Bakara Sûresi 25 ( Keşşâf Tefsiri p. 387-413)

Allah`a İman Ne Demektir? | Sorularla İslamiyet 

25. İman edip salih amel işleyenleri; altından ırmakların aktığı öyle cennetlerle müjdele ki; bunlardan kendilerine her ne zaman bir meyve takdim edilse: “(Â…) bu bize daha evvel ikram edilenin aynısı!..” derler; oysa onun bir benzeri verilmiştir. Orada tertemiz eşlere sahiptirler ve orada kalıcıdırlar.

 

[387] Allah Teâlâ’nın kitabındaki âdetlerinden biri, özendirme ve teşvik ifadelerini korkutma ifadeleri ile birlikte zikretmesi, müjde ve uyarıyı bir arada yapmasıdır. Böylece Allah Teâlâ kulların kendisine yaklaşacakları şeyleri elde etme konusunda daha canlı olmalarını, kendilerini telef edecek şeylerden de geri durmalarını murad etmiştir. Burada da Allah Teâlâ önce kâfirleri ve onların amellerini zikredip kendilerini azap ile uyarınca, hemen ardından iman ve salih ameli birleştiren, hem itaat fiilini yerine getirip hem de günahlardan kaçınan, amellerini küfür ve büyük günahlarla boşa çıkmaktan muhafaza eden kullarını sevapla müjdelemektedir.
 
[388] Şayet “Âyetteki ‘müjdele’ emrinin muhatabı kimdir?” dersen, şöyle derim: Bu emrin muhatabı Peygamber (s.a.) olabileceği gibi her mü’min de olabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber bu mânada şöyle buyurmuştur: “Karanlıkta mescit yolunda yürüyenleri kıyamet günü tam bir nûr ile müjdeleyin” [Tirmizî “Mevâkîtü’s-salât”, 53] Peygamber (s.a.) bu sözüyle belli bir kişiye emir vermiş değildir, aksine herkes bu emirle memurdur. Bu ifadenin en güzel yorumu budur, çünkü burada, söz konusu hususun, müjdeleyebilecek herkes tarafından müjdelenmeyi hak edecek kadar önemli ve muazzam bir husus olduğu iması söz konusudur.


Kur’an-ı Kerim de bir eğitim psikolojisi söz konusudur. Kur’an‘ın dokusuna baktığımız zaman hep bir ritim psikolojisi görüyoruz. Eğer cehennem ayetlerinden bahsediliyorsa hemen arkasından cennetle ilgili ayetler geliyor. Cennetle ilgili ayetler geliyorsa da hemen arkasından cehennemle alakalı ayetler geliyor. Bu insan psikolojisi ile alakalı. Bir insana sürekli ödülden bahsediyorsak o ödül anlamsız hale geliyor. Aynı şekilde insana sürekli cezadan bahsediyorsak da o ceza bir süre sonra anlamsızlaşır..... Cennetle ilgili ayetlerden bahşediyor. Bir hoşluk bir rahatlama hissediyoruz. Özellikle suların akması. Ondan hemen sonra aynı şekilde cehennemle ilgili ayetler geldiği zaman da kendimize bir çeki düzen veriyoruz. Bu insanın ritim psikolojisine dokunmuş oluyor. 

 

[389] Şayet “Bu emrin öncesinde kendisine atfedilebileceği herhangi bir emir ya da nehiy yoktur, o halde, bu emir nereye atfedilmektedir?” dersen, şöyle derim: Bu emrin atfedilmesi için öncesinde ille de bir başka emrin bulunması gerekmez; aksine buradaki atıfta asıl itimad edilen şey, mü’minlerin alacakları sevabı anlatan cümledir ki bu cümle de kâfirlerin alacakları cezayı anlatan cümleye atıftır. Bu tıpkı, “Zeyd zincire vurulmakla, ağır bir eziyete maruz kalmakla cezalandırılacaktır; Amr’ı ise bağışlanma ve serbest bırakılmakla müjdele” cümlesine benzer. Ayrıca bu emir cümlesinin daha önceki âyetlerde geçen فَاتَّقوُا [sakının] emrine atıf olduğunu da söyleyebilirsin. Bu da tıpkı, “Ey Temîm oğulları! İşlediğiniz suçların cezasından sakının; ey falanca, sen de Esed oğulları nı kendilerine olan ihsanımla müjdele” cümlesine benzer.


Burada müjdelemenin müjdesini yaşattığı şeklinde bir hoşluk, bir rahatlık olgusu oluşturduğunu görüyoruz.

 

[390] Zeyd b. Ali (r. a.)’ın [v.122/740] kıraatinde bu emir fiili, daha önceki اُعِدَّتْ [hazırlandı] fiiline atıf olarak, meçhul fiil formunda وَبُشِّر [müjdelendi] şeklinde okunmuştur. 

Bir tarafa yaptıkları eylemlerden dolayı azap olacağı uyarısı vermek. Diğer tarafa da yaptıkları güzelliklerden dolayı ödül alacaklarını bildirmek: biz burada şunu görüyoruz: 

İman insan için en büyük müjdedir. 

