Bakara Sûresi 24 ( Keşşâf Tefsiri p. 372-386)

İslâm son ilâhî dindir.

Soru geldi: "Endad" kelimesini anlatabilir misiniz dediler. "fe la tec'alu endaden" diyordu ya, burada Allaha şirk koşmayın diyor. Allah’a denkler koşmayın diyor. Allah’a ait özellikleri Allah’tan başkasına vermeyin. Kudret Allah’a aittir. İnsana vermiyor kudreti. Allah’tan beklediğiniz, umduğunuz şeyleri de Allah’tan başkasından beklemeyin. Ve Allah’a ait kemal, mükemmellik özelliklerini başkalarında aramayın diyor. 23. ayette de aynı kökten “Dûn” diye geçiyor hatırlarsanız. “Dûn” kelimesi ise bir şeyden daha geride olan, eksik olan anlamına geliyor. Tam bir karşılığı yok Türkçede. Allah adına işaret edilenin misli ya da benzeri olması mümkün değildir.  Yani onunla kıyas edilmez. Ve Allah’ın ne gayrılığından, ne denkliğinden, ne de kapsamından söz edilebilir. Bir şeyin denginden bahsedebiliriz. Ama Allah’ın denginden bahsedemeyiz. Deriz ki mesela, o din eğitimcisi, diğeri dediğin eğitimcisi. O kadın, o da kadın. Onun çocuğu var, diğerinin de çocuğu var. Ama Allah için öyle bir denkliğinden söz edemeyiz. Eş değerinden söz edemeyiz. Kapsamından söz edemeyiz. Yani şunu anlıyoruz, hiç kimse tam olarak Allah’ı tanımlayanmaz. Ancak Allah’ı Allah’ın anlattığı gibi biz bilebiliriz. O'da bize Esmaülhüsnâ'sı ile söylüyor kendisini.

Gazali'de geçen bir benzetme var. 

Altı tane kör adamı bir filin yanına getirirler. Her birisini filin farklı bir yerine götürürler ve onlardan, elleriyle fili tutmalarını isterler. Sonra da, tuttukları bu şeyin “neye benzediğini” tarif etmelerini söylerler. Körlerden bir tanesi, filin kuyruğunu tutmuştur ve şöyle söyler: “Fil bir halata benziyor.” Bir diğeri, filin hortumunu tutmuştur ve şöyle söyler: “Fil, iri bir yılana benziyor.” Üçüncüsü, filin dişlerini tutmuştur ve şunları söyler: “Fil, bir mızrağa benziyor.” Dördüncü kör, filin gövdesini tutmuştur, o da şunu söyler: “Fil, bir duvara benziyor.” Beşinci kör, filin kulağını tutmuştur ve şöyle söyler: “Fil, büyük bir yelpazeye benziyor.” Altıncı kör ise, filin bacağını tutmuştur ve şunları söyler: “Fil, bir ağaca benziyor.” Hepsi, filin farklı bir özelliğini dile getirmişler. Hiçbiri fili tanımlayamaz. Fili olduğu yere göre tanımlar.

