, şöyle derim: Çünkü ilk ihyâ, “mevti” [ölümü] takip etmiştir ve bu ikisi arasında hiç süre yoktur. Oysa ihyâ ile ölüm arasında süre vardır. Aynı şekilde eğer ikinci ihyâ ile kabirden dirilip çıkış kastediliyorsa, o zaman ölüm ile ikinci ihyâ arasında da açık bir süre söz konusudur. Fakat eğer ikinci ihyâ ile kabirdeki diriliş kastediliyorsa, o zaman, burada sümmenin kullanılmış olmasından ölüm ile kabirdeki diriliş arasında da bir sürenin bulunduğuna dair bilgi elde edilir. Yine kabirden diriltilip çıkmak ile ceza görmek arasında da süre söz konusudur.

 

[464] Şayet “Onların inkâr etmiş olmaları ile âyette anlatılan hususların bir arada bulunması neden yadırganmıştır; anlatılan hususlar onları küfürden alıkoyacak açık âyetler / deliller içerdiği için mi, yoksa kendilerine mutlaka şükürle karşılık verilmesi, kesinlikle nankörlük edilmemesi gereken muazzam nimetleri içerdiği için mi bu yadırgama yapılmıştır?” dersen, şöyle derim: Her iki ihtimal de söz konusudur, çünkü âyette sayılan hususlar hem birer delildir hem de bununla beraber en muazzam nimetlerdendir.

İnsan daha dünyaya gelmeden önce yokluk vardı, orayı anlamıyoruz. Yokluğunun ne demek olduğunu anlayamıyoruz. Zihin bunu kabullenemiyor. Sadece yokluğu, bir varlığı görememe olarak tarif edebiliyoruz. Bir varlığın olmaması olarak kabul ediyoruz, tarif ediyoruz. Halbuki "yok" dediğimiz şey, aslında o varlığında olmamasıyla alakalı bir şey. Şöyle bir şey hayal edin, yepyeni bir varlık düşünüyorum şu an, o yok ya, işte onu düşünüp tasarlama, olduktan sonra vücuda geliyor. İnsanı da Allah o şekilde vücuda getirdi. İnsanın yoklukla var olması arasında hiçbir süre yoktur. Allah "kün" dedi Ve oluverdi.

Kimse yoktan var edemez. Kimse. İşte bunlar da Allah’ın nimetleridir, diyor. Demekki ne öğrendik insan ve bütün bu varlık, sistematik yokluk içerisinde. İnsan yokluk tohumundan varlık tomurcuğuna yükseldi. Ve sonra diyor, nasıl ki bir tomurcuk çiçek olur ve sonra solmaya başlar ve sonra tam anlamıyla solar gider, işte insan da öyle olacak diyor. Onu söylüyor diyor. Bu en büyük delildir. Hepimizin Ölümlü olması... 

Bugün modern dünyada ölümü şehirlerin dışına attı.

İnsanlar artık yakınlarının kabrine, yakınlarını, çocuklarını götürmüyorlar. Psikolojileri bozulmasın diye. Hatta batıda artık tamamen yakıyorlar. (Sözde) ölülere saygı duyarak insanın bedenini yakıyorlar. Ama ne bedenine, ne de insanın ruhuna saygılı olmadıklarını aslında görüyoruz. Ölüme bu kadar insandan uzakta hissettirmelerini sebebi, insanın hep kalıcı olmalarını hissettirmelerindendir. İnsana, yaşlanmayacağız ki tüketim devam etsin, günübirlik yaşayacak, günlük talepleri neyse onu yapmak zorunda olacak .... 

(... 34. dakika) Hakikaten güzel bir tespitte bulunmuş. Hakikaten ne isteniyorsa o giyiliyor. Herkezin yüzü nasıl olması gerekiyorsa o şekilde oluyor. Ne yenmesi gerekiyorsa o yeniyor. Hele hele bugün daha kolay, çünkü sosyal medya faktörü çok yüksek. O yüzden aslında bu sosyal medya ile beraber sürekli tüketim, kapitalist bir hayat tarzı sunarak bizi ölümden uzaklaştırıyorlar.  