Yani şöyle bir şey düşünün desem, o ıssız bir adaya düştüğünüz zaman yanınıza ne isteyeceksiniz gibi bir klişe soru var ya. Ancak insanı ayakta tutabilecek canlı tutabilecek, en önemli unsur, en önemli faktör imandır.... İmandır kendi varlığına en büyük müjde ders. İman boşluğa yer bırakmaz.... 

Bugünün insanı duygusal boşluğunda alışveriş ve sosyal medyaya hicret ederek duygularını dolduruyorlar.

 Bugün insanlara bakıyoruz, o duygusal boşluğuna doldurabilmek için alışveriş, sosyal medyaya hicret ediyorlar. Efendimiz (SAV) döneminde düşünün, insanlar imanları için Mekke’den Medine’ye hicret etmişlerdi. İmanın imkan oluşturmasına saha geliştirmek için Mekke’den Medine’ye hicret etmişlerdi. Ama bugün hazlar çok yoğun. İnsan bugünün ...  sosyalmedya alışverişte bir şekilde tatmin etmeye çalışıyorlar. Ama insan tatmin olmuyor. Biz burada şunu da anlıyoruz. İnsan iradeli davranmalı. İradeli davranmak demek de -irade seçim, bir şey tercih etmek- bizi bütün canlılardan ayıran düşünce sistemimiz iradedir. İrade ne kadar güçlendirirse ... o kadar güçlü kılıyor size. ... 

Ali Fuat Başgil "Gençlerle Başbaşa" isimli kitabında derki, 

"Tembelliği, atalet duygularını kendinden uzaklaştır; çalışmak çok güzel, hiçbir şeyden üşenme, sürekli canlı olarak istekle işini yap"

İşte o zaman iraden güçlenir. İşte şunu görüyoruz, Allah insana İyiliklerine karşı ödüllendiriyor. Ama insan için aslında en büyük ödülün iman olduğunu unutmamak lazım. Çünkü imandır insanı ayakta tutan şey. .... bir sözü var, sınırında sonra insanın sonsuzluk arayışında kalbinin teskin olduğu yerdir iman diyor. 

 

[391] Beşâret / müjdeleme; haberi alan kimsenin sevincini ortaya çıkaracak şeyi haber vermektir. Bu sebeple âlimler şöyle demişlerdir; “Bir kimse kölelerine, ‘hanginiz bana falancanın gelişini müjdelerse hürdür’ dese ve kölelerin her biri tek tek müjdeyi verse, ilk müjdeyi veren hür olur, çünkü sözü edilen kişinin geliş haberi ile efendisini sevindiren, diğerleri değil odur. Fakat adam “kim müjdelerse” yerine kim haber verirse demiş olsaydı, o zaman kölelerin tümü özgür olurlardı, çünkü haberi hepsi vermiştir.” Yine bu kökten türemiş bir kelime olarak, derinin yüzeyine beşere denilir. Sabahın ilk ışıklarına tebâşîrü’s-subh denilir. فَبَشِّرْهُمْ بِعِذَابٍ أَلِيم [“onlara acı bir azabı müjdele” (Âl -i İmrân 3/21)] âyetindeki “müjdele” ifadesi ise söz olarak söylenenin aksinin kastedilmesi şeklinde olup alay edilen kimsenin öfke, keder ve acısını artıracak türden bir alay ifadesi olarak isti‘âre şeklinde kullanılmıştır. 
İnsanın düşmanına, ebşir bi-katli zürriyetike ve nehbi mâlike  [müjdeler olsun, soyun sopun öldü, malın mülkün talan edildi] demesi de buna benzerdir. Şairin şu mısrasında da bu örnek vardır: 
[Temîm kabilesi, müttefikleri ile savaştığımız için bizi kınadı, ama] 
Kınamalarına son verildi keskin kılıçlarımızla

Beşer kâinatın umududur. İnsan varlığı kainatın umududur. 

Derinin yüzü kadar da insan varlığı hassastır. Onun için Allah onu o kadar ikramla yaratmıştır. 

 

[392] Sāliha kelimesi, isim olarak kullanılma hususunda hasene kelimesi gibidir. Şair Hutay’a şöyle demiştir: 
Le’m oğullarından gıyabımda dahi bana daima ihsan ve hayır gelirken ben onları nasıl hicvederim?! 
“Salih ameller” akıl, Kitap ve Sünnetin deliline uygun bir şekilde müstakim olarak yapılan bütün amellerdir. Başındaki Lâm-ı ta‘rîf , cins bildirmek içindir. Şayet “Cins bildiren Lâm-ı ta‘rîfin tekil kelimenin başına gelmesi ile çoğul kelimenin başına gelmesi arasında ne fark vardır?” dersen, şöyle derim: Lâm-ı ta‘rîf tekil kelimenin başına geldiği zaman cins ifade edip o cinsin kapsamındaki her şeyi ihtiva etmesi ya da [bir karinenin bulunması durumunda] cinsin bir kısmını kastetmesi ve bu “bir kısm”ın o cins içerisinden sadece bir tek ferde kadar inmesi mümkündür. Ancak Lâm-ı ta‘rîf çoğul kelimenin başına geldiği zaman, ya cins in tümünü kasteder ya da bir kısmını; fakat hiçbir zaman tek bir ferdine kadar inmez. Çünkü çoğul vezni nde esas nazar -ı itibara alınan husus, cinsteki çoğulluk mânasıdır. Lâm-ı ta‘rîf almış tekil kelime nasıl cins anlamı ifade ediyorsa, Lâm-ı ta‘rîf almış çoğul kelime de, formu itibariyle çoğulluk ifade eder. Çünkü [cinsteki] çoğulluk cins içerisindeki çoğulların (toplamların) çoğulluğu olup, tek tek fertlerin çoğulluğu değildir.