Aynı şekilde de Allah'ın tanımladığı dışındaki tanımlarımız, duygularımız ve yaşadıklarımız ile ilintilidir. Nörobiyoloji çalışmalarında, bizi insan yapan ön lobumuzda, Anneye karşı aktive olan yer ile, Allah'a olan duyguların aktive olduğu yerin aynı olduğunu gördü bilim adamları. ve diyorlar ki, Annesi ile olan ilişkisini Allah'a aktarır insan. Anneden koptuğu kadar Allah'tan kopar insan, Anneye yakınlaştığı kadar da Rabbine yakınlaşır. Böyle bir teori var. Doğruluğunu bilmiyorum ama tabiki eğitimin de bir faktörü var. Biz burada şunu da görüyoruz. Bize hep Allah'tan korkmak olarak bahsedilir. Allah'tan korkmak değil değil, Allah'tan haşyet etmek var. Korkmak dediğimiz şey bireyin kendinden korkmaktır. Ondan gelebilecek tehlikelerden korkmaktır. Aslanı gördüğümde korkmak gibi. Allah'tan korkmak değil, Allah'tan haşyet etmek vardır. İnsanların biyoloji yapısınında Allah'tan korkmak üzerine değil, Allah'a güven üzere kurulduğunu söylüyor bilim adamları. Ben de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Çünkü iman etmenin talebi güvendir ilk önce. Çünkü koskoca bir dünyanın içerisinde kendini anlamaya çalışıyorsun, sen kendin gibi insanların da sınırlı olduğunu biliyorsun. o yüzden hepimiz kendi anlam dünyamız kadar Allah'a tanımlar yüklüyoruz. Kemal Sayar'ında bir kitabında Allah'a küskünler cemaati diye bir tanımlama geçiyor. Ufacık bir şey olur ve hemen Allah'a küskünleşir ve bu küskünlüğü daha sıra isyan boyutuna getirir. Burada aslında anlatılan, 22. ve 23. ayetlerde "denkler" misil, yani insani ya da canlılardaki özellikleri Allah'a atfetmeyin ve Allah'tan beklediğiniz özellikleri de insanlardan beklemeyin. Eğer bugün bu kadar şeyh (burada bu kelimeyi de aslında kullanmak istemiyorum. çünkü şeyh Arapçada yaşlı demek) gibi insan görüntüsündeki nefislere kendini teslim eden insanlara bizim dokunamadığımıza çok üzülüyorum. Tepki göstermek var. Demekki böyle vakıalar varsa demekki büyük bir problemin içerisindeyiz. Dün bu işler cincilerle yapılıyordu, bugün şimdi şeyhler falan ama aslında daha çok şifa arayışını, modern şifa arayışının daha çok doğu mistisizmine kaydığını görüyoruz. Şifa dediğimiz şey, Allah'ın gayrisinde kimsenin veremeyeceği bireydir. Doktora gitmek, medikal bir tanımlama almak ayrı birşey. Evet zihni kodlayabiliriz, birtakım dualarla Allah'tan yardım bekleyebiliriz. unutmayın Bakara suresinde de geçiyor, "Allah izin vermedikçe hiçbir şey zarar veremez. " 

24. Fakat yapamazsanız ki yapamayacaksınız, o halde, yakıtı insanlarla taşlar olan öyle bir Ateş’ten sakının ki, inkârcı nankörler için hazırlanmıştır. 

[372] Allah Teâlâ onların Peygamber (s.a.)’in ve getirmiş olduğu şeyin durumunu, yani hak olup olmadığını, hakikatini ve sırrını öğrenmek için hangi yolu izleyeceklerini gösterdikten sonra onlara şöyle demektedir: Eğer Kur’ân’a karşı koyamadıysanız, bu konuda istediğinizi elde edemediyseniz, artık onun mu’cize olduğunu iyice anlamış olmalısınız. Artık hak bütün saflığı ve açıklığıyla ortaya çıkmıştır ve onu kabul etmeniz zorunludur; o halde ona iman edin, onu yalanlayan kimse için hazırlanmış olan azaptan korkun.

 

[373] Burada nübüvvet in ispatına dair iki delil bulunmaktadır. Birincisi, kendisi ile meydan okunan şeyin mucize olduğunun doğruluğu, ikincisi ise onların Kur’ân’ın meydan okumasına cevap veremeyeceklerinin baştan söylenmesidir ki bu, sadece Allah’ın bilebileceği gayb meselesidir.

 

Nübüvvetin ispatı 2 delili var. Kuran ın bir muciz olduğu insanı azciyette bıraktığını söylüyor. Kuran mucizevidir hiç kimse Allah bildiğini diğerleri hakkında bilemez.


[374] Şayet “Onların Kur’ân’ın misli bir sûre getiremeyecekleri kesindir, bu durumda neden فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا  ifadesinde kesinlik bildiren İzâ […dığında] edatı değil de şüphe bildiren İn [eğer] edatı kullanıldı?” dersen, şöyle derim: Burada iki değerlendirme söz konusudur. Birincisi şöyledir: Sözün akışı, meselenin onların bakış açıları, hesap ve istekleri üzerinden anlatım şeklindedir. Onların bu meydan okuma karşısında âciz kalacak olması, üzerinde düşünülmeden önce, onlar açısından şüpheli bir durum gibidir. Zira onlar söz sanatlarındaki kudretlerine ve fesâhatlerine güvenmektedirler. İkincisi şöyledir: Burada onlarla bir nevi alay edilmiştir, tıpkı kendisine çok güvenen, galip geleceğinden kesinlikle emin olan birinin karşısındakine, “eğer seni yenersem hiç merhamet etmem” demesi gibidir. Oysa bu sözü söyleyen kimse, hasmını yeneceğini bilmekte, hem de kesin olarak bilmektedir, fakat bu üslubu onunla alay etmek için kullanmaktadır.

