Bakara Sûresi 22-23 ( Keşşâf Tefsiri p. 343-371)

Bakara 22: O ki; Arz ’ı sizin için döşek, göğü de muazzam bir yapı kılmış; gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü türlü meyveler çıkarmıştır. Dolayısıyla, bunu bile bile Allah’a ‘denk’ şeyler ihdas etmeyin.

 

[343] Allah Teâlâ önce kulların kendisine kulluk etmelerini gerektiren, mahlûkātın kendisine şükretmesini gerektiren şeyleri belirtmiş; bu meyanda, ilk olarak onları canlı ve kudret sahibi varlıklar olarak yarattığını ifade etmiştir. Çünkü bu, diğer bütün nimetlerin başı ve temeli; kulluk ve şükür gibi her şeyi yapabilmenin ön sebebidir. Ardından Allah Teâlâ, kulların kaçınılmaz olarak ihtiyaç duydukları mesken ve yaşam yeri olan yeryüzünü yaratmış olduğunu ifade etmekte, daha sonra da bu sabit yaşam yerinin üzerini bir çadır veya kubbe gibi örten semâ yı yarattığını bildirmekte; gök ve yer arasında adeta bir nikâh gibi tesis ettiği ilişkiyi, gökten yere doğru suyu indirmesini, tıpkı canlılardan nesillerin üremesi gibi yerin bağrından su ile türlü meyveleri insanlar için rızık olarak çıkardığını beyan etmektedir. Böylece, bütün bunların kullar için ibret vesilesi, tevhid ve imana ulaştıracak nazar düzeyine yükselme basamağı, hakkıyla itiraf edip gereken şükrünü edâ edecekleri bir nimet olmasını, kulların hem kendi yaratılışları hem de üstlerindeki ve altlarındaki varlıkların yaratılışı üzerinde tefekkür etmelerini, bütün bu mahlûkāttan hiçbirinin herhangi bir şey yaratmaya kādir olmadığını düşünmelerini ve neticede mahlûkātı yaratmış olan ve mahlûkāta benzemeyen bir yaratıcının varlığına yakînen iman etmelerini ve bu yaratıcının kādir olduğu şeylere kādir olmadığını bildikleri ‘var’lıkları Allah’a ortak koşmamalarını murad etmiştir.

 
İbadetlerin başı kulluktur, bize verilen nimetleri O nun verdiği talimatla bizden istediği şekilde sürdürdüğümüzde biz tam olarak kulluk etmiş oluyoruz. Her azamızı kulluk gereği gibi kullandığımızda bunu yapmış oluyoruz zaten. Kulluk Elhamdülillah Allah’a şükür olsun diyerek sadece dille yapılan şükür değildir, her şeyi yerli yerince kullanmamızdır. Cüneydi Bağdadi’nin dediği gibi; Gözün şükrü harama bakmamak, kulağın şükrü haramı duymamaktır. Gazzali’de  “gözle görülen bir ayıbı saklamak bile azamızın şükrüdür” der. Bizim de bu derslere katılmamız kulağın şükrüdür.  
 
Biz yaratılışla ilgili çok ayet var astronomik bilgi veren 40 kadar ayet var. Yaratan ve O nu yönetinin Allah olduğunu fark etmemiz gerektiğini bildirir bu ayetler. Nebe Suresi, 6. Ayetinde; Taha Suresi 53. Ayet; Neml Suresi 61. Ayette geçer. Gökyüzünün bize tavan bina olarak yaratıldığını yeryüzünün de mesken olarak yaratıldığını öğreniyoruz. Anne karnında bebek oluşmadan kesesi oluşuyor bizler de yeryüzüne gelmeden önce Allah CC bize bu yeryüzünü mesken kılmıştır. Bilimsel olarak şunu biliyoruz yeryüzünde yüzeydeki tabaka soğumadan önce sallantılı kararsız halde imiş , şu anda  depremler de arada bunun hatırlatılmasıdır bize. Arz ne kaya gibi sert ne de su gibi sıvıdır. Hem bizim yaşamamış mesken olması için yaşamımızı sürdürmemiz için orta kıvamdır. Ekilebilirdir. Dünyanın saatte 107bin km. döndüğünü biliyoruz, bunu hiçbir şekilde fizyolojik psikolojik hissetmiyoruz. Onun ritmi insan ritmi ile uyumludur. 
 
Biz yine şunu görüyoruz ki; Yağmurun yağması ile beraber gökyüzü ve yer irtibatlıdır, insanla irtibat kurar, göklerden gelen o su yeryüzünü yeşertiyor, ayetler de bizim kalplerimizi yeşertir. Suyun öneminden Allah CC bahseder o dönem insanların suyun önemi büyük, Kur an coğrafi anlamdan daha aşarak anlatır suyu, şu an bilimsel olarak da su ile zengin olan gezegen kıymetlidir. O zaman canlıdan söz edilebilir. Suyun önemi büyük Allah rızkın vesilesi olarak da suyu bildirir. Koskoca kainat onun içinde dünya dünyanın içinde yaşamın devamına baktığımızda  bu düzenin ne kadar yüce olduğunu Allah bize göstermektedir. 
 
Arapça da nazar ile bakmak, ibret ile bakmak anlamına gelir nazar bakış açısı demektir. Tüm nimetler Allah tarafından bize verilmiştir. İbretle bakmak hem bizi imana götürecek, imanımızı pekiştirecek bakış açısı verecek hem de şükür ile ilgili şükre vesile olacak kapı aralamış olur. 
 