Kur’an-ı Kerim'de iman ve ameli salih birbirinden ayrılmamış. İman bir iddiadır. Ameli salih ise o imanın ispatıdır. Biz teorik olarak imandan ne kadar bahsedersek bahsedelim bunu pratik hayata dökemiyorsak o zaman onu tam anlamıyla görmüş olmuyoruz. Yani şöyle düşünün. 

İnsanın üç çeşit hareketi var.  İlk önce iradeli istemli hareketlerimiz var. Bir de otomatik hareketler var iradesiz istemsiz hareketlerimiz. Kişinin bir anda hapşırıkken kendini koruması için orada verdiği refleks istemsiz harekettir. Bir de ritim de otomatik hareketlerdir, doğduğumuz andan itibaren nefes alıp vermemiz gibi. Bunlar insanın iradesinde olan hareketler değil. Bir de irade ile şekillendirdiğimiz hareketler var.  Üçüncü olarak reflekslerimiz var yani otomatik olarak verdiğimiz tepkiler. Ama biz bu reflekslarınızı seçebiliyoruz. Bir de alışkanlıklarımız var. Alışkanlıklarda otomatik hareketlerdir. Bu aslında beynin rahatlamasıdır. Düşünsenize ayakkabı bağlamayı her defasında hatırlayarak yapmak çok zor bir şey. Otomatik hale gelen alışkanlıklar bizim hayatımızı kolaylaştıran alışkanlıklardır. Bu yüzden otomatik alışkanlıkları biz irademizle düzene soka biliyoruz. Mesela uyuyoruz, teheccüte kalkmak bize çok zor geliyor. Ama bunu yapa yapa değiştire biliyoruz. Otomatik düşünceler de belki bunun içerisinde bakılabilir. 

Birincisi reflekslerimiz, ikincisi alışkanlıklarımız, üçüncüsüde telkinler. 

Yani insanın kendisinden ya da dışardan almış olduğu telkinlerle hayata bir perspektif oluşturur. Otomatik düşünceler otomatik davranışları dönüşebiliyor diyorlar. Ancak biz irademizle bu otomatik davranışlarımızı kontrol altına alabiliyoruz. O yüzden insanın en büyük gücü iradesidir. Burada salih amel dediğimiz şey aslında bizim iradenize güçlendiren eylemlerdir. Çünkü Rasim Özdenören hocanın Müslüman düşünceler üzerine isimli kitabında diyor ki, 

İslam teori dini değildir. İslam pratik dinidir. Bir şeyin hayatta bir pratiği yoksa o hayatın içinden çekilmeye başlar. 

O yüzden Kuran Salih amel ile. İmalı hep beraber anıyor. 

Kur’an amellere üç ayırıyor:

1- Seyyiat, 

2- Hasenat, 

3- Salih amel. 

Seyyiat dediğimiz ameller kötü amellerdir. Şirk, dedikodu bunların hepsi seyyiata girer. İslam ahlak felsefesindaki ve zilletler denilen kısım. 

Hasenat ise iyilikler güzellikler demektir. Bu hasenat dediğimiz iyilikler ve güzellikler, insanın kendisini bağlayan iyiliklerdir. Mesela benim argo kullanmamam beni bağlıyor. Ya da namaz kılmamız, oruç tutmamız, zekâtı vermemiz yani zekat verebilmeyi gücümüz ya da sadaka verebilmek. 

Salih at dediğimiz ameller ise bunlar daha çok bireyin daha dışarıya doğru yansıttığı amellerdir. 

Salih Amellerin Kurana göre Şartları vardır. 

Birincisi bu amelin doğru ve dürüst olması lazım yani başka bir amaç taşımaması lazım. 

İkincisi, Özünde iyilik olması lazım. Tevbe 102’den bunu biliyoruz. 

Üçüncüsü toplumda bir huzur ve bir barış oluşturacak, yani nefrete değil barışa yönelik olacak. Buda ... geçiyor.

Dördüncüsü eylemin özünde yararlılık olacak. Yani yararsızın amel anlamsızdır fazlaktır. 

Bu anlamda salih amel olmasının dört şartı var: bir doğru ve düzgün olmalı, özünde iyilik Taşımalı, beni görsünler diye yapılmamalı, üç; toplumsal anlamda bir fesat olmayacak, eylemin özünde bir yarar sağlayacak. O insana kalktın bir makyaj malzemesi aldım. Bu bir yarar değil. Sadaka ve zekatın birincil yararlı o insanın ve ailesinin ayakta kalabilmesi. 