Onlar sanıyor ki biz sözde ustayız onları bir yolla Kurana karşı sustururuz. İran hikayeleri çok dinledi onlardan üretilen hikaye diyen vardı.

Kudretin sahibi Allah, fani olan insan kudreti gücü belirli sınırlarda olan insan doğduğumuz andan itibaren güçlüyüz, son yetişkinliğe geldiğimiz anda gücümüz yine tükenmeye başlıyor. Amazon diye kabile bulundu, helikopter ile araştıracaklar, kabile helikopter hiç görmemiş, ellerinde dallar ile kendilerini korumaya çalışıyorlar. Elindeki bu kadar, ufak çocuklar sinirlendiği zaman herkesi öfkesi ile yerinde durduracağını sanır güleriz, yapamayacaktır çünkü. 

 

[375] Şayet “Neden onların Kur’ân’ın bir mislini getirmeleri, ‘yapmak’ fiili ile ifade edilmiş de, ‘getirme’ fiili terkedilmiştir?” dersen, şöyle derim: ‘Getirme’ de bir fi’ildir / ‘yapma’dır. Sözgelimi “Falancayı getirdim” dersin ve cevaben sana; “ne iyi yaptın” denilir. Âyetteki bu kullanımın faydası ise, meseleyi kinayeli bir şekilde anlatarak sözü uzatmaktan kaçınıp kısa ve özlü ifade sağlamaktır. Sözgelimi biri sana, “Zeyd’i falanca yerde, falanca şekilde dövdüm; ona sövüp saydım, onu ibretlik yaptım!” dese, ona yaptıklarını tek tek sayıp dökse, sen bunun karşılığında kısaca; “Ne kötü yapmışsın!” dersin, fakat onun kullandığı ifadeleri tek tek sayıp dökecek olsan, sözü çok uzatmış olursun. İşte aynı şekilde eğer âyette “yapmak” fiili yerine “getirmek” fiili kullanılsaydı, yani Fakat yapamazsanız ki yapamayacaksınız” denilmeyip de, “fakat Kur’ân’ın misli bir sûre getiremezseniz ki Kur’ân’ın misli bir sûre getiremeyeceksiniz” denilseydi söz çok uzamış olacaktı.

 

[376] Şayet “وَلَنْ تَفْعَلُوا [ki yapamayacaksınız] ifadesinin i‘râbda mahalli nedir?” dersen, şöyle derim: Bunun i‘râbda mahalli yoktur, çünkü ara cümledir. Şayet “nefy (olumsuzlama) açısından Len edatının hakikati nedir?” dersen, şöyle derim: Lâ ve Len, gelecek zaman için kullanılan olumsuzlama ifadesi olma noktasında kardeştir; ancak Len daha bir tekit ve vurgu ifade eder. Sözgelimi arkadaşına, lâ ukīmu ğaden [yarın kalmayacağım] dersin, fakat seni yadırgar, kalman için ısrar ederse, o zaman len ukīme ğaden [yarın kesinlikle kalmayacağım] dersin. Aynı şey “kalacağım” anlamındaki ene mukīmun ve innî mukīmun ifadelerinde de söz konusudur. -Kendisine dayandırılan iki rivayetten birinde- Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî’ye [v.175/791] göre Len edatının aslı Lâ-En’dir. [Yahyâ b. Ziyâd] el-Ferrâ’ya [v.207/822] göre ise Lâ’nın sonundaki Elif, Nûn’a dönüştürülmüş; böylece Len oluşmuştur. Sîbeveyhi’ye [v.180/796] ve Halil b. Ahmed ’den gelen diğer rivayete göre ise Len, gelecek zaman için olumsuzlama bildirmek üzere kullanılan mürtecel [türetilmemiş] bir kelimedir.

 

[377] Şayet “Ki yapamayacaksınız’ ifadesinin gayba dair bir haber olduğunu nereden biliyorsun da buradan bunun mucize olduğunu çıkarıyorsun?” dersen, şöyle derim: Eğer Kur’ân’ın meydan okuyuşuna herhangi bir şekilde cevap vermiş olsalardı, insanların bunu nesilden nesile intikal ettirerek getirmeleri gerekirdi, zira böyle bir şeyin gizlenip saklanmış olması, normalde imkânsızdır; hele de Kur’ân’a saldırmak isteyenlerin onu savunmak isteyenlerden daha çok olduğu bir dönemde bunun gizlenmesi iyice imkânsızdır. O halde, böyle bir haber nakledilmediğine göre, “ki yapamayacaksınız” ifadesinin geleceği olduğu gibi haber vermek kapsamına girdiği anlaşılmış olur ve bu da bir mucize sayılır.