Gemilerin tonlarca ağırlığa rağmen suyun üzerinde kaldığı aynı toprak aynı suyu aldığı halde tat lezzet vitaminlerin farklı olduğu bitkilerin yeşermesi de böyle oluyor . Sadi Şirazi’nin dediği gibi yeşil ağaçların her bir yaprağı marifetullah için bir divan gafiller için ise bütün ağaçlar bir yaprak bile değildir diyor. Görmek için aslında ibretlik. Biz verilen nimetin kimden geldiğini altlarında ve üstlerinde yaratılanları bilmeliyiz. Tefekkür ile imanın varoluşunu ortaya koyabiliyor.  İnsan yaratılandır, herhangi bir şey yaratamaz, bir şey ortaya koyuyor ise kendisi yaratılandan olduğu için ondan oluşturabilir. Hiçbir mahlukata benzemeyen Allah’ın yüceliğini fark etmemiz ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamamız ifade edilmiştir. 
 

[344] Âyetteki ism-i mevsūl ve onun sıla cümlesi [الَّذي جَعَلَ ifadesi] ya önceki âyette geçen الذي خلقكم ifadesinin sıfatı olarak veya övgü ve tazim ifadesi olarak nasb mahallindedir ya da mübtedâ olarak merfû‘dur. Ancak merfû‘ olması halinde bile, mansup olduğu durumdaki övgü mânasını taşır.


[ 345] فِراشاً [yatak] kelimesini; Yezîd eş-Şâmî بساطا [yaygı]; Talha b. Musarrıf [v.112/730] ise مهادا [beşik] şeklinde okumuştur. Yeryüzü nün insanlar için bir yaygı, beşik ya da döşek kılınmasının anlamı; onların yer üzerinde oturuyor, yatıyor; tıpkı yatak, yaygı ve beşik üzerinde hareket eder gibi onun üzerinde hareket ediyor olmalarıdır.


Nebe 6. Ayet “Elem nec’alil arda mihâda” ifadesini biliyoruz. yeryüzünün insanlar için beşik
, döşek bir yaygı gibi onun üzerinde hareket ediyor olmalarıdır. 

Bir ailede bebek haberi aldığı zaman onun önce beşiğini hazırlar, beşik ona gösterilen önemin imgesidir. Huzur bulması için çocuklarına yaptıkları semboldür.  Allah da yeryüzünü insan için beşik kılığından bahseder. İnsanlar için gösterdiği ilgi ve alakasını göstermektedir beşik ile. İnsan her şeye muhtaçtır, Allah’ın sonsuz rahmeti …. İnsanın acizliği, bebek anneye babaya muhtaçtır, insan da Allah’ın rahmetine ihtiyaç duyar. O bebek ailenin göz bebeği ise insan da kâinatın göz bebeğidir.  İnsan yaşamak için evini konforlu hale getirdiği gibi Allah da insanın olduğu yere her türlü konforu vermiştir.    

[346] Şayet “Bu âyette yeryüzünün kürevî değil de düz olduğuna dair bir delil var mıdır?” dersen, şöyle derim: Burada sadece insanların yer üzerine tıpkı yaygı ve yatak üzerinde yayıldıkları gibi yayıldıkları anlamı vardır; yer ister düz ister küre şeklinde olsun, üzerinde yayılmak her hâlükârda imkânsız değildir, çünkü hacmi çok büyük ve geniştir, iki tarafı arasındaki uzaklık çok fazladır. İnsan yeri çakılı tutan ‘kazık’lar olan dağlardan birinin üzerinde yerleşip yayılabiliyorsa, geniş ve uzun olan düz yeryüzünde bunu yapması çok daha kolaydır.

 

[347] Âyette geçen binâ; ev, kubbe, çadır gibi ‘yapı’ların ismi olarak kullanılan bir mastardır. “Arapların binaları” ifadesinden onların çadırları kastedilir. Arapların kullandığı benâ ‘alâ imraetihî [hanımı için izdivaç çadırı/binası inşa etti] ifadesi de bu kabildendir, zira onlar evlendikleri zaman hanımları için hususi bir çadır kurarlardı.

 

[348] Şayet “Meyvelerin topraktan su ile çıkarılması ne anlama gelmektedir; aslında onlar Allah’ın dilemesi ve kudreti ile çıkmakta değil midir?” dersen, şöyle derim: Bunun mânası Allah Teâlâ’nın tıpkı çocuğun yaratılmasında erkek spermini sebep ve madde kılması gibi suyu da meyvelerin çıkması için sebep ve madde kılmış olmasıdır. Bununla beraber Allah Teâlâ, tıpkı cinslerin ve maddelerin bizzat kendilerini yaratmış olduğu gibi, bütün cinslere dâhil olan varlıkları hiçbir sebep ve madde olmadan da yaratmaya kādirdir. Ancak onun varlıkları yaratma -onları aşamalı bir şekilde bir halden diğerine, bir mertebeden diğerine intikal ettirme- konusunda türlü hikmet ve gerekçeleri vardır ki, varlığı bu hikmet ve gerekçeler uyarınca sürekli olarak yeniler. Bu yenilenme de melekler ve basiret nazarı ile bakmasını bilen kullar için ibret ve sahih tefekkür vesilesi olur; onları daha ziyade mutmain olmalarına, ilâhî kudret in muazzamlığı ve ilâhî hikmet in esrarengizliği konusunda kalplerinin daha bir huzur içinde olmasına sebep olur. İşte bütün bunlar varlığı ani bir şekilde, hiçbir aşama ve hiyerarşik düzen olmaksızın yaratma durumunda söz konusu olmayacak hikmetlerdir.

 

Allah bir şeyleri sebep kıldı, bütün varlıkları hiçbir sebep olmadan da yaratmaya kadirdir. Karpuz susuz yerde yetişir ama % 95’i sudur. Hiçbir sebep olmadan da bu olur. İlk yaratılışta da aynı, hiçbir şey yokken yoktan var edildi. Sebepler bizim için yaratılmıştır. 