Seyyiattan uzak duracağız, ve amellerimizi hasenattan salihata çevirmeye çalışacağız.

Salih amel namaz kılmak oruç tutmak değil salih amel ders dinlemek, bir insanın derdine koşmak, infak etmek bunların hepsi salih ameldir. 

 

[393] Şayet “Peki, buradaki Lâm-ı ta‘rîf almış çoğul kelime ile [es-sālihât] ne murad edilmiştir?” dersen, şöyle derim: Kastedilen şey, mü’min insanın mükellefiyeti gereği yaptığı, dinde sahih ve doğru kabul edilen amellerin toplamıdır.
 
[394] Cennet; sık ağaçlı ve ağaç dallarının sıklığı sebebiyle gölgesi yoğun olan hurmalık ve ağaçlardan oluşan bahçedir. Şair Züheyr şöyle demiştir: 
Uzun ağaçlarla dolu bir hasbahçeyi sular... 
Şair burada cennet kelimesi ile uzun hurma ağaçlarının bulunduğu hurmalığı kastetmiştir. Cennet kelimesinin harflerinin terkibi, örtme anlamı etrafında deveran eder. Bahçeye sanki ağaçlarının ve gölgesinin sıklığı sebebiyle cennet ismi verilmiştir ki bu kelime örttü anlamındaki cenne kelimesinin teklik, adet bildiren mastar kalıbıdır. Sanki ağaçlar çok sıkı ve iç içe geçmiş olduğu için tek bir örtü gibi kabul edilmiştir. Âhiretteki sevap diyarına Cennet denilmesi ise, orada bahçeler bulunmasından dolayıdır.
 
[395] Şayet “cennet el’ân yaratılmış mıdır yaratılmamış mıdır?” dersen, şöyle derim: Bu konuda ihtilâf edilmiştir. Yaratılmıştır diyenler, Hazret-i Âdem ve Havvâ ’nın cennette iskân edilmiş olmasını ve Kur’ân’da çoğunlukla cennet kelimesinin en-nebî, er-resûl, el-kitâb kelimeleri misali var olan ve herkesçe bilinen bir şeyin ismi gibi zikredilmiş olmasını delil gösterirler.
 
[396] Şayet “Cennet kelimesinin çoğul ve nekre olarak kullanılmasının anlamı nedir?” dersen, şöyle derim: Cennet sevap diyarının tamamının ismidir. Sevap diyarında da birçok cennet yani hasbahçe vardır ki bu hasbahçeler kendi içlerinde, onları hak eden kimselerin mertebelerine göre sıralanırlar. Bu kimselerden her tabaka için o has bahçelerden biri vardır.
 
[397] Şayet “Sevabı hak etmek için iman ve salih amelin şart koşulması ile birlikte, mükellefin iman ve salih amelini küfür ve büyük günahlarla boşa çıkarmaması, itaat fiillerini işlediği ve günahtan kaçındığı için sonradan pişman olmaması gibi şartlar da koşulsaydı olmaz mıydı?” dersen, şöyle derim: Allah Teâlâ sevabı hak etmek için iman ve salih ameli şart koşmuş, müjdeyi bu iki şeyi yerine getirenlere tahsis etmiş; bununla birlikte insanların akıllarına da şu hususu yerleştirmiştir: İhsan ancak, ‘ihsanı hak eden fiiller işleyip daha sonra da bunu ifsad edecek şeyler yapmayan’ kimseler tarafından hak edilir. Bunu ifsat edecek şeylerle birlikte artık ihsan da kalmaz. Yine Allah Teâlâ, insanlar içerisinde kendisi için en aziz ve değerli olan elçisi Peygamber (s.a.)’a bile “Şayet (Allah’a) ortak koşarsan, amellerin kesinlikle boşa gider!” [Zümer 39/65] buyurmuş, mü’minlere de “Birbirinizle bağıra-çağıra konuştuğunuz gibi, onunla da konuşmaya kalkmayın. Yoksa, hiç farkına varmadan amelleriniz boşa gider!..” [Hucurât 49/2] buyurmuştur. Böylece, iman ve salih amelin bunlardan, yani dinden dönme ve amelleri boşa çıkaracak şeyler yapmak gibi durumlardan muhafaza edilmesinin şart koşulması, zaten iman ve salih amelin zikredilmesi kapsamında yer almış gibidir.

İman ve salih amel ödülün ve kurtuluşun amelidir. Diğer amellerimiz ise bizim fiziksel olarak dışarıya çıkan eylemlerimiz. Burada ifsad eden eylemlerden Allah bahsetmiyor. Burada sadece ödüle layık olan, insana has ödül verilecek olan iman ve amel eyleminden bahsediyor. Burada şu da düşünülebilir, imandan salih ameli ayıramıyoruz. İmanın göstergesidir salih amel. 

İnsan salih amellerden uzaklaştıkça imanından da uzaklaşmaya başlıyor. 

Bir örnek geldi aklıma. 2015 yılında... Değişken Zaman Denemesi isimli bir programın sosyal medyanın işleyişini benzediğini gözlemliyor. ... denilen kişi hayvan eğitimi yapan bir kişi. Bu hayvanları gözlemlerken fark ediyor ki Değişken Zaman Denemesi programına sosyal medyanın işleyişi ile aynı olduğunu görüyor. Değişken Zaman Denemesi programına göre ödülle  hayvanları motive ediyor. Bu programa göre hayvana belirsiz zamanlarda ödül veriliyor. Böylece hayvan ödülü alıp alamayacağını bilemediği için kendisinden her an alacağını umarak eğitimcisinin yapmasını istediği her hareketi yapıyor. Sosyal medyada da o kadar ilgi çekici şey var ki diyor, sürekli Facebook Instagram‘a giriliyor çıkılıyor halbuki içi boş. Halbuki insan bir hareket görmek için, aslında ne göreceğini de bilmiyor, bir hareketi var mı yok mu diye sürekli onu takip ediyor diyor. İnsanın boş olduğunu bildiği halde sürekli buzdolabını açıp kapatması gibidir diyor. Değişken Zaman Denemesi programı yani kişinin karşılığında ne olacağını bilmediği halde zihninin sürekli bir şeye kodlanması durumudur. Herkes Instagram‘a Facebook’a programlanmış durumda. Hiç yoksa ekrana programlanmış durumda ya da buzdolabına programlanmış durumda. Burada bunu şunun için söyledim. İman ve ameli Salihler insanı tekamülleştiren, iç âlemine genişleten, derecelendiren, farklı ivmeler kazandıran, manevi tarafını güçlendiren eylemlerdir. Ama Değişken Zaman Denemesi programı gibi ödül yani maddi ödüllerle koşullandırılan zihin, Ma’nevi tarafı unutmaya başlıyor. Hep maddi tarafı öncelemeye başlıyor. Görsele bakıyor, videoya bakıyor, hangi yemek videosu ... Aynı videoyu 1000 defadan fazla izleyen insan insanlar varmış. Bu hiçbir getirisi olmayan, sırf görsel aktivasyonunu görmek için aynı şeyi tekrar tekrar bakmak aslında içsel boşluğun ne hale geldiğimizi gösteriyor. 

 

[398] Şayet “Nehirlerin cennetin altından akması nasıl bir şeydir?” dersen, şöyle derim: Bu tıpkı akarsuların, derelerin kenarlarında yetişmiş olan ağaçlar gibidir. Mesrûk b. Ecda ‘ın [v.63/683], “Cennetin nehirleri, dere yatağı olmadan akan nehirlerdir” dediği rivayet edilmiştir. Manzarası en güzel ve nezih olan bahçe, ağaçların gölgelediği, aralarından da nehirlerin aktığı bahçelerdir. Doğrusu akarsular büyük bir nimet ve mutluluk verir. Bir bahçe ne kadar güzel olursa olsun, içinden su geçmedikçe, güzel manzarasıyla insanın içini alan, gönlünü okşayan, ruhunu cezbeden bir mekân olamazdı; su olmadığı takdirde en büyük sevinç, lezzet ve ünsiyetten mahrum kalır, tıpkı ruhsuz birer heykel, hayatsız birer sûret gibi olurdu. Böyle olmasaydı, Allah Teâlâ ne zaman cennetlerden söz etse hemen altlarından akan nehirlerden söz etmez; bu ikisini birbirinden ayrılmaz ikili olarak, adeta tek bir şey gibi zikretmez; hasbahçelerin diğer bütün özelliklerinden önce bu özelliğini ifade etmezdi.

 

Biz bugün bilimsel olarak biliyoruz ki insanı rahatsız etmeyen ve rahatlatan ses kuş sesi ve su sesidir. Bu iki ses insanı rahatlatan seslerdir. Seste farklı dinamiklerdir biliyorsunuz.

[399] Nehr, geniş su akıntısı demektir; dereden büyük, denizden ise küçüktür. Beradâ nehrine “Şam Nehri”, Nil ’e ise “Mısır Nehri” denilmiştir. Fasih ve seçkin dilde neher şeklindedir. Nhr […] kökü daima genişlik anlamı ifade eder. Akma fiilinin nehirlere isnat edilmesi, mecazi isnattır; tıpkı benû fülânin yata’uhum et-tarîku “falanca oğullarını yol çiğnemiş” [çok cömerttirler, her misafir onlara gelir] ve sīde ‘aleyhi yevmâni / iki gün ava maruz kaldı [iki gün vahşi hayvan saldırısına uğradı] ifadelerindeki mecazî isnat gibidir.

 

İştikak yapmak bir kelimeyi tersten çevirdiğin zaman anlamanın da tam tersi olmasıdır. Ne-he-ra akıp giden demek, Ra-he-ne sabit kalan demek. Biz burada iştikak yaptığımız zaman şunu görüyoruz. İnsan ya akıp gider, ya da rehin olup kalır. Yani bir şeylere rehin kalıp gittiğimiz zaman akıp gidemiyoruz. Ne kadar nehir gibi akıyorsak, o kadar rehin olmaktan uzak kalıyoruz. 