 

[378] Şayet “Âyette ‘yapamazsanız... ateşten sakının’ denilmesi, yani onların ateşten sakınmaları neden Kur’ân sûrelerinin birinin mislini getirememelerine bağlanmıştır?” dersen, şöyle derim: Bunu getiremedikleri ve mu’âraza yapmaktan âciz oldukları anlaşıldığı zaman, artık Peygamber (s.a.)’in gerçekten peygamber olduğunu anlamış olacaklardır. Bunu anladıktan sonra, teslim olup iman etmek yerine inadı bırakmaz ve inkâra devam ederlerse, ‘ateş’le cezalandırılmaya müstahak olurlar. Bu yüzden onlara, “madem acziyetinizi anlamış bulunuyorsunuz, o halde inadı bırakın” denilmek istenmiş, bunun yerine “ateşten sakının” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ateşten sakınmanın vazgeçilmez koşulu, inadı bırakmaktır; zira biri diğerinin neticesidir, ateşten sakınan, inadı bırakır. Bunun bir benzeri sultanın maiyetindekilere, “Eğer benim nezdimde saygın olmak istiyorsanız öfkemden sakınınız” demesidir. Sultan bu sözü ile, “bana itaat edin, emrime tâbi olun, sonuçları öfkeden sakınmak olan şeyler yapın” demek istemiştir. Bu, belağat şubeleri nden biri olan kinaye sanatıdır. Kinayenin faydası, Kur’ân’ın da süsü olan vecizliktir. Buradaki kinaî anlatımın; küfürde inat etme yerine “ateşten sakınma” ifadesinin kullanılması ve inadın ateşten sakınma sûretinde gösterilmesi, bu arada, ateşin ürkütücü bir şekilde nitelendirilmesi sûretiyle inadın vahametini ortaya koymak gibi bir faydası da söz konusudur.

 

[ 379] الوقود [vakūd], ateşi harlandıran şey anlamındadır. Mastarı vukūd şeklindedir, fakat vakūd şeklinde kullanıldığı da olabilir. Sîbeveyhi [v.180/796] şöyle demiştir: Araplar içerisinde vakadtü’n-nâra vakūden ‘âliyen[ateşi yüksek alevli olacak şekilde alevlendirdim] diyen kimseleri duydum. Ama vukūd kullanımı daha çoktur.Vakūd ise “odun / yakacak” demektir. İsâ b. Ömer el-Hemdânî [v.149/766] bunu, mastarın isim olarak kullanılması şeklinde, ötre ile okumuştur. Mastarın isim olarak kullanılması Fülânün fahru kavmihî ve zeynu beledihî [falan kimse kavminin iftiharı, beldesinin süsüdür] örneğinde de vardır. Yine hayâtü’l-misbâhi el-selîtuyani kandilin hayatı tamamen yağla kaimdir, adeta yağ kandilin kendisidir.

 

[380] Şayet “Ellezî ve elletînin sıla cümlelerinin muhatap tarafından mâlûm bir anlatı / kıssa olması gerekir; pekiyi, bu durumda bu kimseler âhiretteki ateşin insanlar ve taşlarla tutuşan bir ateş olduğunu nereden bilecekler?” dersen, şöyle derim: Bunu daha önce Ehl-i Kitap’ dan duymuş olmaları veya Peygamber (s.a.)’den işitmiş ya da “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş” [Tahrim 66/6] âyetini duymuş olmaları imkânsız değildir.

 

[381] Şayet “Bu cümle ile nitelendirilen ateş neden Tahrim sûresindeki âyette nekre olarak kullanıldı da, burada ma‘rife olarak kullanıldı?” dersen, şöyle derim: O âyet Mekke’de18 nâzil olmuştu; böylece muhataplar bu niteliklere sahip ateşi tanıyıp bilmiş oldular, daha sonra Medine’de ise bu âyet nâzil oldu ve önceden öğrenmiş oldukları o ateşe işaret etti.