Ölüm güzel bir şey. Ölüm duyuştur, ötelere açılıştır. 

"Ölüm güzel olmasaydı ölür müydü peygamber" diyor Necip Fazıl. Bu dünyadan gidiş, insanın bu sınırlı, somut, üç boyutlu düzlemden bambaşka alemlere açılışıdır. Anne karnındaki bebeğe biz anlatamayız dünyayı. Anne karnındaki bebeğe bu kadar renk olduğunu, 36.000’den fazla renk olduğunu anlatabilir miydik. 40.000’e yakın koku reseptörü olduğunu anlatabilir miydik. Sesler, ifadeler bunların hiçbirini anlatamazdık. O bebeğe ne derseniz deyin, ben en rahat yerdeyim, en güzel yerdeyim derdi. En güzel yerde olmadığını asla kimse ona ikna edemezdi. İşte biz de bu şekilde ahireti anlayamıyoruz. 

Anne karnında yaşadık, büyüdük, oradaki zaman da bitti. Şimdi dünyanın beşiğindeyiz. Burası da bir geçiş, yolculukdayız. Felsefelerin tümü, günün teknolojisi ile beraber, "hayır sen hep buradasın, sen hep dünyadasın" fikrine ikna etmeye çalışıyorlar. Dünyada olduğumuz müddetce evet dünyalıyız; ama buradan geçip gideceğiz. İsterseniz 130 140 yaşına kadar yaşayın. Düşünebiliyor musunuz 98 yaşında biri, hiçbir hastalığı yok, ama doktor diyor ki yaşlılıktan ölüyor. Organlar yaşlanıyor. Ama aslında beden dökülüyor ve o bedenin dökülmesi ile ruh yepyeni bir menzile doğru açılıyor. Ruhu dökülmüyor. Allah muhteşem bir şey söylüyor. Nasıl ki yokluktan varlığa geldiğimiz zaman varlığın ne kadar kıymetli bir şey olduğunu varlıkta anladık. Ahireti de gördüğümüz zaman onun ne olduğunu anlayacağız. Şunu unutmamakta lazım. 

(Ölümle) Allah’a döndürülmek, bizim için bir ikram-ı ilahidir. Anne karnında bir bebeğin dokuz ayını tamamlayıp da herhalde dünyaya gelmesi gibi. 

 

[465] لَكُمْ “sizin için, sizin dünyevî ve dinî menfaatiniz için” demektir. Sözü edilen şeylerin [yeryüzündeki her şeyin yaratılmasının] dünyevî faydası açıktır, dinî faydası ise şunlardır: Bu yaratılanlar üzerinde, bunların kudret ve hikmet sahibi bir yaratıcıya delâlet eden muazzam yaratılışları üzerinde gözlemde bulunmak dinî bir faydadır. Oradaki türlü yiyeceklerin, içeceklerin, meyvelerin, eşlerin, bineklerin, güzel manzaraların verdiği ünsiyet, lezzet üzerinde tefekkür etmek ve yine orada bulunan ateş, yıldırım, yırtıcı hayvanlar, zehirler, gam-keder ve korkular gibi türlü kötülüklerin verdiği meşakkat üzerinde tefekkür etmek insana ahiret hayatındaki sevap ve cezayı hatırlatıcı özelliktedir.

 

[ 466] خَلَقَ لَكُمْ [sizin için yarattı] ifadesinden yola çıkarak bazı kimseler, aklen sakıncalı şeyler arasında olmayan ve insana fayda sağlayabilecek şeylerin asıl itibariyle mutlak olarak mubah olduğunu, bu şekilde yaratılmış olduğunu, herkesin onlardan faydalanabileceğini savunmuştur.

 

[467] Şayet “Bu âyete, ‘Yer’i ve içindekileri / üzerindekileri sizin için yarattı’ şeklinde mâna vermenin doğru bir gerekçesi var mıdır?” dersen, şöyle derim: Eğer Arz [الْاَرْضِ] kelimesi ile sadece Yer’in yüzeyini değil de “aşağı istikametteki yönleri” kastediyorsa [tıpkı semâ ile yukarı yönlerin kastedilmesi gibi] o zaman bu mâna caizdir. Zira Yer’in yüzeyi ve onda bulunanlar, aşağı (süflî) istikamette bulunurlar.

Allah aslında ölümü de bizim için yarattı. Ölüm bir kavuşmadır. Ölüm bir vuslattır. Hem de nerelere kadar bir vuslattır. Allah’ın Resulü ile de vuslattır. Sahabe ile de vuslattır.  İnsanın sevdikleriyle de vuslattır.  Derler ya Beşikten ötesi gurbet. O gurbetten ana yurda koşmaktır. 

Yani diyor ki portakalı aldın. İçinde filtreler var. C vitamini içine filtrelenmiş. En ince zararlarla üstü kapanmış. Ve dilim dilim üzerine konmuş ve üzeri de konservelenmiş. Ve her portakal bir tane. Yani senin yediğin portakalı senden başkası yiyemiyor. İşte bunlara böyle bakan manevi fayda görür ve tefekkür alemi gelişir, diyor.

Yani dünyadaki her şey bir anlam üzerine yaratılmıştır. Hiçbir şey anlamsız yaratılmamıştır. Her şeyin bir şeye bir yardımı, bir etkisi vardır. Burada kendisine döndürüleeceğiniz Allah ki, yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattım, diyor. Usulcüler, İslam fıkıh usulücüleri diyor ki, her şey insan içindir diyor. ... Bu eşyada her şey kullanılır diyor. Yani insan içindir diyor onu kullanmak mübahtır diyor.

Doğum günü hatırlanmadığı için üzülenler var. Nasıl üzülüyorsun. Allah her şeyde seni hatırlamış. Yeryüzündeki Yeşilliklerden gökyüzündeki yıldızlara kadar bize görsel bir şölen sunmuş. Her türlü şeyler lütfeylemiş.

Hiç bakmazsın ne yediğine, elmayı öylece yersin geçersin. Bir günlük C vitaminini karşılamış olursun ve bundan haberin olmayabilir. Elmanın içinde bir çok madde vardır. İçerisinde demir var, C vitamini var ama aslında ikisi bir arada bulamaz. Allah onun için, içine asit de koymuştur. Ama asit mideye zarar verir. Onun içinde Allah içine karbonat iyonlarını koymuş zarar vermesin diye. 750 800 civarı elma çeşidi olduğunu biliyoruz. Bir tek elmadan bahsediyoruz. Bir elma diyoruz altı üstü. Kırmızı elma kana iyi geliyor, yeşili safraya iyi geliyor. Bunların hepsi birer ayettir. 

 

[468] جَم۪يعاً kelimesi, ikinci ism-i mevsūlün [ فِي الْاَرْضِ ifadesinin] hâli olarak mansuptur. İstivâ; i‘tidal ve istikamet demektir. Bir çubuk ya da başka bir şey düz ve dik durduğu zaman, bu durum istevâ fiili ile ifade edilir. Yine bir şey, herhangi başka bir şeye bulaşmadan, doğrudan hedefine yönelmişse, onun için istevâ ileyhi [ona yöneldi] denir. ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ ifadesi de bundan isti‘âre olarak kullanılmıştır. Anlamı, “yerdekileri yarattıktan sonra, irade ve meşîeti ile doğrudan, ikisi arasında herhangi başka bir şey yaratmayı murad etmeksizin, semâya yöneldi” şeklindedir. Semâdan murat, ulvî cihetlerdir. Sanki şöyle denilmiştir: Sonra yukarı yöneldi.

 

Burada yedi kat sema olarak söyleniyor ve çokluktan kesret olarak söyleniyor aslında. Bir çok tabaka var. Bunları da düşündüğümüz zaman muhteşem derecede kainatla uyumlu bir dünya yaratıyor.