[400] Şayet “Neden cennetler [cennât] nekre olarak, nehirler [el-enhâr] ise ma‘rife olarak kullanılmıştır?” dersen, şöyle derim: Cennetlerin neden nekre olarak kullanıldığını zikretmiştik. Nehirlerin ma‘rife olarak kullanılması ise, cins anlamının kastedilmesindendir. Sözgelimi, “falancanın öyle bir bahçesi var ki içinde akan su, incir, üzüm, türlü meyveler var” der ve muhatabın biliyor olduğu meyve cinslerine işaret edersin. Ya da izafet şeklinde “oranın nehirleri” anlamı kastedilmiş, fakat izafetle ma‘rife kılma yerine Lâm-ı ta‘rîf ile ma‘rife kılınmıştır. Bunun bir örneği de; وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْباً [“…başım da ihtiyarlıktan parıl parıl parlamakta” (Meryem 19/4)] ف۪يهَٓا اَنْهَارٌ مِنْ مَٓاءٍ غَيْرِ اٰسِنٍۚ وَاَنْهَارٌ مِنْ لَبَنٍ لَمْ يَتَغَيَّرْ طَعْمُهُۚ [“Orada kokusu ve tadı bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları var” (Muhammed 47/15)] âyetleridir.
 
[ 401] كُلَّما رُزِقُوا [kendilerine her ne zaman rızık verilse] ifadesi ya “cennetler” ifadesinin ikinci bir sıfatıdır ya hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir ya da yeni başlayan bir cümledir. Çünkü âyette اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ [onlara cennetler vardır] denilince, dinleyen kimsenin aklına muhakkak, “acaba bu cennetlerin meyveleri dünya cennetlerindeki (bahçelerindeki) meyveler gibi midir yoksa bunlara benzemeyen farklı cinste bir meyve midir?” sorusu gelir. İşbu soruya cevaben, oranın meyveleri dünya bahçelerinin meyvelerinin benzeridir, yani cins olarak aynıdır, fakat ancak Allah’ın bileceği bir noktaya kadar farklılık arz ederler.

 

Nörobiyolojik bulgulara göre insanın ödülü beklediği zamanki aldığı haz, ödülü aldığı zamankinden daha fazladır.

Anne karnında bize sorsalardı göz ister misin diye bizde ne gerek vardı anne hortumu bana yeter derdik. Kulak ister misin deselerdi, ne gerek var anne hortumu yeter derdik. El ister misin diye sorsalar, ne gerek var anne hortumu yeter derdik. Ama biz dünya sahnesine geldiğimiz zaman o hortum kesildi gitti. Biz göze, kulağa, ellere ihtiyaç duyar olduk. Kabre gittiğimiz zamanda bütün bu sahip olduğumuz şeyler kesilecek ve biz o gün gözün nuru olan namaza, oruca, sadakanın nuruna muhtaç olacağız. 

[402] Şayet “Âyetteki مِنْ ثَمَرَتٍ ifadesinin cümledeki konumu nedir?” dersen, şöyle derim: Bu tıpkı, “bostanından, oradaki narlardan her ne zaman yesem sana teşekkür ettim” cümlesindeki “oradaki narlardan” ifadesi gibidir. Adeta burada, “onlara o cennetlerde her ne zaman herhangi bir meyveden; elmasından narına, üzümünden diğer meyvelerine, herhangi bir meyveden rızık verilse” denilmiştir. Dolayısıyla, [ مِنْها مِنْ ثَمَرَتٍ ifadesindeki] Min harf- i cerlerinden ikisi de, ibtidâ-i gâye ifade eder, yani sözü edilen rızık cennetten başlar, oradan çıkar; cennetten çıkan rızık ise önce onun meyvelerinden başlar. Bu tıpkı, falanca bana rızık verdi” dediğinde, “Nereden verdi?” diye sorulması ve buna cevaben, “bostanından” demen; sonra da “Bostanından hangi meyveden?” diye sorulması ve senin de, “nardan” diye cevap vermen gibidir. Dolayısıyla, burada رزقوا [rızık verildi] ifadesi önce mutlak olarak, cennet kelimesine işaret eden zamirden ayrı olarak zikredilmiş, daha sonra da مِنْ ثَمَرَتٍ denilerek cennet kelimesine işaret eden zamir ile kayıtlanmak sûretiyle mübteda olarak zikredilmiştir. Bu yoruma göre; burada semere (meyve) kelimesi ile tek bir elma ya da tek bir nar kastedilmiş değildir. Aksine maksat, bu meyvelerin türüdür. Diğer bir yorum ise, مِنْ ثَمَرَتٍ ifadesinin, tıpkı “sende bir aslan gördüm” ifadesinde olduğu gibi, beyân anlamında olmasıdır. Zira burada, “sen aslansın” anlamı kastedilmektedir. Buna göre semere ifadesi ile meyve cinsinin ve tek bir meyve tanesinin kastedilmiş olması mümkündür.

Hazreti Ayşe’nin (RA) dediği gibi rızık sadece ağzınızdan geceleri şeyler değildir. Bugünün en büyük rızkı belki de tevazu sahibi olmaktır ya da dürtüsel olmamaktır. Teknoloji çağının dört büyük kötü davranışı.. Birincisi büyüklenme, ikincisi narsizim, üçüncüsü Çocuksu eylemle ve dürtüsellik, yani ortama uygun olmayan, sonunu göremeyecek şekilde davranmak, aburcubur yemek gibi. Burada diyor ki iman rızkı İnsana olabilecek bütün bu has zararlardan uzak tutar. .... 