Bir halden diğerine intikalden söz ediliyor. Bir bebek doğduğundan büyüdüğü zaman fizyolojik psikolojik halden hale girer. Bizim de hiçbir şey taşımadan organlarımız yenilenir. Karaciğerimiz her yıl tekrar yenilenerek sunuluyor Allah tarafından. 

Biz bu sebeplere sarıldığımızda bizim Allah’a olan güvenimiz artar. Sünnetullah devam edecektir, inanan inanmayan bilir yasalar ne ise o şekilde devam edecektir. Yarın oksijen düşecek diye oksijen tüpü alayım demeyiz. Bir güven içinde yaşarız. Bütün bunlar Allah’a güven ve imanımızın pekişmesi içindir.  

[ 349] مِنِ الثَّمَرَاتِ ifadesindeki Min, kısmîlik (ba‘ziyyet) ifade eder ki فَأَخْرَجْنا بِهِ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ [“her türlü mahsulü onunla çıkarırız” (A‘râf 7/57)] âyeti ve فَأَخْرَجْنا بِهِ ثَمَرَاتٍ [“Biz de onunla ... meyveler çıkartmaktayız” (Fâtır 35/27)] âyeti de buna delildir. Ayrıca nekre olarak kullanılmış olan ماء [su] ve رزقا [rızık ] kelimeleri bu kısmîlik mânasını barındırmaktadır. Zira bu kelimelerin nekre olarak kullanılmasından kısmîlik mânası kastedilmiştir. Burada sanki “gökten suyun bir kısmını indirdik ve onun meyvelerinin bazılarını çıkardık ki bu sizin rızkınızın bir kısmı olsun” anlamı kastedilmiştir. İşte buradaki anlamın sıhhatine uygun olan görüş budur. Zira Allah Teâlâ bütün suyu gökten indirmemiş; bütün meyveleri yağmurla çıkarmamış; bütün rızkı meyvelerden ibaret kılmamıştır. Yine مِنَ الثَّمَرَاتِ ifadesindeki Min’in, enfaktü mine’d-derâhimi elfen [dirhemlerden binini harcadım] ifadesinde olduğu gibi, beyân ifade eden Min harfi olması [min-i beyâniyye] da mümkündür.

 

[350] Şayet “ رزقا kelimesini nasb eden nedir?” dersen, şöyle derim: Eğer مِنَ الثَّمَرَاتِ’taki مِنَ kısmîlik ifade ediyorsa, o zaman رزقا kelimesi sebep bildiren mef‘ûl (mef‘ûlün leh) olarak mansuptur; fakat eğer مِنَ beyân ifade ediyorsa o zaman رزقا kelimesi أَخْرَجَ fiilinin mef‘ûlü olarak mansuptur. 

Hz. Aişe “Rızkı sadece boğazdan geçenlere sayanların aklından şaşarım” der. Nahl 18. ayette, Allah’ın nimetlerini saymakla güç yetiremezsiniz, der. 

[351] Şayet “Gökten inen suyla çıkan meyveler pek çoktur; o halde bu durumu ifade etmek üzere neden الثمار ya da الثمار şeklindeki [cem-‘i kesret] çoğullar kullanılmadı da, الثَّمَرَاتِ kullanıldı?” dersen, şöyle derim: Bu konuda iki değerlendirme yapılabilir. İlkine göre الثَّمَرَاتِ kelimesi ile fülânün edreket semerete büstânihi [falanca bostanının meyvelerini devşirdi] ifadesindeki ثَمَرَةَ’nin [ki bu ثَمَرَةَ kelimesi الثمار anlamındadır] çoğulu kastedilmiştir. Bunun bir benzeri Şair Huveydira nın meşhur kasidesine, bu kasidenin bütünü adeta tek bir kelime gibi bütünlük arz ettiği için Kelimetu’l-Huveydira [Huveydira ’nın kelimesi] denilmesi ve köy/kent için mederatun [kerpiç] denilmesidir; oysa köy birbirine eklenmiş kerpiçlerden [mederun] oluşmaktadır. İkincisine göre ise çoğullar birbirlerinin yerine kullanılabilirler; çünkü hepsi çoğul olmakta kesişmektedirler. Nitekim كَمْ تَرَكوا مِنْ جَنَّاتٍ [“Nice bağlar bıraktılar; nice pınarlar” (Duhān 44/25)] ve ثَلاَثَةَ قُرُوءٍ َ [“üç âdet müddeti” (Bakara 2/228)] âyetlerinde bu durum söz konusudur. Muhammed b. es-Semeyfa’ [el-Yemânî ]’nin [v.215/830] bu ifadeyi من الثمرة şeklinde tekil olarak okumuş olması birinci değerlendirmeyi desteklemektedir.

 

[352] Eğer rızık kelimesi ile rızkın bizzat kendisi kastediliyorsa, o zaman لَكُمٔ َ [sizin için] ifadesi rızık kelimesinin sıfatı olur. Eğer rızık kelimesi, rızkın bizzat kendisinin değil de, rızıklandırma fiilinin anlamının ismi ise, o zaman لَكُمٔ [sizin için] ifadesi mef‘ûl (nesne) olur ve sanki “size rızık” anlamı kastedilmiş olur.

 

[353] Şayet “Âyetteki فَلا تَجْعَلوا [dolayısıyla ortak koşmayınız] ifadesi neye taalluk etmektedir [dolayısıyla anlamı, nereden gelmektedir]?” dersen, şöyle derim: Bu konuda üç değerlendirme yapmak mümkündür. Birincisi; bunun emir fiili olan “Rabbinize kulluk ediniz” ifadesine taalluk etmesi ve “Rabbinize kulluk ediniz, dolayısıyla ortak koşmayınız “ anlamına gelmesidir. Zira kulluğun aslı - esası tevhittir, Allah’a eş ve ortak koşmamaktır. İkincisi; bunun لَعَلَّ ifadesine taalluk etmesidir. Bu durumda تَجْعَلوا fiili لَعَلِّي أَبْلُغُ الأسْبابَ أَسْبابَ السَّماواتِ فَأَطَّلِعَ إِلى إِلهِ مُوسى [“… belki o yollara; göklerin yollarına ulaşırım da Musa’nın tanrısı na muttalî olurum.” (Ğâfir 40/36-37)] âyetinin Âsım kıraati nin Hafs [v.180/796] rivayetindeki فَأَطَّلِعَ [muttali olurum] fiilinin mansup olmasındaki gibi mansup olur. Bu durumda anlam, “sizi sakınasınız, azabından korkasınız ve onu yarattıklarına benzetmeyesiniz diye yarattı” şeklinde olur. Üçüncüsü ise, bunun الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ ifadesine taalluk etmesidir. Tabiî, الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ ifadesinin mübteda kabul edilmesi durumunda söz konusudur. Bu durumda anlam, “sizi bu muazzam âyetlerle/ kanıtlarla, Allah’ın birliğine dair apaçık aydınlatıcı delillerle donatan O’dur, o halde siz de ona ortak koşmayın” şeklindedir.

 

[354] en-Nidd denk demektir; ancak sadece karşıt denge nidd denilir. Cerîr [v.110/728] şöyle demiştir: 

Siz bana bir Teym ’liyi mi denk tutuyorsunuz?! 

Oysa hiçbir soyluya denk değildir, Teym ’liler!.. 

Nâdedtü’r-racüle ifadesi, “adama muhalefet ettim, ondan uzaklaştım, nefret ettim” anlamına gelir. Kökü nedde - nüdûden şeklindedir. Leyse li’llâhi niddün ve lâ zıddün [Allah’ın ne dengi vardır ne de zıttı] sözünün anlamı, O’nun yerini alabilecek ya da O’nu yok kılacak bir şeyin olmadığıdır.

 

İnsanların kutsalları arttıkça boyun eğdikleri şeyler artıyor, insanlıktan çıkıyor. Putu somut olarak düşünmediğimizde ideolojisini insan put haline getiriyor. Dokunulmaz kıldığı her şeyi tanrı ediniyor. 

[355] Şayet “Müşrikler putlarını Allah’ın ismi ile [ilâh diye] isimlendiriyor ve Allah’a yaklaştıracak tazim hareketleriyle onlara tazim ediyorlardı, ancak putların Allah’a zıt ya da denk olduğunu iddia ediyor değillerdi” dersen, şöyle derim: Onlar putlara kurbanlar sundukları, onlara tazim ettikleri ve onlara ilâh dedikleri için, durumları tıpkı “putların gerçekten Allah’a muhalefet ve karşıtlık etme kudretine sahip ilâhlar olduğuna” inanan kimsenin durumuna benzetilmiş ve kendilerine bir tür tehekküm [alay] maksadıyla böyle [Allah’a denk varlıklar ihdas ettikleri] söylenmiştir. Nidd lafzının kullanımında da onlara yönelik bir tehekküm ve kınama söz konusudur. Zira niddin âyette çoğul kullanılması sûretiyle; haddizatında bir tek eşi, ortağı dahi bulunmayan Allah’a birçok ortak koştukları söylenmiş ve böylece onların durumlarının çirkinliği ifade edilmiştir. Nitekim [Haniflerden] Zeyd b. Amr b. Nüfeyl [v.606], halkının dinini terkettiğinde şöyle demiştir: 

Bir tek Rab mı edineyim yoksa bin tane Rab mı 

İşler taksim edilip karar bana bırakıldığında?! 

Muhammed b. es-Semeyfa‘ [v.215/830] bu ifadeyi فلا تجعلوا لِله نِدَّا şeklinde okumuştur.

 

[356] Şayet “ وَ أَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ne anlama gelmektedir?” dersen, şöyle derim: Bunun mânası şöyledir: Sizler sahih ile fasidi ayırt edebilme kudretine, en ince ve titiz işleri, gizli meseleleri öğrenebilme, gayet isabetli kararlar alabilme kudretine, dehâ ve fetānete sahip insanlar olarak yine de Allah’a şirk koşuyorsanız, artık savunulamayacak bir konumdasınız demektir. -Gerçekten de Araplar , özellikle Harem bölgesi nin sakini olan Kureyş ve Kinâne Arapları, her işte sağlam bilgi edinme ve her meseleyi enine boyuna kuşatma konusunda başkalarının kendilerine erişemeyeceği, ellerindeki meşaleyi kapamayacağı bir konumdaydılar.-

 

[ 357] تَعْلَمُونَ [biliyorsunuz] fiilinin mef‘ûlü ifade edilmemiş adeta [genel olarak]; sizler ilim ve ma‘rifet ehli insanlarsınız” denilmek istenmiştir. Bu ifadedeki kınama muhtevası gayet açık ve vurguludur, yani şöyle denilmiştir: Sizler her şeyi çok iyi bilen, temyiz kabiliyetine sahip insanlarsınız; ama din işinde Allah’a ortak koşuyor olmanız cehaletin, akılsızlığın son noktasıdır. تَعْلَمُونَ fiilinin mef‘ûlü olarak “O’nun benzersiz olduğunu” veya “O’nunla putlar arasındaki farkı” ya da “Allah’ın yaptıklarını putların yapamayacağını” ifadesinin takdir edilmesi de mümkündür. Nitekim şu âyette de bu durum ifade edilmiştir; Sizin ‘ortak’larınız arasında, bunlardan birini yapabilen var mı?!” [Rûm 30/40]


Allah’ın bu muazzam düzeni O'nun yüceliğine karşı bu kitabın O’nun kelamı olmadığına şüphe ediyorsunuz, bu konuda bir meydan okuma var bir benzerini getirin diye. Temyiz kabiliyete sahip insanlarsınız ayır edebilme yeteneğine sahip iken bunu yapıyorlar Allah ile putlar arasındaki farkı göremiyor musunuz? Her konuda ilim sahibisiniz ama bu konuda cehaletiniz sürüyor. İlmi öğrenmenin üç yolu vardır: 

1. Duyu organlarımız,

2. Aklımız 

3. Vahiy

Bedenimizi aklımız ile yönetiyoruz. Biz başı boş yaratılmadık aklımız ile kavrarız, Rabbimize vahiy ile ulaşabiliriz. Akıl ne ile besleniyorsa, ne ile doluyorsa o kıvama girer. 

 

23: Kulumuza indirdiğimizden yana şüpheniz varsa, haydi, siz de Allah dışındaki şahitlerinizi çağırıp (Muhammed gibi birinden) buna benzer bir sûre getirin; doğru söylüyorsanız...

 

[358] Allah Teâlâ vahdaniyet i kesin bir şekilde ispat eden, şirk i çürütüp yerle bir eden kanıtları ortaya koyup, bu hususların nasıl delillendirileceğini öğretmiş; şirk koşan kimsenin aslında bizzat kendi aklına karşı büyüklük taslamış ve Allah tarafından kendisine bahşedilmiş olan bilgi ve temyiz kudretini köreltmiş olduğunu bildirmişti. Şimdi buna ilave olarak, Peygamber (s.a.)’in peygamberliğini ispat edecek kanıtları ortaya koymakta; Kur’ân’ın mucize olduğu konusundaki şüpheleri çürütmekte ve onun, Peygamber (s.a.)’in iddia ettiği üzere Allah katı ndan mı geldiğini yoksa kendilerinin iddia ettiği üzere kendi kafasından uydurulmuş bir şey mi olduğunu nasıl anlayacaklarını göstermektedir. Bu meyanda, Kur’ân Hazret-i Peygamber ile aynı kabileye, aynı ırka mensup olan bu muhataplara, [onunkinin bir benzerini getirme konusunda] ellerinden geleni yapmalarını, bütün güçlerini ortaya koymalarını söylemekte, onlara meydan okurcasına bu yolu göstermektedir.

 

Allah akıl vermiş siz kendiniz köreltiyor özgürlüğünüzü kısıtlıyorsunuz. Üslup ve belagati çok üstün olan o topluluğa meydan okuma gerçekleşiyor. Biz biliyoruz ki her peygambere ne revaçta ise ona göre mucize verilmiştir.  Hz.  Musa ya sihir mucizesi, Hz. İsa ya tıp, Hz. Peygamberimize de onlar edebiyatta üstün oldukları için bu anlamda belagatte üstün metin gelmiştir.  Peygamberimizin en büyük mucizesi Kuran’dır.

Kuran a karşı bir şüpheniz varsa Allah tarafından gönderildiğini düşünmüyorsanız siz o zaman bir şekilde ispatlayın. Kuran surelerinden birine denk sure getirin diyor. Kişilerin de aynen ümmi olmayan şiir edebiyatta uğraşmayan hem de onun kadar ahlaklı birinin yapması gerekiyor dedi Allah CC.  Ayette öyle deniyor. Herhangi bir şahıs Kuran’ın bir dengini getirsin eğer siz bu davanıza sadık iseniz bunu bir şekilde ispatlamanız gerekir. Siz edebiyatta mahirsiniz buyurun buna benzer bir şeyi ortaya koyun meydan okunuyor burada. 

 [359] Şayet “Âyette neden tenzîl mastarından مَمَّا نَزَّلْنا ifadesi kullanıldı da inzâl mastarından enzelnâ ifadesi kullanılmadı?” dersen, şöyle derim: Çünkü burada murat, Kur’ân’ın tedricî olarak, parçalar halinde indirilmesidir ki onun bu şekilde indirilmesi, meydan okuma açısından daha etkilidir. Çünkü Müşrikler şöyle diyorlardı: Eğer bu Kur’ân Allah katından olsaydı ve insanların bildiği sözlerden farklı olsaydı, o zaman bu şekilde, tıpkı hatiplerin ve şairlerin âdeti olduğu üzere parça parça, ardı ardına sûreler ve âyetler halinde, olayların ve hadiselerin gelişimine göre inmezdi. Nitekim şair ve hatipler her an yaşanan yeni hadiselerden ve baş gösteren ihtiyaçlardan hareketle, aklına geldikçe azar azar, bölümler halinde yazar. Hiçbir şair ya da hatip, şiirlerinden oluşan divanını ya da risalelerini tek seferde oluşturmaz. Eğer Allah kitabı nı bu şekilde tek seferde inzâl etmiş olsaydı, işte bu âdete muhalefet etmiş olurdu. İşte, kâfirlerin bu itirazlarını Allah Teâlâ şöyle nakletmiştir: “Nankörce inkâr edenler; ‘Kur’ân ona bir kerede topluca indirilmeli değil miydi?!’ dediler” [Furkān 25/32]. Onların bu itirazına karşılık şöyle denildi: “Eğer bu şekilde tedricî olarak inzâl edilen Kur’ân hakkında şüphede iseniz, o zaman sizde onun tek seferde indirilen bölümlerinden bir tekini getirin, onun sûreleri içerisinden en kısa olanlarından biri ya da birkaç âyet miktarınca bir bölümünü getirin!” İşte Kur’ân’ın bu cevabı, onların bahanelerini tüketme ve kendilerini tekdir etmenin en son noktasıdır.

 

Tedrici olarak inmiş olması insan psikolojisine daha uygundur.  Tedrici parça parça inmesi demek. O dönemde yaşanan şeylere uygun olarak inmesi demektir. Ayetleri hemen öğrenmek istiyoruz ama ayetleri eyleme döküp içselleştirmemiz önemlidir aslında.  

Kimse bir kitabı bir oturuşta yazmaz, şair sancılı süreçten geçmeden eserini ortaya koyamaz insan yapısı böyledir. 

Uzman olduğunuz konularda bir benzerini getrin, madem herhangi bir insan yapabildi buyurun hepiniz toplanın bir kişi de değil toplanın ve yapın.  Bunu kimse yapamadı ve kıyamete kadar da güç getiremeyecektir. Tedrici inmesi toplumun neye ihtiyacı varsa hangi şey topluma yerleştirilecekse o ayetler ona uygun zamanda inzal olmuştur. 

[360] عَلى عَبْدِنا [kulumuza] ifadesi على عبادِنا [kullarımıza] şeklinde de okunmuştur. Bu durumda Peygamber (s.a.) ve ümmeti kastedilmiş olur. 

 

[361] Sûre; Kur’ân’ın en az üç âyetten müteşekkil bölümüne denir. السورة kelimesindeki Vav eğer kelimenin aslından ise, kelimenin anlamı ile ilgili şu ihtimaller söz konusudur: Sûre, şehri çevreleyen duvar ve surlar anlamında kullanılmış olabilir, çünkü Kur’ân sûreleri de tıpkı surlarla çevrili bir belde gibi sınırları belli ve müstakil bölümlerdir. Ya da Kur’ân sûreleri de tıpkı surlarla çevrili bir şehrin birçok şeyi ihtiva etmesi gibi türlü ilimleri ve anlamları ihtiva ederler. Yine sûre kelimesi rütbe, mertebe anlamında da kullanılmış olabilir. Nâbiğa [v.604] şöyle demiştir: 

[Esed oğulları ndan] Harrâb ve Kadd ’ın grupları var ya; hem şeref konusunda yüksek mertebe (sûre) sahibidirler hem de hiç kargaları uçmaz [beldeleri metruk değildir, bereketlidir] 

Bu durumda sûre iki mânadan birine gelir. Zira sûre, varılacak menziller ve ulaşılacak mertebeler konumundadır; okuyucu bu mertebeleri geçerek yükselir. Ayrıca Kur’ân sûreleri kendi içinde belli bir tertip arz eder; bazıları uzun, bazıları orta, bazıları ise kısadır. Ya da sûreler dinde çok değerli bir konuma ve öneme sahip oldukları için onlara sûre adı verilmiştir.


Sure Kuran’ın en az 3 ayetten müteşekkil bölümüne denir. 

Lügat olarak yüksek menzil, makam demektir.

Terim olarak anlamı ise en az üç veya daha fazla ayetten oluşan başı sonu belli verilen kısımlarına denir Kuran’ın. 

 

[362] Eğer السورة / es-sûre kelimesindeki Vav kelimenin aslından değil de Hemze ’den dönüştürülmüş kabul edilirse, o zaman Kur’ân sûrelerine bu ismin verilmesi, bunların Kur’ân’ın parçası olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim سُوءْرة bir şeyin arta kalanı, fazlası demektir.

 

[363] Şayet “Kur’ân’ın sûreler halinde bölümlere ayrılmasındaki fayda nedir?” dersen, şöyle derim: Bunun pek çok faydası vardır. Hem Allah Teâlâ Tevrat’ı, İncil’i, Zebûr ’u ve diğer peygamberlere gönderdiği kitapları da sûreler halinde tasnif etmiştir. Her sanat alanında eser yazanlar, kitaplarını müstakil başlıklar taşıyan bölümlere ayırırlar. Eseri bölümlere ayırmanın bazı faydaları şunlardır: Türler ait oldukları cins in altında ve sınıflar da ait oldukları türün altında tasnif edildiği zaman, hepsinin tek bölüm olmasından daha iyi ve açık olur. Okuyucu bir sûreyi ya da kitaptaki bir bölümü okuyup bitirdiği ve bir diğerine başladığı zaman şevki yeniden canlanır; daha aktif ve canlı bir şekilde okumaya başlar, bütün kitap tek bir bölüm olsa bu şekilde dikkatli inceleme yapamaz. Sözgelimi yolcu belli bir süre yol aldıktan sonra bir mola noktasında durup dinleneceğini bilirse, bu onu daha canlı ve diri tutar. Nitekim bu sebeple kıraatçiler Kur’ân’ı cüzlere, hiziplere, aşırlara taksim etmişlerdir. Yine Kur’ân hafızı bir sûreyi iyi okuyup ezberlediği zaman Allah’ın kitabından başı sonu belli müstakil bir sûreyi hafızasına almış olduğunu bilir ve o zaman ezberlemiş olduğu sûreye dair tazimi artar; onu daha çok önemser. Bu meyanda Enes (r.a.) ’ın [v.93/712] “İçimizden biri Bakara ve Âl -i İmrân’ı ezbere okuduğu zaman gözümüzde büyür; kendisine çok değer verirdik” dediği rivayet edilmiştir [KT.b]. Dolayısıyla, namaz esnasında bir sûreyi baştan sona tam olarak okumak [sûrenin belli bir bölümünü okumaktan] daha faziletlidir. Yine Kur’ân’ın sûrelere ayrılmış olması, birbiri ile benzerlik ve çelişki arz eder gibi görünen ifadelerin bir arada bulunmasına, böylece anlamın daha kolay mülahaza edilebilmesine, nazmın uyumlu olmasına ve daha nice faydalara sebep olur.

Herhangi kitabı okuduğumuzda da bölümlere ayrıldığında şu bölüme kadar gelelim diye , şevklendirmiş olur ya da şuraya kadar geleyim yeniden başlangıç yapayım deriz. Yeni başlangıçlar insan psikolojisine iyi geliyor. Bir yolcu belli bir noktada mola vereceğini bilse daha canlı ve diri tutar bunu.  

 

[364] مِنْ مِثْلِهِ ifadesi, sûratün kelimesinin sıfatıdır, yani “onun benzeri bir sûre” demektir. ِ مِثْلِهِdeki zamir, ما نَذَّلْنا ifadesine de, عَلى عَبْدِنا ifadesine de işaret ediyor olabilir [yani “Bizim indirdiklerimize benzer bir sûre” / “Kulumuz Muhammed gibi ümmî birinden gelen bir sûre”]. Yine مِنْ مِثْلِهِ ifadesinin فَأْتۇا ifadesine taalluk etmesi de mümkündür ki bu durumda مِثْلِهِ’deki zamir عَلى عَبْدِنا [kulumuza] ifadesine işaret ediyor olacaktır.

 

[365] Şayet “Kur’ân’ın misli nedir ki, onlar bu misli getirsinler?” dersen, şöyle derim: Bunun anlamı şöyledir; siz de nazım güzelliği, mertebe üstünlüğü ve sıra dışı beyân sahibi olması gibi nitelikleri ile bunun gibi olan, bu niteliklere sahip olan bir sûre getirin. Veya anlamın, “siz de bunun halinde olan, yani herhangi bir kitap okumamış, âlimlerden bilgi edinmemiş, ümmî bir Arap ve beşer olan birinden böyle bir sûre getirin” şeklinde olması da mümkündür. Bunlar dışında, misl kelimesi ile onun benzeri ya da dengi kastedilmiş değildir. Aksine bu ifade [el-Ğadbân b.] Kaba‘serâ ’nın, kendisini le-ahmilenneke ‘ale’l-edhemi [seni edheme (kara zincire) vuracağım] diye tehdit eden Haccâc ’a [v.95/714] verdiği mislü’l-emîri hamele ‘ale’l-edhemi ve’l-eşhebi [bir insan emirse, elbette insanı kara ata (edhem) da, ak ata da bindirir!] şeklindeki cevaba17 benzemektedir. [el-Ğadbân b.] Kaba‘serâ mislü’l-emîri ifadesi ile, Haccâc’a denk kıldığı herhangi bir kimseyi değil, saltanat, kudret ve cömertlik sahibi herhangi bir emîri kastetmiştir.

 

[66] مِثْلِهِ ‘deki zamirin, ما نَذَّلْنا [indirdiğimiz] ifadesine râci olması daha uygundur, zira hem “…onun misli bir sûre getirin!” [Yûnus 10/38]; “ve onun misli on tane sûre getirin” [Hûd 11/13] ve “Kur’ân’ın mislini ortaya koymak üzere bir araya gelseler, onun mislini ortaya koyamazlar.” [İsrâ 17/88] âyetleri bunu destekler hem de Kur’ân’ın en sağlam üslup ve sağlıklı tertib üzere değerlendirilmesi gerekir. مِثْلِهِ ‘dekizamirin, ما نَذَّلْنا [indirdiğimiz] ifadesine râci olması durumunda kelâmın tertibi daha güzel olacaktır; zira burada konu, kendisine kitap indirilen kişi değil, indirilen şeydir. Sözün akışı onunla ilgili, irtibatlıdır, bu sebeple de zamirin başka bir şeye irca edilerek konunun başka bir yöne çevrilmemesi gerekir. Dikkat edersen, âyetin mânası; “Eğer Kur’ân’ın Allah katından inzâl edilmiş olduğu konusunda şüphede iseniz o zaman siz de onun misli ve cinsinden olan bir şey getirin” şeklindedir. Zamirin Peygamber (s.a.)’e râci olduğunu kabul edersek, âyetin tertibi, “Eğer Muhammed’in Allah tarafından kendisine vahiy inzâl edilen bir peygamber olduğundan şüphede iseniz o zaman siz de onun gibi bir Kur’ân getirin” şeklinde olacaktır. Hem onlar kalabalık bir zümre oldukları halde kendilerine içlerinden biri olan Peygamber (s.a.)’in getirdiği Kur’ân’ın en küçük bir bölümü kadarını getirmeleri şeklinde meydan okunması, “içinizden bir başkası bu bir kişinin [yani Peygamber’in] getirdiğinin mislini getirsin” şeklinde meydan okumaktan çok daha etkilidir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın وَادْعُوا شُهَداءَكُمْ وَادْ ُ [şahitlerinizi de çağırın] ifadesine uygun olan da bu tefsirdir.

 

[ 367] شُهَداءَ şehîd kelimesinin çoğulu olup şahitlik anında hazır bulunan ya da şahitlik eden kimse anlamına gelir. Dûne kelimesi ise, bir şeyin mekân itibariyle altıdır. eş-Şey’ü’d-dûnu hakîr, bayağı ve değersiz şey demektir. Bu kökten türeyen devvene kelimesi, kitapları toplamak anlamında devvene’ l-kütübe şeklinde kullanılır. Çünkü bir şeyleri toplamak demek, onları birbirlerine yaklaştırmak, aralarındaki mesafeyi azaltmak demektir. Bir şey diğerinden azıcık daha aşağı, değersiz ise, “bu şunun dûnudur / dûnundadır” denilir. 17 Edhem, hem ‘kara zincir’ hem de ‘siyah at’ demektir. İbnü’l-Kaba‘serâ , Haccâc ’ın “Seni edheme vuracağım!” tehdidindeki edhem kelimesini üslûb-ı hakîm ile ikinci mânasına hamledip, hamele ‘alâ fiiline de “ata bindirme” anlamı vererek, bir tür kelime oyunuyla, emirin kararını değiştirmeye çalışmış ve-verdiği diğer cevaplarla nihayet- bunda başarılı olmuştur. / çev. 

Dûneke hâzâ [şunu al] ifadesinin aslı, “Bunu yakınına al, yani sana en yakın olan yere al” şeklindedir. İşte bu kelime bu anlamdan isti‘âre yoluyla hal ve rütbe farklılığı ifade anlamına intikal ettirilmiştir. Böylece “Zeyd Amr’ın şeref ve ilim itibariyle dûnundadır” denilmiştir. Yine kişi riyakârca kendisini öven düşmanına, “Ben bu sözlerin dûnunda; ama senin benim hakkımda içinde beslediğin düşüncenin de fevkindeyim” der. Daha sonra kelime anlam genişlemesine uğramış ve bir sınırdan diğerine geçme, bir hükümden diğerine intikal etme durumlarının tümü için kullanılır olmuştur. لا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنونَ الْكافِرِينَ أَوْلِياءَ مِنْ دۇنِ الْمؤْمِنينَ [“Mü’minler mü’minleri bırakıp da inkârcı nankörleri velî edinmesinler.” (Âl -i İmrân 3/28)] âyetinde bu kelime böyle kullanılmıştır; yani mü’minler mü’minlerin velâyetini bırakıp da kâfirlerin velâyetine geçmesinler denilmek istenmiştir. Ümeyye b. Ebi’s-Salt [v.8/630] şöyle demiştir: 

Ey Nefis! Allah dışında koruyucun yok.

Yani, eğer Allah’ın korumasının sınırlarını aşarsan başkası seni koruyamaz.

 

[368] مِنْ دۇنِ الله [Allah’tan başka] ifadesi, ya “çağırın”a ya da “şahitleriniz”e taalluk eder. Eğer “şahitleriniz” ifadesine taalluk ettiğini düşünürsen, o zaman mânası şöyledir: “Allah’tan gayrı ilâh edindiğiniz ve kıyamet günü sizin hak üzere olduğunuza dair şahitlik edeceklerini iddia ettiğiniz ‘var’lıkları çağırın.” Ya da “Allah’ın huzurunda sizin lehinize şahitlik edecek olanları çağırın” şeklinde olur. A‘şâ ’nın [v.7/629] şu mısraları da bunu teyit eder: 

Kadeh, tozu sana önündeymiş gibi gösterir, oysa o tozun önündedir. 

Yani kadeh öylesine ince ve saydamdır ki sana tozu sanki önündeymiş gibi gösterir, oysa arkasındadır. Müşriklere Kur’ân’ın fesâhati ile meydan okumasına karşı cevap vermek üzere konuşamayan cansız varlıklardan dahi yardım istemelerinin söylenmesi, onları aşağılamanın en nihai noktasıdır.

 

[369] Diğer bir yoruma göre وَادْعۇا شُهَداءَكُمْ مِنْ دۇنِ الله ifadesi, “Allah’ın dostlarından ve mü’minlerden başka şahitlerinizi çağırın da bu şahitler sizin onun bir mislini getirmiş olduğunuza şahitlik etsinler” anlamına gelebilir. Bu ifade onlara karşı meydan okurken kendilerinden istenen şey konusunda çıtayı düşürmek, işi kolaylaştırmaktır; burada onların şahitleri olan ve toplum içerisinde sözü dinlenen, önde gelen, saygın kimselerin bile, açıkça fasit ve yanlış olduğunu bildikleri şeye şehadet etmekten, kendi akıllarıyla imkânsızlığını açıkça gördükleri bir şeyin doğru olduğunu söylemekten tabiatları, insanlıkları ve gururları gereği imtina edecekleri ifade edilmiş olmaktadır. Bu şekilde yorumlandığı zaman 􀅳ِ 􀆩 دُونِ ا 􀄫ْ 􀄨ِ [Allah’tan başka] ifadesinin “çağırın” ifadesine taalluk etmesi mümkündür, bu durumda anlam, “Allah dışında şahitlerinizi çağırın, yani Allah’ı şahit tutmayın, iddiasını ispatlamaktan âciz bir kişinin yaptığı gibi ‘söylediğimizin doğruluğuna Allah şahittir’ demeyin; şahitlikleri yargıçlar nezdinde kanıt kabul edilen insanlar içerisinden kendinize şahit bulun” şeklindedir. Bununla, onların âciz bırakıldığı, delil getirmekten âciz kaldıkları, söyleyecek bir sözleri olmadığının, sadece “Allah şahittir ki doğru söylüyoruz” diyebildikleri gösterilmiş olmaktadır. Aslında onların böyle söylemeleri de çaresiz ve âciz olduklarının kendileri tarafından tescilidir. 

 

[370] Anlatıldığına göre; kendisine nesebi sorulan bir Arap “Kureyş ’tenim elhamdülillâh” demiş; bunun üzerine kendisine, “böyle bir soruya cevap verirken elhamdülillâh demen şüphe alametidir” denilmiş.

 

[371] مِنْ دۇنِ الله [Allah’tan başka] ifadesinin “çağırın” ifadesine taalluk etmesi durumunda muhtemel bir diğer anlam da şöyledir: Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın, yani Allah sizin şahidinizdir, çünkü o size şah damarınızdan daha yakındır, sizinle binmiş olduğunuz bineğin boynu arasındadır, cinler ve insanlar da şahidinizdir. O halde, size şahitlik edecek herkesi çağırın, insanlardan ve cinlerden destek isteyin; sadece Allah hariç. Zira diğer şahitlerinizin aksine, bunun bir mislini getirmeye kādir olan yegâne şahit Allah’tır. Bu, “De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur’ân’ın mislini ortaya koymak üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun mislini ortaya koyamazlar.” [İsrâ 17/88] âyetinin de mânasıdır. 


Not: Bu haftanın dersi Eda Atalay hocamız tarafından yapılmıştır. 

Yorumlar