 

İnat kelime kökü gerçeği kabul edip, ona teslim olmayan kişidir. Firavun un Firavun olması inanmadığı için değil, inadından dolayıdır, gerçeği bilip de gerçeğe teslim olmayıp isyan bayrağı açmak. Ateşten sakınmanın koşulu inattan uzak durmak yani inat ateş gibidir. İnsanı ateş gibi yakar. …. İnat inatçı olmak…. 

Bir şeyde sebatkar olmak ile inatçı olmak ayrı şey. Doğru bir iş için sabır göstererek o istikametten ayrılmamak sebatkar olmak. ama doğru hakikate karşı isyan bayrağı çekip, o hakikatin tersine davranmak inattır. Çocuk prizlere sokuyor gerçeği sen biliyorsun ama o bilmiyor inatla sokuyor. Onun ateş elektrik çıktığını bildiği halde yapıyorsa buna inat diyoruz. Gerçeği bile bile yanmaktır. O yüzden Allah inatı Ateş vahametine getiriyor. Bu bizim bütün hayatımız için geçerli konudur. Neden bu konuda inat ediyorum bir durun inat hakikatle mı nefsimle mi alakalı. Firavunun inadı nefsi ile alakalıydı bilmediği ile ilgili değildi. 

William James diyorki; Bir odada iki kişi buluştuğu zaman aslında o odada 6 kişi var, 1 kendimi gördüğümde ben, 2 onun beni gördüğü haliyle ben, 3 benim onu gördüğüm haliyle o, 4onun kendisini gördüğü haliyle o, 5 gerçekte olan ben ve 6 gerçekte olan o.. 

Psikolojide şunu söylüyor her insan aslında üç kişiliktir 1. Kendini gördüğü kişilik, 2. Herkesin onu gördüğü, 3 bir de hakikatte olduğu.

Bununla ilgili hüviyet mahiyet hakikat anlatmıştım, biz mahiyetimiz biliriz birileri hüviyetimizi bilir ama hakikatimizi Allah bilir. Mahiyet hüviyet birileri yanlış görebilir ya da biz kendimizi yanlış tanımlayabiliriz, hakikate göre kendimizi düzeltmekten bahsediyorum. 

Eğer hüviyete ya da mahiyete göre direniyorsak inattır. 

Hakikate göre direnmek sebattır.

[382] Şayet “Yakıtı insanlar ve taşlar olan ateş ne demektir?” diye sorarsan şöyle derim: Bunun mânası, bu ateşin diğer ateşlerden farklı olduğu, sadece insanlar ve taşlar ile tutuştuğudur. Buna göre; diğer ateşler eğer insanların yakılması ya da taşların tutuşturulması için yakılıyorsa önce başka yakıtlarla tutuşturulup ardından esas yakılması istenen şeyler oraya atılıyorken, bu ateş -Allah bizleri engin rahmeti ile bu ateşten muhafaza buyursun- bizzat içerisinde yanacak olan şeylerle tutuşturulmaktadır. Yine bu ateş, sıcaklığının şiddeti ve keskinliği sebebiyle, alevlenmeyecek şeye dahi temas etse onu bile alev alev yakacak bir ateştir.

 

[383] Şayet “Cehennem ateşinin tamamı insan ve taşlarla mı tutuşturulur yoksa orada bunun yanı sıra başka tür ateşler de var mıdır?” dersen, şöyle derim: Aksine orada türlü ateşler vardır ve bunlardan biri insanlar ve taşlarla tutuşan ateştir. Nitekim “Kendinizi ve ailenizi öyle bir ateşten koruyun ki…” [Tahrim 66/6] ve “İşte sizi, alev saçan öyle bir ateşe karşı uyarmış oldum ki…” [Leyl 92/14] âyetlerinde ateş kelimesinin belirtisiz olarak kullanılması buna delâlet etmektedir. Belki de cinlerin kafir ve şeytan olanları için başka bir ateş vardır ve nasıl insan kâfirlerin ateşinin yakıtı insanlar ise onların ateşi de, yakıtı cin ve şeytanlar olan bir ateştir. Böylece her cins için kendine uygun bir azap olmaktadır. 18 Tahrim sûresi tamamen medenî olgularla ilgili medenî bir sûredir. “Mekke’de” ifadesiyle Zemahşerî, “Bakara 24’den evvel” demek istiyor olmalıdır. / ed.