 

[403] Şayet “Âyette nasıl, هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ [Bize daha evvel ikram edilen, budur] denilmiştir, yani cennette onlara ikram edilen şey nasıl, dünyada ikram edilmiş olanın aynısı olabilir?” dersen, şöyle derim: Bunun anlamı, “bu bize daha önce ikram edilmiş olanın misli ya da benzeridir” şeklindedir. Nitekim وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهاًۜ ifadesi buna delâlet etmektedir. Bu tıpkı, “Ebû Yusuf Ebû Hanîfe (demek)tir” sözü gibidir. Bu sözle, aralarındaki güçlü benzerlik ifade edilmek istenmekte; adeta, onun da öbürünün aynı olduğu söylenmektedir.
 
[404] Şayet “وَاُتُوا بِه۪ ifadesindeki zamir nereye işaret etmektedir?” dersen, şöyle derim: Bu zamir, dünyada ve âhirette verilmiş olan rızıkların hepsine işaret eder, çünkü هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ  [Bu bize daha evvel ikram edilmişti] ifadesi, onlara hem dünyada hem de âhirette verilmiş olan rızkı ihtiva eder. Bunun bir benzeri “zengin de olsalar fakir de olsalar, Allah bu ikisine (yani, fakirlere ve zenginlere) sizden daha yakındır” [Nisâ 4/135] âyetinde söz konusudur. Yani burada zenginler ve fakirler cins olarak kastedilmiştir. Zira “zengin ya da fakir” ifadesi, iki cinse delâlet etmektedir. Eğer zamir mütekellime işaret etseydi, “bu ikisine…” yerine “ona daha yakındır” denilirdi.
 
[405] Şayet “Neden cennet meyveleri dünya meyvelerinin benzeridir; neden farklı bir cinste değildir?” dersen, şöyle derim: Çünkü insan alışkın olduğu şeye kendisini daha yakın hisseder, daha meyilli olur. Alışmadığı bir şey gördüğü zaman, tabiatı gereği ondan uzak durur. Yine insan daha önceden biliyor olduğu cinsten bir şey elde ettiği ve bunun önceden bildiğinden daha farklı meziyet ve faziletlere sahip olduğunu gördüğü zaman, ona olan hayranlığı ve beğenisi çok daha fazla ve uzun süreli olur; böylece ondaki gizli nimet yönü açığa çıkmış, anlaşılmış, gıpta edilecek özellik tahakkuk etmiş olur. Fakat elde ettiği şey çok üstün de olsa, eğer önceden bilmediği bir şey ise, o zaman o şeyin zaten ancak o vasıfta olabileceğini, başka türlü olamayacağını düşünür ve ondaki gizli olan nimet yönünü anlamamış, gıpta edilecek özelliği görememiş olur. İnsan dünyada nar meyvesini bildiği, boyutlarının en fazla küçük bir karpuz kadar olabileceğini görmüş olduğu için, daha sonra cennetteki nar tanesinin bir ev halkını doyuracak büyüklükte olduğunu gördüğünde ya da Arabistan kirazını dünyada tanımış, büyüklüğünün hurma tanesi kadar olduğunu görmüş olduğu için cennetteki sidre meyvesinin [Bahreyn ’deki] iri taneli Hecer kullesi kadar büyük olduğunu gördüğünde veya dünyadaki ağaçlardan herhangi birinin gölgesinin ne kadar olduğunu bilen bir insan cennetteki ağaçların bir tanesinin gölgesinin bir süvarinin yüz yıl boyunca kat edemeyeceği kadar uzun bir mesafe olduğunu gördüğünde, bu durum o kimsenin bu narı, sidre meyvesini ya da ağaç gölgesini cins olarak daha önce hiç görmeyip ilk kez orada görmesi ihtimaline nazaran çok daha etkili olacaktır; bu durumda bu nimetlerin fazilet ve meziyetleri çok daha bariz bir şekilde ortaya çıkacak, insanı daha çok sevindirecektir. Nitekim cennet ehlinin her bir nimetten istifade ettikçe bu sözü söylemeleri, söz konusu nimetlerin meziyet ve faziletlerinin en nihai derecede tebarüz etmiş olduğunu ve onların beğenisine neden olan şeyin işte aradaki bu farklılık olduğunu göstermektedir. Rivayete göre Mesrûk b. Ecda [v.63/683] şöyle demiştir: “Cennet hurması [sadece tepesinde istiflenmiş değildir] kökünden dallarına kadar istif istiftir; meyveleri de Hecer kulle leri gibidir, içinden bir tane alındığında hemen diğeri onun yerine geçer. Cennetin nehirleri, dere yatağı olmadan akar. Salkımları on iki zirâ‘ [dirsek boyu] kadardır.”

Öngörülemeyen şeyler köksüz istekleri yere devirir. 

O yüzden Allah nimetleri bildiğimiz nimetlerden örnek vermiş.