 

[469] فَسَوّٰيهُنَّ [ve orayı düzenledi] ifadesindeki zamir müphem olup سَبْعَ سَمٰوَاتٍۜ [yedi gök halinde] ifadesi ile tefsir edilmiştir. Bu kullanım, rabbehû raculen [onu bir adam olarak eğitti, yani “eğitti, adam etti”] ifadesine benzer. Bir görüşe göre; فَسَوّٰيهُنَّ ‘deki zamir, cins mânası ifade eden semâya işaret etmektedir. Bir görüşe göre semâ, semâ’etun kelimesinin çoğuludur. Ancak Arap diline uygun olan, ilk görüştür. Allah Teâlâ’nın semâyı düzenlemesinin mânası, orayı mutedil bir şekilde yaratmış, her türlü sapma ve eğrilikten ârî bir şekilde var etmiş, yaratılışını tamamlamış olmasıdır.

 

[ 470] وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ۟ [O, her şeyi bilir]; dolayısıyla orayı muhkem, her türlü çarpıklıktan uzak, düzgün bir şekilde yaratmıştır. Bunun yanı sıra, Yer’de olanları da Yeryüzündekilerin ihtiyaçları, menfaat ve maslahatları doğrultusunda yaratmıştır. Şayet “Allah’ın semâya istivâ etmesine dair yapmış olduğun tefsir, âyetteki sümme[sonra] ifadesi ile çelişmektedir, zira sümme arada bir süre geçmiş olduğu anlamına gelir” dersen, şöyle derim: Buradaki sümme, zaman itibariyle arada bir süre bulunduğuna değil, iki yaratma arasındaki derece farkına, semâvâtın / göklerin yaratılmasının Yer’in yaratılmasına olan üstünlüğüne delâlet der. “Ayrıca [sümme], iman edip birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden, birbirlerine merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.” [Beled 90/17] âyetinde de benzer bir durum söz konusudur. Kaldı ki sümme zaman itibariyle bir sonralık anlamına gelse dahi, yapmış olduğun itiraza mesnet teşkil etmez, çünkü bu durumda da mâna, “O semâya yöneldiği zaman, bu arada başka bir şey yaratmadı” şeklinde olur.

Biz bir konuda bir şeyler bilebiliriz. Ama o bilmeyi bile bilen Allah’tır. Deveyi yaratmış, ona çöl tankı deniliyor. Bize bir sıra kirpik vermiş. Ona üç sıra kirpik vermiş ve hatta hassas saydam göz kapakları vermiş. Neden, kuma karşı hayvanın korunması için. Diyor ya, deveye bakmaz mısınız. Hörgücünde yıllarca biz su var zannettik. Ama sonra öğrendik ki develerin hörgücünde yağ var. Çünkü yağ yavaş yavaş açılıyor ve onun hörgücünde ki yağ bir sene hiç su içmeden hayvanın hayatını devam ettirebiliyor. Biz şunu görüyoruz ki biz öğrendik .... Ama sonra başka bir bilgiyle bir de bu varmış diyoruz. Allah bizim bildiklerimizi de bilen, ilmin de sahibi olandır. İlmi bir bütün olarak düşünün. Onun ilminden dökülen damlalar var. Biz o damlalardan nelere vakıf olabilirsek artık.

 

[471] Şayet “Peki, bu görüş “Bundan sonra da Arz’ ı (hayata elverişli şekilde) yaymıştır” [Nâzi‘ât 79/30] âyeti ile çelişmiyor mu?” dersen, şöyle derim: Hayır çelişmiyor, çünkü Yer’in fizikî olarak var edilmesi, semânın yaratılmasından öncedir; ama hayata elverişli şekilde düzenlenmesi (dahv) ondan sonradır. Rivayet edildiğine göre; Hasan-ı Basrî şöyle demiştir; “Allah Teâlâ yeryüzünü Beyt-i Makdis ’in mekânında, üzerinde bir duman tabakası yapışık bulunan bir kaya şeklinde yarattı. Daha sonra dumanı yükseltti ve ondan gökleri yarattı, kayayı ise yerinde tuttu ve ondan yeryüzünü yaydı. İşte ‘Gökler ve Yer bitişik idi’ [Enbiyâ 21/30] âyetindeki bitişiklik, bu yapışıklıktır.”

Burada insana bir betimleme gösteriyor. İnsanın anlamasına yönelik bir teşbihte bulunuyor. Çünkü biz bir şey yapmak için ilk önce biz onun planını yapıyoruz, projesini yapıyoruz. Ve önce örnekliyoruz. Allah ise "El Mübdi"dir, "El-Bedi"dir. Yani her şeyi, hiçbir örneği ve maddesi olmadan yaratan demektir. Yani ben bugün geldim, ders anlatıyorum. Olan birşey üstünde, konuşulmuş olandan anlatıyorum. Biri de elbise dikiyor, madde var ve modeller var. O modellere göre yapıyor. Ama Allah’ın yaratmasından madde yok. Aynı zamanda model de yok. İlk yaratılışı yapıyor ve o ilk yaratılıştan maddesiz ve modelsiz, maddeler ve modeller yaratıyor. Sadece insana düşünmeyin. Maddesiz ve modelsiz yarattığı bizlere bakın. 8 milyar insan var şu an yer yüzünde. Herkes birbirinden farklı. İkizler bile birbirinden farklı. %100 birbirinin aynı olan iki insan yok. Hem birbirimize benziyoruz, yani yöresel olarak benziyoruz, ailevi unsurlardan benziyoruz. Yüz düşünün 10 santimlik, 15 santimlik bir yüzde, hem herkesden farklı, hem de herkesle ortak. Hem kendi milletiyle ortak diyoruz. Hem de, hacda tanıyorsunuz bu Pakistan’da, bu İranlı diye. Ama o ülkenin insanından da farklı. Aslında aynı gibi gözüküyor. Sonra ailesiyle yanyanaysa ailesinden özellikler vardır yüzünde diye bakıyorsun. Halik, Bari, Musavvir tecellisini görüyorsun. 

Maddesiz ve modelsiz yarattığı her birimizin ortak maddesi aynı da olsa, maddenin işleyişi her birimizde farklı. 

Ortak madde aynı, fakat işleyişimiz farklı. Her birimizin modeli, iki göz bir burun vs aynı. Ama hepimiz birbirimizden çok farklıyız. Her birinizin hangi toplumdan olduğu anlaşılıyor. Bunun yanısıra Karadenizden mi, Konya’dan mı nerden, anlıyoruz. Bunun yanısıra ailesinden de benzerlikler teşkil ediyor. İşte Allah’ın yaratması, modeli, örneği, maddesi hiçbir şey olmadan yaratıyor. Her şeyi bize ikram eden Mevla. 

Bizim yanlış düşüncelerimiz var, beni annem babam büyüttü, rızkı onlar verdi, diye düşünüyoruz. Ama hayır, "O" verdi. Teşekkür ederiz anne babamıza, o ayrı, ama bizimle beraber rızkımızı da ikram etti Allah. Her şeyi bizim için yarattı. Zamanla, varlıklara, çevremize, her şeyi bizim için yarattı. Sadece bizi bu kadar donanımlı ve farklı yaratmadı. Mesela düşünebiliyor musunuz, kalp diye bir organ var. Her gün devasa uzunlukta bir damar ağı var. Ve her gün kan dolaşım oluyor bu damarlarda. Her şey tıkırında devam ediyor. O kalp organında vücutta kan devir daim ederken bir de oraya bir duygu koyuyor. Kalıbını görseniz, açılıp kapanan bir madde bizi ayakta tutuyor. Ama o nasıl bir maddedir ki içine sevgi ile doldurabiliyorsunuz. Düşünün, etten ve kemikteniz ve birbirimize sevgi aktarıyoruz. Birbirimize muhabbet aktarıyoruz. Birbirimize duygu aktarıyoruz. 

İşte bunlar Allah’ın ikramı ilahilaridir. O yüzden hepsini bilen O, hepsini de bizim için yaratan O. 

Bu gülü yaratmış katmerli katmerli, nasıl bir güzelliktir bu. O kadar çok çeşit çiçek var ki her birinin ayrı fonksiyonları var. Ve herkesin önüne ikramı ilahi olarak koymuş. 

Yorumlar