Tahrimi suresinde de geçiyor yakıtı insan ve taşlar olan ateş…. Ateşe dönmüş Tahrim 6 ayet, ateşe dönmüş bir hayat ve onun arkasında ateşe dönmüş bir ölüm onun arkasından da içinde geçecek öte dünya gelecektir ve Kuran ın kaynağı hakkında ilahi mesajdan kuşku duyanların Allah ın gösterdiği yola girmeyenlerin içsel yangınlarından bahsediyor. Allah ın yolundan mahrum kalmak ateşte yaşamak, burada yaşanan ateş, orada da yine ateş olarak orada kendini gösterecek yani cehennemin şubesi olan evler ahret gününde de cehennemin şubesi olarak devam edecek, cennetin şubesi olan evler de cennette devam edecek. Kuran'da diyor Ateş Onların kalplerine ulaşır, en büyük ateş vicdandır, vicdan azabıdır …. Sözü var Vicdan aldırıştır, hakikate çağıran bir sestir, kapatıldıkça insanın içi yanar. O ahret gününde de aldırışın çağırışın seslerini tam anlamıyla duyacak o yüreğine kadar ateş kalbine vuracak 

 

[384] Şayet “Neden taşlar insanlarla birlikte zikredilmiş ve onlarla birlikte ateşin yakıtı kılınmıştır?” dersen, şöyle derim: Çünkü insanlar dünya hayatın da taşları kendileri ile birleştirmişler, onlardan putlar yapıp Allah’a ortak koşmuşlar, Allah’tan başka bir de bunlara kulluk etmişlerdir. Allah Teâlâ, “Şüphesiz, hem siz hem de Allah’tan başka taptıklarınız Cehennem odunusunuz;” [Enbiyâ 21/98] buyurmuştur. Bu âyet, incelemekte olduğumuz âyeti tefsir edici niteliktedir. Zira bu âyette “hem siz hem de Allah’tan başka taptıklarınız” ifadesi, insanlar ve taşlar mânasındadır. “Cehennem odunu” ifadesi ise “cehennem yakıtı ” mânasındadır. Kâfirler Allah’tan gayrı tapındıkları taştan putların kendileri için şahit ve şefaatçi olacaklarına ve kendilerinden zarar ve kötülükleri def edeceklerine inandıkları için, Allah da bu taşları o kâfirler için azap kılmış, onları da kendileri ile birlikte cehennem ateşinde kor yakıt kılmış, böylece kâfirlerin elemini iyice artırmak, onları iyiden iyiye hüsrana gark etmek istemiştir. “Altın ve gümüş ü stoklayan, cimrilik edip onları paylaşmayan, hakkını vermeyen kimselerin yüzlerinin, böğürlerinin ve sırtlarının cehennem ateşinde kızdırılan bu gümüş ve altınlarla dağlanacak” [Tevbe 9/35’e telmih] olmasında da benzer bir durum söz konusudur.

 

[385] Bu taşların kibrit taşı olduğu da söylenmiştir, ancak bu, delile dayanmayan bir tahsistir, Kur’ân’ın diğer âyetleri ile delillendirilmiş olan sahih mânadan sapmaktır.

 

[ 386] اُعِدَّتْ ifadesi, hazırlandı, onların azabı için malzeme kılındı demektir. İbn Mes‘ûd (r.a.) [v.32/652] bunu أُعْتِدَتْ şeklinde okumuştur ki bu durumda kelime, hazırlık, azık mânasındaki el-’atad kelimesinden türemiş olur.

İnsanlar dünya hayatında taşları kendileri birleştirmişler… Hem evlerini cehennemin bir şubesi yapmışlar hem de taştan putlar yapmışlar. Enbiya'da geçiyor. 

Vicdan aldırışın çağrısıdır, ve kendini aldırış olarak gösterir diyor.

Hem siz hem Allah'tan başka taptıklarınız ifadesi insanlar ve taşlardır, cehennem odunu ifadesi ise cehennem yakıtı manasındadır kafirler Allah'tan gayri tapındıkları taştan, putların kendileri için şahit ve şefaatçi olacaklarına ve kendilerinden zarar ve kötülükleri def edeceklerine inandıkları için Allah da bu taşları o kafirler için azap kılmış onları da kendileri ile birlikte cehennem ateşinde kor olacak. Böylece kafirleri iyiden iyiye hüsrana gark etmek istemiştir. 

Yorumlar