Allah bilinenden örnek veriyor ki insan bunu zihninde kurgulayabilirsin. 

 

[ 406] وَاُتُوا بِه۪ ifadesindeki zamirin; tıpkı هٰذَا الَّذ۪ي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ ifadesindeki [bu] هٰذَا ism-i işareti gibi, “rızk”a işaret etmesi de mümkündür. Bu durumda mâna, “onlara rızık olarak ikram edilen cennet meyveleri, birbirleri ile aynı cinstendir” şeklindedir. Nitekim rivayet edildiğine göre Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: Cennetliklerden birine meyve tabağı ikram edilir ve o da onu yer, daha sonra bir başka tabak daha verilir. O da, “bu bize daha önce verilmiş olandır” der. Bunun üzerine melek şöyle der: “Ye, bunların renkleri aynıdır, ama tatları farklıdır.”
 
[407] Rivayete göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Muhammed’in nefsini elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, cennet ehlinden bir adam yemek için eline bir meyveyi alır, onu daha ağzına götürmeden Allah o meyveyi yenisi ile tebdil eder.” [KT.b] İşte bu şekilde meyvenin daha önce yedikleri ile aynı olduğunu gören cennet ehli de, … [Bu bize daha evvel ikram edilmişti] derler.
 
[408] Ancak bu ifadenin doğru tefsiri, ilk tefsirdir.
 
[409] Şayet “Âyetin nazmı içerisinde وَاُتُوا بِه۪ مُتَشَابِهاًۜ ifadesinin yeri nedir?” dersen, şöyle derim: Bu tıpkı, “falan kimse filancadan daha iyidir; ne kadar iyi yapmıştır, şöyle şöyle düşünmüştür ki bu da doğru çıkmıştır” şeklindeki ifadeye benzer. Yine, “… ora halkının şerefli olanlarını zelil kılarlar” [Neml 27/34] âyetinde de bu kullanım vardır. Bu vb. cümleler, sözün akışı içerisinde, sözü takrir etmek için kullanılmış ara cümlelerdir.
 
[410] Cennette eşlerin tertemiz olmasından maksat, onların kadınlara mahsus hayız, nifas gibi şeylerden ve kadınlara mahsus olmayan kir ve pisliklerden temiz olmalarıdır. Yine bu ifadede “temizlik” kelimesinin mutlak anlamda kullanılmış olması ve karakter kirliliğini, dünya kadınlarının bizzat kendilerinin kesbetmiş olduğunda kötü huyları, ayıpları, kusurları, hasetlikleri, fesatlıkları ve tuzakları ihtiva etmesi de mümkündür.
 
[411] Şayet “Burada sıfat da tıpkı mevsuf gibi çoğul kullanılamaz mıydı?” dersen, şöyle derim: Bunlar ikisi de fasih olan kullanımlardır. Sözgelimi [kadınlar yaptı] ifadesi çoğul olarak النساء فعلن٬ وهنّ فاعلات وفواعل şeklinde söylendiği gibi النساء فعلت٬ وهي فاعلة şeklinde müfret de söylenir. Şairin hamaset türündeki şu beyti de buna örnektir: 
Bakirelerin yüzü dumanla peçelenip 
Tencereleri bir an önce kurmaya çalışarak, usanç gösterdiklerinde... 
اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ ifadesinin anlamı, “tertemiz kadınlar topluluğu”dur. Zeyd b. Ali [v.122/740] çoğul olarak, مُطَهَّرَات şeklinde okumuş, Ubeyd b. Umeyr ise [tefe‘ ulden] مُطَهَّرَةٌ şeklinde okumuştur. Arapların, mâ ahvecenî ilâ beyti’llâh, fe-etetahhara bi-hî’t-tahhuraten [Allah’ın evine gitmeye ne çok ihtiyacım var; gidip de orayla tertemiz olmaya!] şeklinde bir deyimleri vardır ki aslı, … fe-etetahhara bi-hî tetahhuraten şeklindedir.
 
[412] Şayet “Burada tāhiratün denilse olmaz mıydı?” dersen, şöyle derim: Kadınların nitelendirilmesi noktasında mutahhara kelimesinde tāhiratün kelimesinde bulunmayan bir yücelik vurgusu söz konusudur. Bu da, onları bir temizleyicinin temizlemiş olduğu vurgusudur ki bu temizleyici, salih kullarına hazırlamış olduğu bütün meziyetleri lütfetmek isteyen Allah Teâlâ’dan başkası değildir.
 
[413] Huld; daimi sebat, kesintisiz bekā demektir. Allah Teâlâ, وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلْدَۜ اَفَا۬ئِنْ مِتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ [“Senden önce hiçbir insana ölümsüzlük bahşetmedik; şimdi, sen öleceksin de bunlar baki mi kalacak?!” (Enbiyâ 21/34)] buyurmuştur. İmru’ü’l-Kays öyle demiştir: 
Hayırlı sabahlar ey köhne virane!
Ah! Hiç geçmiş asırlardakiler konforlu yaşar mı? 
Kim konforlu yaşar ki, mutlu ve ebedî olandan başka 
Tasası az olan ve korkuyla uykusu kaçmayandan başka! 

Yorumlar