Rabbim istikametimizi daim eylesin.
Franz Kafkanın bir sözü var:
Uzakların yakınlığı, yakınlığın uzaklığından daha iyidir.
Yani uzaklıktan olan yakınlık, yakınlıktan olan uzaklıktan daha iyidir. Uzakta olabilirsiniz ama bir yolda bir yakınlık oluşuyorsa bu, yakında olup da kendinizi uzak hissetmekten çok daha iyidir.
Uzakta olan birçok insanla bir bağ kurduk. Bir yakınlık hissetmiş olduk. Yakın olup da yakın olduğunuz yer itibari ile uzaklaştığımız insanlar da oluyor. Franz Kafka’nın güzel bir konuya temas ettiğini düşünüyorum. İnsanın uzaklıkla gelebilecek yakınlıkları var. Maalesef yakın olduğu halde uzaklaştığı nice nice insanlar var. France Kafka sonra devam ediyor: çünkü yakınlık olduğu an uzaklıklar başlar. Çünkü size hoş gelmeyen özelliklerde ortaya çıkabilir ve yakın olduğunuz halde uzaklıklar hissedebilirsiniz. Hakikaten uzaklıklardan dolayı oluşan yakınlıklar, Yakınlıklardan oluşan uzaklıklardan çok daha efdal. Düşünün, bir arada olabiliriz, ama hepimizin farklı tepkileri olabilir, bu farklı tepkiler nedeniyle bizim yakınlığımız uzaklaşma olabilir. Ama uzak olduğumuz halde ilmi anlamda olsun, birçok anlamda olsun, kurulan bağı öyle bir yakınlıktır ki yakın olunduğu halde uzaklaşmadan çok çok daha iyidir, çok çok daha iyi bir kenetlenmedir. Franz Kafka’nın bu sözü bize bu istatistiklerin anlamını verdi. Sayının önemi yok. Ancak coğrafya bütününde düşündüğümüz zaman, birçok yerde dirayet tefsiri okunuyor. Ben vesile değilim. Bu derse devam eden arkadaşlardan bahsediyorum özellikle. “El istikame fil ahval” olarak görüyorum. Şu an 12. haftanın dersindeyiz. Birçok şeyi yaşıyoruz, hastalıklar, koşturmacalar ama hepimiz buradayız. Her türlü değişimde de olsa biz yolumuza devam ederiz diyoruz.
Hepinize teşekkür etmek istiyorum. Çünkü tek başına istikamet olmuyor. İç motivasyonu insanlarda var elbet. Biz belki iç motivasyonla bir yolla bir şeylere devam edebiliriz. Ama böyle platformlarda ki devamlılık herkesin bir arada olması ile ancak devam ediyor. Herkesin bir arada olmasıyla daha farklı bir yere geliyor. Bu anlamda herkese çok teşekkür ediyorum.
Birlikte yapılan dersin farklı bir feyzi oluyor ve kamusala taşımış oluyoruz.
Halimiz ne olursa olsun istikametimiz daim olsun.
[257] و يمدُّ هم في طغْيانهم [onları taşkınlıklarında teçhiz ediyor]; orduyu takviye edip donatma halinde, [sülâsî ve if‘âlden] medde’l-ceyşe ve emeddehû denilir. Yine hokkanın mürekkebe batırılmasını ifade etmek için medde’d-devâte ve emeddehâ denilir. Kandili fitille, araziyi de yağ ve gübre ile uygun hale getirdiğin zaman, mededtü’s-suruce ve’l-arda denilir. Şeytan insana vesvese verip onu azgınlığa sevk eder; iyice içerisine batmasını sağlarsa, bu durumda da meddehu’ş- şeytānu fi’l-ğayyi ve emeddehû denilir.
15. ayette şöyle diyordu. Onlar Allah ile alay ederler. Onlar allah ile alay etmeye kalkarlar ama ufak çocuğun Allah etmesi gibi senin kendince bir yanlışını bulduğunu düşünür ve seninle alay eder ve sen de çocuğa gülüp geçersin. Ne biliyorsun da neydi alayı diyorsun. İşte Allahta bunların böyle küçük bir durumundan bahsediyorsun. Onlar alay ettiklerini düşünecek kadar küçük hesaplarla bakış açıları oluşturduklarını söylüyor.
Demekkimedin birinci anlama müddet verip uzatmak. Demek onlar o Azgınlıkları yaparken Allah onlara müddet verir ve onlara devam etmeleri için alanı açık bırakır. İkinci anlamı ise orduyu takviye etmektir. Yani onların bu durumlarına devam edin der. Üçüncü anlam ise ise Uygun hale gelmek. Demekki eylemde süreklilik olduğu zaman kişi o eyleme uygun hale geliyor. Hangi eyleme en kötüsüne. Önce azından başlıyoruz yani batmadan önceki hal, dördüncü anlamı ise batmak kötülüklerin günahın içine batmak. hokkayı mürekkebe batırmaktır. Yani onların kendilerine mürekkebe batırırcasına azgınlığın içine iyice batmalarına müddet verir.
Tuğyan kelimesi sadece Allah’a baş kaldırı değildir. Bir insanın taşkınlıklarının hepsine tuğyan denebilir. Her türlü taşkınlık.
Bu konuda sosyal medyadan örnek verirsek:
Biz tuğyan derken isyanların içine dalmaktan ve o isyanın gitgide büyümesinden bahsediyoruz. Ama burada sadece bundan bahsetmiyor. Bütün kötülüklerden bahsediyoruz. Sosyal medya dediğimiz havuz, bizim ihtiyacımız olan sosyal ağlardır yani canlı sosyal ağlardır. Ama biz bugün inanılmaz büyük bir sosyal ağın içerisindeyiz. Burası büyük bir pazar. Bu pazarın ürünü de biziz tüketicisi de biziz. Reklamı olan da biziz, tüketicisi de biziz. Bize hem tüketim malzemesi olarak görüyorlar hem de Tükettiriyorlar. Burada böyle bir yapı var. İnsanlar buna alıştı. Görseller çok çabuk kayıyor. Çok hızlı bir şekilde akıp kaydığı için insanın canının sıkılması diye bir şey de mümkün değil. Dopamin hormonu tetikliyor. Ara ara böyle hızlı hızlı tetiklendiği için de İnsan anlık zevkler alıyor. Bu anlık zevklerin de bitmeyeceğini düşünerek sosyal medyanın, WhatsApp‘a, Instagram‘a, Facebook’a bakmaktan kendilerini alamıyorlar. Bu hepimiz için geçerli eğer irademizi iyi tutmadığımız zaman. Yapılan araştırmalar diyor ki insanlar ortalama 4 saat internette kalıyorlar. Hemen hemen herkes internette 4 saat günde kalıyor. 70-80 yıllık ömürde bu on yıla eşittir. Bu çok korkunç bir rakam. Ben günde 4 saat diyorum. Günde 12 saat, 14 saat olan insanlarda var. Tuğyanlarında batıp kararların anlama sadece Allah’a isyan etmek değil, Allah’a isyan edecek platformlarda ki devamlılık da onları olabilecek en kötü eyleme uygun hale getirir. 4 saatten bahsettim ama 12 saat 16 saat internet başında olanlar var bağımlılık seviyesinde.
Hatta geçenlerde bir çocuk vefat etti. Çocuk açlıktan vefat etmiş. İnsanlar sormuş annesi babası da mı yemek yemek için çağırmamış. Ama uzmanlar diyor ki, bağımlı olduğunuz müptela olduğunuz şeyden bu tinerden bile daha ağır bir bağımlılık kendinizi çekip kurtaramıyorsunuz.
Ortalama 4 saat dediğimiz sosyal medya bizim ömrümüzden 4 saat alıyor. Şimdi başka Sonuçlara da bakalım. Son beş yılda internet randevuları ile ilgili tecavüzlerin altı kat arttığı görülüyor istatistiklerde. Yani İnternet üzerinden randevulaşarak buluşmalarda tecavüz suçlarının altı kat arttığını görüyoruz. Şimdi daha büyük bir sonuca geleceğim. 22 yaşlarında bir çocuk internet oyunları üretti. Bu çocuğun üretti oyun öyle bir oyun ki, bir süre sonra insanlar oyuna kendini kaptırıyor elini kesebiliyor, kolunu kesebiliyor ve en sonunda ya kendini balkondan atıyor ya da intihar ediyor. Yani sonucu intihar. Yüzlerce çocuğun ölümüne neden olmuş bu çocuk. Ve mahkemeye çıkmış bu çocuk. Mahkemede bu çocuk çok ağır bir şey söylüyor. Çocuk diyor ki, onlar zaten biyolojik atıklar da ölenler için söylüyor bu ifadeyi. İnsanların fazlalığıydı. İnsanların artıklarıyla çöpleriydi dedi. Kendisi yüzünden intihar eden gençlere bunlar zaten insanlığın atağıydı, Biyolojik kirliliğiydi, atılması gerekiyordu, diyerek kendine mahkemede savundu.
Bu ayeti okuduğumuz zaman “ve yemuddu fi tuğyanihim” ifadesinin sadece Allah’a Küfür olduğunu anlamayalım. Burada diyor ki, yani insan azgınlıklarında devam ettikçe, insan yanlış platformlarda devam ettikçe bir müddet sonra o platformun en kötü eylemi neyse ona uygun hale gelmeye başlıyor. Aynı zamanda da o eylemleri yaparken o bakış açılarıyla teçhiz oluyor, donanıyor. İnternette çok aldığınız zaman rica ederim bu ayeti aklınıza gelsin. Çünkü bir müddet sonra artık onlar gibi düşünmeye başlıyoruz. Artık bakış açımız değişiyor. Hayatımız değişiyor. Çünkü onlarla zamanlanıyoruz, onlarla takviye oluyoruz, onlara uygun hale geliyoruz, Hoşlanmadığımız eylemleri bile yapmaya uygun hale geliyoruz ve dördüncüsü ise işin içine batıyoruz. Çünkü artık başka bir şey yapamaz hale geliyoruz. Yapılan araştırmalarda, insan insanın yüzüne baktığı zaman, gerçek hayatta insanın yüz yüze bakmasından bahsediyorum, Bir insanın bir insana bakması ile bir insanın başka bir nesneye bakması arasında çok büyük bir fark var. Allah çok büyük. İnsan insanın yüzüne bakınca, beynimizde inanılmaz büyüklükte bir dalga oluşuyor. Ve bu dalgalar yukarıya doğru vuruyor. Yani manevi bir boyutta hissediyoruz. Ama bir nesneye baktığımız zaman çok küçük bir alan işlevselleşiyor ve dalga boyunun çok küçük olduğunu biliyoruz. Diyor ki bilim adamları, sosyal medya platformlarında çok zaman harcayan insanlar maalesef bir süre sonra birbirlerinin yüzlerine bakarken beyin dalgaları nesneye bakar gibi tepki veriyor. Ne oluyor böyle olunca, karşınızdakini severek bakamıyorsunuz. Karşınızdakini tüketecek, kullanacak bir nesne gibi düşünmeye başlıyoruz. “Ve yemudduhum fi tugyanihim” Onlar mürekkebin içine batar gibi bu durumun içine batarlar diyor. O yüzden bir söz var: irade bedeni tuttuğunda ruh özgür kalır. Yani iradeniz bedeninizin isteklerine tuttuğunda, ruhunuz özgürleşmiş oluyor. Ama irademizi nefsimizin, içgüdülerimizin emrine verdiğimizde ruhumuz tutkularımızın esiri olmuş oluyor.
[258] Şayet “Neden bu kelimenin süre verme, mühlet tanıma, ömür verme mânasındaki medd kökünden değil de meded kökünden geldiğini iddia ettin?” dersen, şöyle derim: İbn Kesir [v.120/738] ve İbn Muhaysın’ ın [v.123/741] ئمِدّٔونهم şeklindeki kıraatları ve Nâfi‘nin [v.169/ [ 785 و إخوانهم ئمِدّٔونهم [A‘râf 7/202] şeklindeki kıraati buna delil olarak yeterlidir. Kaldı ki “süre verdi, mühlet tanıdı” anlamındaki fiil, mef‘ûlünü Lâm harf -i ceri ile alır.
[259] Şayet “Allah’ın onları azgınlık konusunda teçhiz etmesi nasıl mümkün olabilir; bu şeytanların fiili değil mi; Allah Teâlâ da و إخوانهم ئمِدّٔونهم الغَيِّ [“Kardeşleri onları azgınlığa sürükler” (A‘râf 7/202)] âyetinde böyle dememiş midir?” dersen, şöyle derim: Bu ifadenin bir yorumu şöyle olabilir: Allah Teâlâ mü’minlere bahşetmiş olduğu lütfu onlardan men edip, onları küfürleri ve inkârdaki ısrarları sebebiyle mahrumiyete maruz bıraktığı için, onların kalpleri tıpkı mü’minlerin kalplerinin sürekli açılma ve nurlanmasında olduğu gibi, sürekli olarak kararmıştır. Bu yüzden, kalplerindeki bu kararmanın artışı “Allah tarafından artırılmak” olarak isimlendirilmiş ve Allah’a isnat edilmiştir. Çünkü bu durum, onların küfürleri sebebiyle Allah’ın kendilerine ettiği muamelenin neticesidir. Bir diğer yorum ise, Allah’ın onları zorla ve mecbur bırakarak hidayete erdirmemiş olması ya da şeytanın fiilinin Allah'a isnat edilmesi şeklinde olabilir. Çünkü fiiller Allah’ın vermiş olduğu imkân ve kudret ile gerçekleşmekte ve şeytanın insanları yoldan çıkarmasına Allah engel olmamaktadır.
[260] Şayet “Müfessirleri و يمدُّ هم في طغْيانهم ifadesini süre vermek şeklinde tefsir etmeye sevk eden nedir, zira ifade etmiş olduğun üzere dil buna pek imkân vermemektedir?” dersen, şöyle derim: Şeytana isnat edilen fiilleri Allah’a isnat etme endişesi onları böyle bir değerlendirmeye sevk etmiştir. Oysa doğru mâna, lafza uygun ve lafız tarafından desteklenen mânadır. Aksi takdirde lafız ile anlam, “kel başa şimşir tarak / altı kaval üstü şeşhane” kabilinden [mot-a-mot “dağ keçisi ile devekuşu gibi” tamamen alakasız] olur! Allah’ın şu muhteşem kitabını, şu mucizevî kelâmını tefsir eden kişinin, ilâhî nazmın güzelliğini, belâgatin eksiksizliğini ve muhataplarına her tür itirazdan uzak biçimde meydan okumakta olduğunu yorumlarında göstermesi gerekir. Müfessir daha kelimelerin dildeki karşılıklarına bile dikkat etmiyorsa, Kur’ân’ın belâgat ve nazım inceliklerinden tabiî ki fersah fersah uzak kalacaktır! Nitekim Hasan-ı Basrî’nin [v.110/728] bu kelimenin tefsiri sadedinde; “Onlar gittikçe artan mütemadi bir sapkınlık içindedirler; ‘kalbi mühürlenen’ler de bunlardır” demesi de bunu teyit eder.
Aslında bize şunu anlatıyor, Allah burada bir çok şey anlatmıştır. Bunu açıklayacak olan da tefsir âlimleridir. Ünlü varoluşçu filozof Heidegger der ki.
Tefekkür teşekkürdür.
Biz derslerde şöyle söylemiştik, tefekkür aklın secdesidir. Bedenin Secdesi aldığın yere gitmesidir, tefekkür ise aklın secdesidir. Heidegger de tefekkür teşekkür dürtüyor. Çünkü tefekkür ettiğiniz zaman ve ilmeniz varsa da belagat ile, onun derin anlamlarını buluruz. Unutmayalım, günün insanı hız ve haz döneminde. Herkes yoğun, herkes bir koşturmacada, kendimize çok kalmıyoruz.
Kendi içsel kütüphanemizin kitaplarını çıkartıp okumuyoruz.
İçsel dünyamızın, zihnimizin köşelerinde derinlerinde neler var üzerinde durmuyoruz. Onun için tefekkür teşekkürdür diyor. Yani tefekkür nimete şükrandır diyor. Oysa hız ve haz kültüründe insana düşünecek zaman bile tanınmıyor. Sürekli görseller, sürekli herkes çok yoğun. Japon bir bilim adamı var, kitabı var hatta adı “Yorgunluk Toplumu”. Kendimize zaman ayırmamız gerekiyor. Kendi içsel alemimize zaman ayırmamız gerekiyor.
David Le Breton’un bir kitabı var “Yürümeye Övgü“ isimli. O kitabında diyor ki,
“Yürümek ruh yetmezliğini yaşamaktır”. Daha doğrusu ruh yetmezliği yaşayıp kendini kendinden dışarıya atmaktır. Kendine katlanamadığın noktada, kendinle barışmak için kendini yollara atmaktır.
Yani diyor ki insanın kendine katlanamadığı zamanda kendisiyle barışması için kendisini yollara atmaktır diyor. Evet burada sadece sokağa çıkıp yürümekten bahsediyor ama aslında elime yürüyüşte böyledir. İnsanın kendine katlanamadığı alanlarda, kendisiyle barışması için bir yolculuktur. Bu bir yürüyüştür. Ya da Herkesin uyuduğu teheccüt vakitlerinde de zihninizin içeresindeki tefekkür aleminizle başbaşa kalmak da bir yürüyüştür. Kendimizle barışmaktır. Kendimizin dışına çıkabilmektir. Kemal Sayar‘ın kitabında şöyle bir şey vardı:
Odanıza kelebekler uğramıyorsa belki de pencerenizi kapalı unutmuş olabilirsiniz.
Odanıza kelebekler uğramıyorsa belki de pencerenizi açmayı unutmuş olabilirsiniz. Pencereleri açmak lazım. İlimle, irfanla, tefekkürle kalmak lazım.
[261] [Taşkınlık anlamındaki] tuğyân , küfürde aşırılık; Allah’a karşı gelmekte haddi aşmak demektir. [Hazret-i Hüseyin ’in torunu] Zeyd b. Alî (r. a.) [v.122/740], Tā’nın kesresi ile في طغْيانهم şeklinde okumuştur. Tuğyân ve tığyân, tıpkı lukyân - likyân ve ğunyân - ğınyân gibi aynı kelimenin iki farklı lehçesidir. Şayet “Tuğyânın onlara izafe edilmesinde ne gibi bir nükte vardır?” dersen, şöyle derim: Buradaki nükte şudur: Taşkınlık ve mütemadiyen yanlış yolda gitme bizzat kendi işledikleri, kendi elleriyle yaptıkları şeylerdir; Allah bunlardan berîdir. Bu ifade ile, “Allah dileseydi şirk koşmazdık.” [En‘âm 6/148)] diyen kâfirlerin düşünceleri reddedildiği gibi, onları daha donanımlı hale getirenin Allah olduğunun belirtilmesinden yola çıkarak, tuğyânı da -kendisine izafe edilmeyecek olsa- Allah’ın fiili zannedebilecek kimselerin bu düşüncesinin yanlış olduğu da gösterilmektedir. Teçhiz / donatma -zikretmiş olduğumuz manada- Allah’a izafe edilince, tuğyân onlara izafe edilmiştir ki, şüpheleri kökünden söküp atsın; Allah’ın sıfatlarını sağa sola çekenlerin bu düşüncelerini bertaraf etmiş olsun. و إخوانهم ئمِدّٔونهم في الغَيِّ [“kardeşleri onları azgınlığa sürükler” (A‘râf 7/202)] âyetinde, techiz ‘şeytan’lara izafe edildiği için el-ğayy [azgınlık] kelimesinin herhangi bir şeye izafe edilmeden mutlak olarak kullanılması da bunu doğrulamaktadır.
[262] ‘Ameh, ‘amâ [العَمى / körlük] kelimesine benzer; ancak ‘amâ görme ve [aklî] görüşü kapsayan bir kullanıma sahipken, ‘ameh sadece görme konusunda kullanılır. Anlamı ise şaşkınlık, hayret, tereddüt, nereye gideceğini bilememedir. [Arapların Ru‘be b. Accâc’a (145/762) ait] şu sözleri de bu anlamdadır:
[… herhangi bir ışık ve alametten uzak öyle bir yol ki] yolda yön tayininden anlamayanları doğru yol konusunda adeta ‘kör’ eder
el-‘Ummeh, yollarla ilgili herhangi bir bilgi ve becerileri olmayanları ifade etmektedir. Seleke ardan ‘amhâ’e “ışıksız bir yola girdi” demektir.
Şunu anlıyoruz, demek ki insanın azgınlık yaptığı, taştığı ve bunu dışarıya akıttı ve sürekli bu eylemlerin içinde bir mürekkebe görmeler gibi göründü eylemler Onun artık sürekliliği haline geliyor. Aynı zamanda, bu eylem onu diplerini diplerine doğru batırmaya başlıyor. Ve “yağmehun” olarak yolunu şaşırıyor. