Bakara Sûresi 16-18 ( Keşşâf Tefsiri p. 271-293)

 


[271] Şayet فما ربحتْ تِجارَتٔهٔمْ و ما گان وا مٔهْتَدِين [Ama bu alış-verişlerinden kâr edememişler; doğru yolu bulamamışlardır] âyetinin mânası nedir?” dersen, şöyle derim: Tüccarların ticari işlemlerde elde etmek istedikleri iki şey vardır.

Birincisi ana malı muhafaza etmek, ikincisi kâr etmek. İşbu münafıklar ise ikisini de elde edememişlerdir. Çünkü ana malları hidayettir, fakat dalâlete düştükleri için artık ellerinde hidayet de kalmamıştır. Ellerinde dalâletten başka bir şey kalmamış olduğu için de, her ne kadar birtakım dünyevi maksatlarına ermiş olsalar da, kârlı olarak nitelendirilmemişlerdir. Çünkü hem dalâlet ehli kimse büyük bir hüsrandadır, hem de ana malını muhafaza edememiş olan kimseye kârlı denilemez; doğru yolu bulamamışlardır, yani kârı - zararı iyi bilen mahir tüccarların izledikleri yolu bulamamışlardır.

 

Münafıklar bu ikisini de elde edememişlerdir. Delaletin karşılığında hidayeti sattıkları için bu münafıklar ne ana malı koruyabilmişlerdir, ne de kar edebilmişlerdir. Tabii ki kar etmedikleri zarar ettikleri asıl ahiret gününde ortaya çıkacaktır. Çünkü ana mal hidayettir. Çünkü hidayet asıldır. 

Aynı aydınlık asıllıdır, karanlık ise arızidir. 

Yani aydınlığın olmadığı yerde karanlık vardır. Hidayetin olmadığı yerde delalet vardır. İmanın olmadığı yerde küfür vardır. Şükür’ün olmadığı yerde nankörlük vardır. Yani temel olan hidayettir. Temel olan aydınlıktır. Asli olan onur budur. Asli unsur dediğimiz, yani değişmez, öncelikli olan unsur yani birincil unsur aydınlıktır.

Yani hidayet asıldır, delalet arızidir. 

İman asıldır, küfür arızidir. 

Her insanın fitratında iman var. Bunu artık biyolojik olarak da biliyoruz. Diğer canlılardan farklı olarak beynimizde farklı bir inanç alanı var. Bu alanda insan bir inanç ihtiyacı duyuyor. İnanma ihtiyacı, güvenme ihtiyacı duyuyoruz. İnancın olmadığı yerde, imanın olmadığı yerde küfür var. Hidayetin olmadığı yerde delalet var. Şükrün olmadığı yerde nankörlük var. Asıl olan bunlardır. 

Konu ticaret olunca Kur’an-ı Kerim de iki surede konu ile ilgili ayetler vardır.

Saf süresi 10-14 ayetler ve Fatır Süresi 14. Ayeti gündemimize almadan burayı geçmek istemiyorum. 

 

Saf suresi 10-14. ayetler:

﴾10﴿

 Ey iman edenler! Size, elem verici azaptan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi? 

﴾11﴿

 Allah’a ve resulüne iman edersiniz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. 

﴾12﴿

 O sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altından ırmaklar akan cennetlere, adn cennetleri içindeki güzel köşklere koyar. İşte büyük kurtuluş budur. 

﴾13﴿

 Hoşunuza gidecek bir şey daha var: Allah’ın yardımı ve yakın bir fetih! Haydi müminleri müjdele. 

﴾14﴿

 Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu Îsâ da havârilerine, "Allah’a giden yolda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" diye sorduğunda havâriler, "Allah’ın yardımcıları biziz" demişlerdi. Sonra İsrâiloğulları’ndan bir kısmı iman etmiş, diğer bir kısmı da inkâra sapmıştı. Biz inananları düşmanlarına karşı destekledik, böylece üstün geldiler.


-----------


Fatır suresi 14. ayet:

﴾14﴿

 Onlara yalvarsanız duanızı işitmezler, işitseler bile size karşılık veremezler. Kıyamet günü de onları (Allah’a) ortak koşmanızı kabullenmezler. Hiç kimse sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi bilgi veremez.


Demekki bir ticaret var. Aynı bir helal bir de "helali tayyib" var. Bunun gibi. Bir de insanı kurtaracak bir ticaret var insanı ebediyete taşıyacak bir ticaret var. Allah Saf Suresinde ve Fatır suresinde  bunların ne olduğunu söylüyor. Saf suresi 10 ve 14. ayetlerde “ İster misiniz Allah size elem verici bir azaptan kurtaracak ticaretin ne olduğunu söylesin” diyor. 

1. Allah’a ve Resulü’ne iman.

2. Mallarla ve canlarla cihat

3. Allah’ın yardımcıları olmak.  

Ensar olmak, havariyyun olmak, en yakını olmak diyor.

Demekki hiç kaybetmeyecek bir ticaret için bu üç eylemden bahsediliyor. 

Fatır Suresinde ise, Bunu bazen dualarda Da duyuyoruz.  “Allah’ım sen 'lentebur' olan bir ticaret nasip eyle”

Allah’ın kitabını okuyanlar, namazını özenle kılanlar ve infak edenlerrin ticaretleri asla ziyana uğramayacak. 

Bu ayeti toparlamak gerekirse: 

1. Allah’ın kitabını okuyanlar diyor. Allah’ın kitabını okumak demek, hem kuranı okumak hem Allah’ın kainat ayetlerini okumak, insan piskolojisini okumak, okuyabilmek yani. Gördüğümüzü bir kitap gibi görebilmek. Bunların hepsi Allah’ın ayetleri ve bunlara okuma faaliyetinden bahsediyor. 

2. Namazını özenle kılanlar. Yani kılayım da üzerimden yük kalksın demeyenler.

3. İnfak edenler. Sadaka sadık olmak demek. Kendi elindekinden irade gösterip de verebilmesidir. Bunun sadece para, mülk olarak algılamayın. Şu an mesela zaman veriyoruz. Birine güzel bir söz söyleyip gönlünü alıyorsak Buda bir Tasadduk. Yine bizden çıkıyor. Bir kardeşiniz sıkıntılı bir durumdaysa açıyorsunuz telefonu ya da yanına gidiyorsunuz. Ona bir iki kelam Tasadduk etmek, onun o gönlünü rahatlatmak, Sizden çıkan bir şeydir. Allah’ın verdiği o yetenekten dışarıya çıkartmış oluyoruz.

Demekki bu üçünü yapanlar asla onların ticaretlerinde bir zarar olmaz. Bunu yaratan söylüyor.

16. ayeti bu Ticaret için söylediğini ilgili ayetlerle birleştirerek okuma yaptık. Özetlersek Saf suresinde; Allah’a sonra ona iman, malla canla cihat etmek ve Allah’ın yardımcıları olmak. Bu bir tasavvur aslında. Fatır Suresi 29. ayette ise Allah’ın kitabını okumak, namazı özenle kılmak ve infak etmek, bunları yapanların asla bir zararı olmaz diyor. Bunların asla ticaretlerinde bir zarar olmaz. 

Demekki ticaretimizde ve yaptığımız işte hiç kayıp istemiyorsak, yapacağımız şey bir kere iman ikincisi malla canla koşturmak, üçüncüsü Allah’ın dinine yardım etmek; ayrıca Fatır Suresi’ndeki ayetlerin eylemsel boyutuna baktığımız zaman okumayı yapmak, namazımızı özenle eda etmek, infak etmek. Bunlar ticarette hiç kaybetmeyecek olanlar. Belki görüntüde zararlar olabilir. Çok yorgunluk düşünülebilir vs. Ama Allah ticaretlerini hiç zarar gelmez diyor. Hayatlarına bereket gelir, gönüllerine bereket gelir.

Burada Freud’un örneğini paylaşmak istiyorum. Freud’un kızına bir mektubu var. Diyor ki, 

Sevgili Anna, en güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülme. Bu senin zayıf olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre, sırtını dayadığın nesne birden bire giderse sen o yöne doğru devrilirsin. 

Yani şunu söylüyor, bunun güçsüzlükle alakası yoktur. Ben olsam bunun kızıma şu şekilde söylerdim. 

Sen sırtını Allaha daya. Sen sırtına eğer kapitalizme, modernizme, Postmodernist bakış açılarına sırtını dayatmadığın müddetçe, o sistemler yerle bir olduğunda bile ayakta kalırsın. Ama sen sırtını bunlara dayarsan yavrum, o zaman onlar seni nereye götürürse sen oraya gitmek zorunda kalırsın. Onlar seni nereye doğru çekerlerse, sen oraya doğru çekilmek zorunda kalırsın. Ve onlar pat diye bir gün gittiğinde, sen düşer kalırsın ve bir daha da senin elinden tutacak olmaz. 

O yüzden bu ayet, yani 16. ayet muhteşem bir şeyden daha bahsediyor. Ticaretini yaparken sırtına insana Dayama. Ticaretini yaparken sırtını ideolojilere Dayama. Ticaretini yaparken sırtını kapitalist, materyalist ideolojilere Dayama. Sırtını Rabbine dayadığın zaman o seni bırakmaz.

16. ayet özetlersek, hidayetin karşılığında delaleti satın alanlar hem ana paradan mahrum olmuştur hem karından mahrum olmuştur. Ve ticaretin en güzelini Allah bildiriyor. Ama biz düşmeyiz. Çünkü Düştüğümüz zaman bizi oradan kaldıracak Yaratan’ın olduğunu biliyoruz.

 

Fransız matematikçi, fizikçi ve düşünür Blaise Pascal tarafından ortaya atılmış Pascal'ın Bahsi veya Pascal'ın Kumarı isimli argümanda Pascal şunu savunur;

“Tanrı’ya ve ahiret hayatına inanmak, inanmamaktan her zaman kazançlıdır. Eğer kazanırsanız her şeyi kazanmış olursunuz. Eğer kaybederseniz hiçbir şeyi kaybetmiş olmazsınız. Kaybederseniz en güzel, en ahlaklı şekilde yaşamış olursunuz.” 

Burada şunu söylemek lazım, 

İmanın kaybı yoktur. 

Mehmet Bayraktar hocanın “Pascal Oyunu; Hz. Ali, Gazzali ve Pascal'a Göre Ahirete Zar Atmak” isimli bir kitabı var. Burada çok önemli tespitler var bu kitabın içerisinde.

17. ayette ise bize münafıkların tipolojisinden bahsediyor.

 

17. Durumları, ateş yakmaya çalışan biri (ile etrafındakiler) nin durumuna benzer: Ateş onun çevresini her aydınlattığında, Allah onların nurunu gidermekte ve onları karanlıklar içinde; göremez halde bırakmaktadır. 

18. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler... Dönemezler.

 

[272] Allah Teâlâ münafıkların özelliklerini önce hakiki olarak anlattıktan sonra şimdi de durumlarını daha da netleştirip açıklığa kavuşturmak için, onların özelliklerini bir örnekle anlatmaktadır. Arapların bu tür darb-ı meseller kullanmaları ve âlimlerin bu darb-ı mesellere vb. kullanımlara eserlerinde yer vermeleri anlaşılması zor hususların, gizli ve incelikli anlamların tebarüz ettirilmesi ve hakikatlerin üzerindeki örtünün açılması noktasında faydası gayet açık olan bir husustur. Nitekim bu darb-ı meseller sana; hayalî olanı gerçek gibi, soyut olanı somut gibi, uzakta olanı göz önündeymiş gibi düşünüp tasavvur etme imkânı verir. Yine bu darb-ı mesellerin inatçı ve amansız hasımları susturmak, hiçbir delille ikna olmayan yobazları ikna etmek gibi özelliği vardır. Bu gibi darb-ı meseller Allah Teâlâ’nın kitabı olan Kur’ân’da olduğu gibi diğer ilâhî kitaplarda da çokça yer almakta, gerek Muhammed (s.a.) ’in gerek diğer peygamberân- ı ‘izāmın ve filozofların sözlerinde yaygın bir şekilde bulunmaktadır.                                                                                                           


Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bizim insanlara verdiğimiz bu temsilleri, sadece bilenler anlar.” [Ankebut 29/43] Nitekim İncil’deki sûrelerden birinin adı da meseller sûresi dir14

 

[273] Mesel kelimesinin kökü [‘benzer’ anlamındaki] misldir. Şibh, şebeh ve şebîh kelimelerinde olduğu gibi, misl, mesel ve mesîl denir. Daha sonra halk arasında yaygın olarak kullanılan ve kıssası ile hissesi uyumlu olan sözlere darb-ı mesel denmiştir. Darb-ı mesel olarak kullanılan, bu kadar yaygın ve etkili bir şekilde kabul görmüş olan sözlerde mutlak birçok sıradışı yön bulunur. Bu yüzden bu sözler muhafaza edilir, değiştirilmeksizin korunur.

 

[274] Şayet “Durumları, ateş yakmaya çalışan birinin durumuna benzer” ifadesinin anlamı nedir; münafıkların ve ateş yakmaya çalışan kimsenin durumu nedir ki bunlar birbirine benzetilmiştir?” dersen, şöyle derim: Burada mesel kelimesi, tıpkı aslan kelimesinin atılgan ve cesur kimse için kullanılmasında olduğu gibi, isti‘âre yoluyla durum, özellik ya da kıssa anlamında kullanılabilir; ancak o durum, özellik ya da kıssa, belli bir hususiyet ve sıra dışılık arz ediyorsa… Burada sanki şöyle denilmektedir: “Onların sıra dışı halleri tıpkı ateş yakan bir kimsenin durumu gibidir.” Aynı şekilde مَثَلٔ الجَنَّةِ الَّتَي ؤعِدَ المٔتَّقٔون [“Müttakîlere va‘dedilen Cennet’in durumu şöyledir.” (Ra‘d 13/35)] âyetinde de bu kullanım vardır. Yani burada, “sana anlatmış olduğumuz sıra dışı kıssalar içerisinde, cennetin sıra dışı kıssası da yer almaktadır” denilmekte; ardından bu sıra dışı özelliklerin beyanına başlanılmaktadır. وَ للَهِ المَثَلُ الأعلى [Nahl 16/60] ifadesi, “azamet ve celal arz eden nitelikler Allah’a aittir” anlamına gelir. مَثَلٔهٔمْ في التَوْراةِ  [Fetih 48/29], “Onların Tevrat’taki sıra dışı nitelikleri” demektir. Mesel kelimesinde sıradışılık anlamı mevcut olduğu için, fülânün müsletün fi’l-hayri ve’ş-şerri [Falan kimse hayırda ve şerde numunedir] denilir. Yani meselkelimesinden müsle kelimesi, [savaşta insanların kulağını, burnunu vs. kesme anlamı ile] sıra dışı iş vedurumlar için kullanılan bir sıfat olarak türetilmiştir.

 

 [275] Şayet “Âyette nasıl bir topluluk olan münafıklar ateş yakan bir tek kişiye benzetilmiştir?” dersen, şöyle derim: Burada الَّذِي ism-i mevsūlü الَّذِينَ yerine kullanılmıştır. Bunun bir benzeri وخُضْتُمْ گالَّذي خاضوا [“Onların daldığı şeyin benzerine siz de daldınız!” (Tevbe 9/69)] âyetinde söz konusudur. Kāim kelimesinin kāimîne yerine ve buna benzer sıfatların tekillerinin çoğul yerine kullanılmasına imkân vermeyip sadece ellezî ism-i mevsūlünün  الَّذِينَ yerine kullanılmasını mümkün kılan iki şey vardır:

 

Birincisi şudur; ellezî ma‘rife kelimelerin cümle ile nitelenmesini sağlayan sıla (birleştirme) ifadesi olduğu ve dilde çok sık kullanıldığı için hafifletilmesi sezadır; işbu sebeple Araplar harflerini hazf ederek bu kelimenin yapısını ihlal etmişlerdir. Önce kelimenin sonundaki Ya’yı hazf etmişler, sonra Zel’in kesresini hazf etmişler, daha sonra da fâil ve mef‘ûl isimlerinde sadece Lâm ile yetinir olmuşlardır. İkincisi de şudur: Bu kelimenin çoğulu, diğer çoğullarda olduğu gibi, sonuna Vav ve Nûn [Yâ ve Nûn] harfleri getirilerek yapılmış değildir. Aksine bu kelimenin sonundaki Yâ ve Nûn, anlamdaki ziyadeyi gösteren bir alamettir. Nitekim diğer bütün ism-i mevsūller çoğul ismidir. İçlerinde çoğul ismi olmayan bir tek … vardır. Bir diğer ihtimal ise, burada “ateş yakan kimse”nin cins olarak kastedilmiş olması veya ateş yakanlar “topluluğu”, “grubu” gibi bir anlamın kastedilmiş olmasıdır. Kaldı ki âyette birbirine benzetilen şeyler münafıkların kendileri ile ateş yakan kimselerin bizzat kendileri değildir, Bu sebeple, âyetteki ifadeden topluluğun tek kişiye benzetilmiş olduğu sonucu çıkmaz. Buna benzer bir kullanım; مَثَلُ الَّذينَ حُمِّلُ التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْ يَحْمِلوها گمَثَلِ الحِمارِ يَحْمِلُ أسْفاراً  [“Tevrat kendilerine yüklendiği halde, onu taşıyamayanların durumu;koca koca kitaplar taşıyan merkeb’in durumuna benzer!” (Cum‘a 62/5)] ve يَنْظُرُنَ إلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ [“… sana tıpkı ölüm döşeğindeki biri gibi baygın baygın bakmaya başladılar!” (Muhammed 47/20)] âyetlerinde de söz konusudur.


--------------------------

14 İnciller’de İsa Mesih ’e ait temsil. anlatımlar yaygın olarak bulunmakla birlikte Zemahşer., İncil’i değil, Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Kitab-ı Mukaddes’deki -Yahudi kutsal kitabı- Ahd-i Atik’e ait bölümlerden biri olan “Süleyman ’ın Meselleri”ni kastediyor olmalıdır. Bu kısımda binlerce mesel / özdeyiş vardır. / ed.

 

Bütün münafıkları bir kişi gibi görünüyor. Çünkü hepsinin davranışları aynı olduğu için. Kişilerle alakalı bir şey değil. Ortak prototipleri, ortak Tipolojileri aynı olduğu için münafıklara bir insan gibi modelliyor. Onların durumu aynıdır diyor. Yani iyiler nasıl farklıysa, münafık olanlar da kendilerine ait bir gruptur. Vakıa Suresi’nde, Sabikun, Eshabi yemin, Eshabi Şimal diyordu. 

Sabikun dediği neydi, önden giden, lider olan, işin lokomotifini yapan iyiler. Eshâb-ı yemin Dediği, yani bereketli olan grup. Onlar da iyilerin arkasına takılanlar. Kötüleri de Eshâb-ı şimal olarak anlatıyor. Şom ağızlılar. Meş’um olanlar. 

Demekki insanların yani her topluluğun aslında bir insan gibi olduğunu görüyoruz. Zaten İbni Haldun sosyolojinin temellerini atarken, bu ayetler üzerinden attı. Her toplumun bir insan gibidir dedi. Ve dedi ki, “her toplum bir insan gibi doğar, büyür, ölür”. Sosyolojik anlamda zaten görüyoruz. Toplumda bir ahlaksızlık varsa, bireyin içerisinde de bir ahlaksızlık var. Yani hem toplum bireyi etkiliyor hem de bireyi topluma etkiliyor. Aziz Sancar‘ın bir sözü geldi aklıma, diyor ki 

“Elmasla kömür, aynı karbon sayısına sahiptir. Ancak moleküler yapıları sebebiyle bir de elmas diğeri kömür. İnsana düşündüğümüz zamanda, herkes topraktan yaratılmış. Ancak ahlak, merhamet, vicdan gibi kimyasal bağlar onun asıl cinsini ortaya çıkartır.” 

Biri moleküler yapıyı bozarak başka bir tarafa doğru yöneliyor. Diğeri ise onu hakiki tarafına yönelttiği için elmas oluyor.

 

[276] وُقود النار [ateşin yanması]; ateşin parlayıp ışık saçması demektir. Buna benzer bir kullanım, dağın üzerine çıkan, dağa doğru yükselen kimse için vekale fi’l-cebel denilmesidir.

 

[277] Nâr [ateş] ışık veren, aydınlatıcı, yanan ve yakan bir latif cevherdir. Nûr ise ateşin ve aydınlatıcı olan her şeyin ışığıdır. Nûr, zulmetin zıttıdır. Nâra - yenûru kökünden türemiş olup nefere (harekete geçti, yola koyuldu) anlamını taşır. Zira nârda da hareket ve titreme olur. Nûr da bundan türemiştir. الإضاءةٍ ifadesi, aşırı aydınlatma anlamına gelir. Nitekim هُوَ الَّذي جَعَلَ الشَّمْسَ ضَياءً والْقَمَرَ نوراً  [“Güneş’ i ışık, Ay’ ı da nur kılan O’dur” (Yunus 10/5)] âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Bu âyette bu kelime müteaddi/geçişli olarak kullanılmıştır. Ancak geçişsiz olduğu; ما حوله [etrafı] ifadesine isnat edilmiş olduğu da düşünülebilir; kelimenin müennes olması ise, ‘anlam’a hamledilmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü ateşi yakan kimsenin çevresinde bulunan şeyler birtakım nesneler ve yerlerdir [bunlar da müennes olarak ifade edilir.] İbn Ebî Able’ nin [v.151/768] bu kelimeyi [“aydınlandı” anlamında geçişsiz] ضاءتْ şeklinde okumuş olması da bunu teyit eder. Bir başka Bu durumda ateşin ışığının çevresini aydınlatması, bizzat ateşin aydınlatması olarak düşünülmüş olacaktır. Yine bu durumda ما حوله ifadesindeki Mâ ya zaid kabul edilecek ya da ism-i mevsūl kabul edilip ما حوله ifadesi “mekânlar” anlamında değerlendirilecektir. Havlehû, zarf olarak mansuptur; anlamı deveran ve dönmedir. Yıl (sene) Arapçada havl olarak isimlendirilir, çünkü sürekli deveran eder. Bir başka değerlendirme ise, burada fiilde nâr kelimesine işaret eden gizli bir zamirin bulunduğunu düşünmektir.

 

Nar ve nur, İkisinin de karbonları aynı. Birisi yakıyor, tüketiyor. Diğeri ise aydınlatıp yollar açıyor. Gönül açıyor. Zihin açıyor. Hiçbirimiz nara düşmek istemeyiz. Hepimiz nuru isteriz. Halbuki narında nurun da kaynağı aynı. Ama narı nar yapan onun moleküllerini yanlış kullanmaktır. Nuru nur yapan onun moleküllerine doğru kullanmaktır. Ateşin yanması nar, aydınlatması Nur. Narda nurda bizden. Nara koşanlardan oluyor, nura koşan nurdan oluyor. 

Hayati Ökelekli hoca diyorki, 

“Pislik böceği pislik böceği için o pislik dışındaki şeyler anlamsızdır. Pislik böceği yaptığı işten büyük zevk alır. Bu yüzden gölün varlığı ve kokusu onu rahatsız eder. (Yani şöyle düşünün. Narda koşanlar nurda olanlardan rahatsız olurlar). Kötü karakterli insan da böyledir. Kötü eylemlerini kendince doğru işler yaptığını zannederek yapar. "

Bozgunculuğu da düzelticilik olarak zanneder. Nefsine çarpık bir vicdan oluşturur. En tehlikeli tipte bu iki yüzlü hain tiptir. Hocanın buradaki yorumunu çok değerliydi. Bu böcekler pisliğin içinde geçen hafta bahsettiğimiz gibi mürekkebin içine dalar gibi dalarlar. Düştükçe pisliğin içine düşer ve bundan zevk alır. Ve bunun dışındaki şeyler onun için anlamsızdır. O yüzden de Gül’ün varlığından ve kokusundan rahatsızdır.

 

[278] Şayet “Âyetteki Lemmâ’nın cevabı nerededir?” dersen, şöyle derim: Bu konuda iki şey söylenebilir. Birincisi, Lemmâ’nın cevabının ذَهَبَ الَّلهُ بِنُرِهِمْ [Allah nurlarını giderdi] ifadesi olduğudur. İkincisi ise Lemmâ’nın cevabının, tıpkı فَلَمّا ذَهَبوا بِهِ [“onu götürdüklerinde” (Yusuf 12/15)] âyetinde olduğu gibi hazfedilmiş olduğudur. Cevabın hazfedilmesinin mümkün olmasının sebebi, sözün uzamış olması ve hazif durumunda herhangi bir anlam karmaşasına düşme endişesinin bulunmamasıdır. Bu durumda hazfetmek etmemekten daha evladır, çünkü böylece hem ifade daha veciz olur hem de ateşi yakan kimsenin özellikleri hazfedilmeden anlatılma durumuna göre daha beliğ bir şekilde ifade edilmiş olur. Sanki şöyle denilmiştir: “Ateş çevresini aydınlatınca sönüverdi ve onlar karanlık içerisinde ışıklarını kaybeder etmez şaşkın, çaresiz, perişan bir şekilde kaldılar; ateşin kendilerini ihya etmiş olmasının ardından hayal kırıklığına uğradılar.”

 

[279] Şayet “Lemmâ’nın cevabı hazfedilmiş olarak takdir edilecekse, o zaman ذَهَبَ الَّلهُ بِنُرِهِمْ ifadesi neye taalluk edecek?” dersen, şöyle derim: Bu durumda bu ifade yeni bir cümle başlangıcıdır. Sanki onların durumları ateş yakan ve ateşi sönüveren kimsenin durumuna benzetilince itiraz olarak, “Onların nesi var da durumları böyle bir kimseye, yani ateşi sönen kimseye benzetiliyor?” diye sorulmuş ve buna cevaben “Allah onların nurlarını giderdi” denilmiştir. Ya da bu ifade temsil cümlesinin beyân kabilinden bedeli olabilir.

 

[280] Şayet “Bu yorumu kabul ettiğimizde بِنُرِهِمْ kelimesindeki zamir münafıklara işaret etmektedir, pekiyi önceki yorumu kabul edince bu zamir neye işaret etmiş olacak?” dersen, şöyle derim: Bu durumda zamir, اَلّذي اسْتَوْقَدَ [ateşi yakan kimse] ifadesine işaret eder, çünkü اَلّذي  topluluk mânasındadır بِنُرِهِمْ kelimesindeki zamir çoğul olmasına karşılık حوله  kelimesindeki zamirin tekil olmasının sebebi ise, bir yerde anlamın diğer yerde ise lafzın esas alınmasıdır. 


[281] Şayet ذَهَبَ الَّلهُ بِنُرِهِمْ [Allah nurlarını giderdi] ifadesinde fiilin Allah’a isnat edilmiş olması ne anlama gelmektedir?” dersen, şöyle derim: Ateş; rüzgâr
ve yağmur gibi semavî bir sebeple sönünce onu Allah söndürmüş ve ateş
yakanın ışığını gidermiş demektir. Bir diğer yorum ise, ateş yakan kimsenin, Allah’ın razı olmadığı bir ateşi tutuşturmuş olmasıdır. Bu durumda ateş, fitne ve İslâm düşmanlığı ateşi gibi mecazî olabilir ki bu ateş sınırlıdır, yanma süresi de azdır. Nitekim Allah Teâlâ “Bunlar her ne zaman bir savaşın ateşini körüklemişse, Allah onu söndürmüştür.” [Mâide 5/64] buyurmuştur. Ayrıca bu ateş, sapkın ve azgın kimselerin bazı günahları işlerken kullanmak, kötülük ve abes yolunda ilerlerken önlerini aydınlatmak için tutuşturdukları gerçek bir ateş de olabilir; bu durumda Allah bu ateşi söndürmüş, onların emellerini boşa çıkarmış olmaktadır.
 
[282] Şayet “Mecazî ateşin, tutuşturan kimsenin çevresini aydınlatmakla nitelendirilmesi nasıl mümkün olabilir?” dersen, şöyle derim: Bu, mecaz- ı müreşşah tarzındadır, bu sebeple bunu dikkatlice düşünüp incelemelisin.
 
[283] Şayet “Ateş çevrelerini aydınlattığında’ ifadesi ile uyumlu olması için, ‘Allah onların aydınlığını giderdi’ denilemez miydi?” dersen, şöyle derim: Bunun yerine nûr kelimesinin zikredilmiş olması daha beliğdir, çünkü “ışık” anlamındaki .. kelimesi, ışığın fazlalığına delâlet eder. Eğer nûr kelimesi değil de bu kelime kullanılsaydı, o zaman fazla olan ışığın giderildiği, fakat nûr olarak isimlendirilen şeyin geride kalmış olabileceği şeklinde bir yanlış anlaşılma mümkün olurdu. Oysa burada amaç, onların büsbütün nursuz / ışıksız kaldıkları, tamamen karanlığa gömüldükleridir. Nitekim dikkat edersen, bu ifadelerin ardından Allah Teâlâ “onları karanlıklarda terketmiştir” buyurmaktadır. Zulmet, ışığın yokluğu, sönmesidir. Allah Teâlâ’nın bu âyette zulmet kelimesini zulümât şeklinde nasıl çoğul yapıp nasıl nekre olarak kullandığına ve ardından bu zulmetin müphem, belirsiz ve zifiri bir karanlık olduğunu ifade etmek üzere nasıl …  [görmezler] buyurduğuna dikkat ediniz.


Paul Ekman diyor ki; İnsanların yalan söyledikleri kişiler, eğer o kişileri karşılarında görmüyorlarsa ya da tamamen anonim ise yani kalabalığa karşıysa, böyle olduğunda yalancılar kendilerini daha az suçlu hissederler. Burada da bunu anlatıyor zaten. Münafıkların bu kadar yalanı bu kadar rahat söylemeleri, böyle bir şahsi olarak iletişim kurdukları insanlara yapmıyorlar. Toplu halde yapıyorlar. Hatta Virjinya Üniversitesi’nde yalan söyleme sıklığı ile birbirleri ile temas  sıklığı olan insanlar karşılaştırıyor. Yani yalan söyleme sıklığı, bir de birbirleriyle temas etme sıklığı bu iki grup karşılaştırılıyor. Psikologlar her iki grup üyelerinin de, en çok temasta olduğu kişilere çok daha az yalan söylediklerini görüyorlar. Şunu anlıyoruz, Ne kadar görüşüyorsak o kadar yalan azalıyor. Ama insan sosyal medyada istediği kadar yalan söyleyebiliyor. Mail ile istediği kadar yalan söyleyebiliyor. Halbuki ne kadar bir aradaysak, o kadar az yalan söyleniyor çünkü söylemlerin ne kadar doğru olduğuna eylemler şahitlik ediyor. Eylemi olmayanın söyleme kabul etmiyoruz zaten. Diyojen bir gün elinde kandil ile Atina sokaklarında geziyor. Ne aradığını soruyorlar. O da, dürüst bir adam arıyorum der. Dürüst adam uzaktan görünmez. İşte münafıkların da politikaları buydu.


[284] Şayet “Peki, o zaman neden nur kelimesi aydınlatmak kelimesi ile nitelendi?” dersen, şöyle derim: Bu, Arapların “Bâtılın tek bir hamlesi olur, ardından zayıflayıp gider”, “Dalâlet rüzgârının tek bir esmesi olur, sonra diner” şeklindeki deyişlerine benzer bir kullanımdır. Nâru’l-‘arfeci [saman alevi] ifadesi her türlü kötü arzunun [öfkenin, ani ve geçici] kabarmasını anlatmak üzere kullanılan bir temsildir.
 
[285] Ezhebehû [onu götürdü] ile zehebe bi-hî [onunla gitti] arasındaki fark şudur. Birincisinin mânası “onu izale etti, onu gider kıldı” şeklindedir. Ancak kişi götürdüğü şeye eşlik ediyor ve onunla gidiyorsa, o zaman zehebe bi-hî denilir. Zehebe’s-sultānu bi-mâlihî ifadesi, “sultan onun malını aldı” anlamına gelir. فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ  [“onu götürdüklerinde” (Yusuf 12/15)] ve إذا لذهب كُلُّ إلهٍ بِما خَلَقَ   [“o zaman, her tanrı kendi yarattığını alıp götürürdü” (Mü’minûn 23/91)] âyetlerinde bu kullanım söz konusudur. Zehebet bi-hi’l-huyelâ’ü [kibir onu alıp götürmüş!] ifadesi de bu kullanıma örnektir. Âyette mâna, “Allah onların nurunu aldı, tuttu” şeklindedir. Bu mânada Allah Teâlâ, “O’nun tuttuğunu da O’ndan sonra salıverecek yoktur.” [Fâtır 35/2] buyurmaktadır. Fiilin bu şekilde kullanımı, ezhebehû kullanımından daha etkili bir anlam ifade eder. Maamafih, [Muhammed b. es-Semeyfa’ ] el-Yemânî [v.215/830] bu ifadeyi أذهب الله نورهم
 şeklinde okumuştur.
 
[ 286] ترك Fiili tek bir nesne aldığı zaman bırakmak, atmak anlamlarına gelir. Örneği: terekehû terke zabyin zıllehû [onu tıpkı ceylanın, gölgeliğini terkettiği gibi (bir daha dönmemek üzere) terketti] ifadesi böyledir. Ancak bu fiil iki nesne aldığı zaman “yaptı, kıldı” anlamına gelir ve ef‘âl-i kulûb olarak bilinen fiiller kapsamına girer. Antere’nin [v.614] şu beytinde fiil böyle kullanılmıştır: 
Ben de parçalasınlar diye yırtıcılara bıraktm o [koyu]nu! 
وَ تركهُمْ في ظُلُماتٍ [“onları karanlıklarda bıraktı” (Bakara 2/17)] âyeti de böyledir. Bu ifadenin aslı, هُمْ في ظُلُماتٍ [onlar karanlıklardadır] şeklindedir, ancak daha sonra başına … fiili gelmiş ve cümlenin iki bölümünü (hem hum zamirini hem de fi’z-zulümât ifadesini) nasb etmiştir. Zulmet, nur yokluğudur. Nûrun zıttı bir araz olduğu da söylenmiştir. Kelimenin türeyişi, mâ zalemeke en tef ’ale kezâ [Şöyle şöyle yapmaktan seni alıkoyan ne?] şeklindeki kullanıştan gelir. Karanlık gözü engellediği, görmesine mani olduğu için, böyle denilmiştir. Hasan-ı Basrî [v.110/728], Lâm’ın sükûnu ile ظُلْمات şeklinde, el-Yemânî [v.215/830] ise ظُلْمَةٍ şeklinde tekil olarak okumuştur.
 
[ 287] لا يُبْصِرون [göremezler] ifadesinin hazfedilmiş olan mef‘ûlü (nesnesi), önemsenmediği için zikredilmeyen hususlar kabilindendir, niyette takdir edilerek hazfedilmiş değildir. Sanki fiil hiç geçişli değilmiş (hiç nesne almıyormuş) gibi nesnesiz kullanılmıştır. Aynı durum وَيَذَرُهُمْ في طُغْيانِهِمْ يَعْمَهون [“bunları da kendi hallerine bırakıyor; yuvarlanıp gidiyorlar taşkınlıkları içinde!.. “ (A‘râf 7/ 186)] âyetindeki يَعْمَهون fiili için de söz konusudur.
 
[288] Şayet “Onların hali ateş yakan kişinin durumuna hangi açıdan benzetilmiştir?” dersen, şöyle derim: Benzerliğin kurulduğu husus; bunların, aydınlanmanın hemen ardından karanlığa yakalanmış, şaşkınlık içerisinde bocalamaya başlamış olmalarıdır.
 
[289] Şayet “Münafığın hali söz konusu olduğunda, aydınlık nerededir? Münafık zaten sürekli küfür karanlıkları içerisinde şaşkın şaşkın bocalamakta değil mi?” dersen, şöyle derim: Burada kastedilen şey, onların sadece dilleri ile söyledikleri iman kelimesinden kısa bir süre istifade etmiş olmalarıdır. Nitekim bu kelimenin nuru ile aydınlanmalarının yerini nifak kelimesinin karanlığı almıştır ve bu da onları Allah’ın gazabı nın ve ebedî azabın karanlığına gark eylemiştir. Yine, ateş yakan kimsenin ışığını Allah’ın gidermiş olmasına benzetilen şey; Allah’ın onların gizli sırlarını, mü’minler arasında çirkince yaptıkları münafıklıkları bilmesi de olabilir. Ama en uygun yorum, burada onların tabiatlarının kastedilmiş olmasıdır. Zira “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler” [Bakara 2/18] âyeti buna delâlet etmektedir. Âyetin farklı bir tefsiri de şöyledir: Bunlar hidayet karşılığında dalâleti satın almakla nitelendirilince, bunu takiben bu âyetlerde de onların dalâleti almak için sattıkları hidayet, ateş yakan kimsenin çevresini aydınlatan ışığa benzetilmiş, satın aldıkları ve Allah tarafından kalplerine bir tabiat gibi nakşedilen dalâlet ise, Allah tarafından ışıklarının giderilmesine ve karanlıklar içerisinde terkedilmelerine benzetilmiştir. Âyette nâr kelimesinin nekre olarak kullanılması tazim ifade eder. Aslında bu münafıkların duyu organları sağlıklıdır, fakat kulakları hakka kulak verme noktasında tıkalı, dilleri hakkı söyleme noktasında bağlı, gözleri de hakkı görme noktasında kör gibi olduğu için sanki duyu organları fizikî bir afete uğramış, his ve idrak güçlerinin temelinde yer alan bu organları işlemez hale gelmiş gibi nitelendirilmişlerdir. Şu ifade/ler gibi:
“Sağır kesilirler hakkımda bir hayır söylendiğinde,
Ama hakkımda kötü bir şey söylenecek olsa kulak kesilirler!”
“İşitir işitmesine de; işine gelmeyene sağır kesilir”
“İşime gelmeyene sağır davranırım
Canım istediğinde ise Allah’ın en iyi işiten kuluyumdur!”
“Kör buldum, sağır gördüm Amr’ı
cömertliğim konusunda; o iftihar günü”
 
[290] Şayet “Beyân âlimleri nezdinde bu husus hangi yolla ifade edilir?” dersen, şöyle derim: Bu, onların cesur kimseler için “onlar aslandır” demeleri ve cömert kimseler için “deryadırlar” demeleri gibidir. Fakat bunlar sıfatlarda, âyette ifade edilenler ise isimlerde söz konusu olan bir benzetmedir. İsti‘âre isimlerde, sıfatlarda ve fiillerde kullanılabilmektedir. Örneği: “Aslanlar gördüm”, “Hayra sağır birini gördüm”, “İslâm perde oldu / korudu”, “hak aydınlattı” gibi ifadeler böyledir.
 
[291] Şayet “Âyetteki kullanım isti‘âre olarak isimlendirilebilir mi?” dersen, şöyle derim: Bu konuda ihtilâf vardır. Muhakkik âlimler bunu isti‘âre olarak değil, teşbîh-i belîğ olarak isimlendirirler. Çünkü burada kendisi için isti‘âre yapılan [müste’ârun leh] zikredilmiştir ki münafıklardır. İsti‘âre ise, müste’ârun leh zikredilmeden yapılan benzetmeye denilir. İsti‘ârede müste‘ârun leh zikredilmez ve ifadede, eğer halin delâleti ya da sözün genel dokusu [fahve’l-kelâm ] olmasa, hem mecaz anlam (menkūl ileyh) hem de hakiki anlam (menkūl ‘anh) kastedilmiş olabilir. Şair Züheyr b. Ebû Sülmâ ’nın [v.609] şu beyti buna örnektir: Tırnakları kesilmemiş, yelesi kat kat keçeleşmiş “iri yarı”nın yerine pürsilâh bir ‘aslan’ın yanında[yım] Dolayısıyla söz sanatının ustaları ve büyüleyici şiirler yazan şairlerin benzetmeleri artık neredeyse hakikat gibi gördüklerini, benzetme olduğunu adeta unutmuş gibi davrandıklarını görebilirsin. Nitekim Ebû Temmâm [v.231/846] şöyle demiştir: (Övülen kişi) öyle bir mertebeye yükseliyor ki, bilmeyen onun gökte bir ihtiyacı olduğunu zanneder Bir şair de şöyle demiştir:15 (Bu “bir şair”, Zemahşer.’nin kendisidir. / .ev. )
Sanmayın ki elbisesinin içinde bir insan var;
Aksine, sebil gibi bereket saçan bir yağmur ve yavrusunu kollayan haşmetli
bir aslan var!
 
[292] Buna itiraz olarak “burada mübteda hazfedilmiş, bu yüzden münafıklar zikredilmemiştir, dolayısıyla burada isti‘âre olduğu sonucunu çıkarabilirim” denilemez. Çünkü burada hazfedilmiş olan mübteda, hazfedilmemiş (mantūk) hükmündedir. Bunun bir benzeri şairin Haccâc ’a [v.95/714] hitaben söylediği şu mısralardır:
Benim karşımda aslan kesilirsin, savaşta ise devekuşu
Hem de en ufak bir çıtırtıdan ürken zarif bir devekuşu!
 
[ 293] لا يَرْجِعون ifadesinin anlamı, “onlar hidayeti satıp dalâleti aldıktan sonra bir daha hidayete dönemezler” ya da “dalâleti satın aldıktan sonra artık ondan dönemezler” şeklinde olup, onların kalplerinin mühürlendiğini tescil etmektedir. Veya oldukları yerde adeta cansız bir nesne gibi donup kalan, ileriye mi geriye mi gideceğini bilmeyen, başladığı noktaya nasıl döneceğini de kestiremeyen şaşkın kimseler oldukları da kastedilmiş olabilir.


------------------o-----------------

  • 16. ayeti ticaretten bahsettik. Ticarette iki temel unsur vardır dedik. Bir tanesi anlamalı muhafaza etmek, ikincisi de kar elde etmek dedik. Ve bu ticareti de Saf Suresi 10 ve 14. ayetler ve Fatır  Suresi 14. ayette olduğunu söyledik. Allah bu ayetlerde buyuruyor ki: Allah’a ve Resulü’ne iman, malla canla cihat ve Allah’ın yardımcıları olmak. Ayrıca Allah’ın kitabını okumak, namazı özenle kılma ve tasaddukta bulunmak. 
  • Allah bu ticareti yapanlar için diyor ki “asla zarar görmezler”. Biz zaten bunu bir de Zilzal Suresinden biliyoruz. Zerre kadar iyiliğin de zerre kadar kötülüğün de karşılığının olacağını biliyoruz. 
  • Ayrıca burada Freud’un kızına yazdığı mektuptan bahsettik. Bu sözden yola çıkarak dedik ki, sırtımızı Allah’a dayayalım, sırtımızı insanlara dayamayalım. Sonra, Pascal oyunundan bahsettik. Mehmet Bayraktar hocanın kitabından bahsettik. Allah’a ve ahiret gününe inanmak inanmamaktan her zaman daha kazançlıdır dedik. İnananlar kazanırsa tümden kazanır, kaybederse de hiçbir şey kaybetmiş olmaz. İmanın kaybı yoktur dedik. 
  • Allah münafıkların tipolojilerinden bahsediyor. Onların yalan söylediklerinden bahsediyor. Ateş yakmaya çalışan insanlara benzettiğinden bahsettik. Fitne ateşini yakar, bir anda etraf aydınlanır zanneder, ortalığı yakar ve sonrada kendi de yanar. Ve burada da Aziz Sancar’ın bir sözünü söyledik. Elmas ve kömür aynı karbon sayısına sahip. Ancak moleküler yapıları sebebiyle biri kömür oluyor kendi yer elması oluyor dedik. İnsan daha topraktan yaratılmıştır. İnsana merhamet, ahlak, vicdan gibi hususlar güzel insan haline dönüştürüyorken; diğerlerini ise münafık durumuna getiren ise onun olduğunu söyledik. 
  • Sonra Allah’ın münafıkları tek bir insan gibi seslendiğinden bahsettik. Çünkü davranışların ortak olduğunu söyledik. Nar ve nur kelimelerinin aynı kökten geldiğini ve narin, aydınlatıcı, yakan, latif bir cevher olduğunu; nurun ise aydınlatan bir ışık olduğundan bahsettik. Ve dedik ki, nur ve nar aynı kaynaktan geliyor. Aynı kömür ve elmas gibi. Münafık ve muhlis kul gibi. Biri özüne dönüyor, diğeri özünden bir başka tarafa doğru hareket ediyor. Ve Allah münafıklardan bahsederken Allah onların aydınlığını giderdiği zaman onlar şaşkın bir halde kala kalırlar dedik. Onlar perişan bir şekilde kalırlar. 
  • Hayati Hökelekli hocanın bir sözünden bahsettik. Pislik böceği yaptığı işten büyük zevk alır. Pislik dışında hiçbir şeyi ona zevki vermez. Anlamsız gelir. O yüzden gülün varlığını da sevmez kokusunu da sevmez. Çünkü kötülükler içine bulanmış bir insana benzer. İnsan böyle devam ettiğin müddetçe de o girdabın içinde mürekkebe batmış gibi batar dedik. 
  • İnsanların yalan söylemelerinden bahsettik. Amaca giderken o amacının dışında hareket ediyoruz. Geçenlerde anlattığımız gibi: Hazreti Ali savaş esnasında ezan okunurken namaz kılmak yerine savaşmak isteyen Müslümanlara söylediği gibi. Eğer amacımıza gidecek yerde amacımızdan vazgeçiyorsak, yaptığımız mücadelenin anlamı nedir, diyor. İşte yalan dediğimiz şey burada devreye giriyor maalesef. Eylemlerimiz söylemlerimize şahit olduğu zaman söylemlerimiz doğrudur. Yoksa insanın söylemleri iddiadır. İman ettim demek iddiadır. İmanın ispati ameli salihtir. O konuda ne kadar gayret ettiğimizdir. 

Yorumlar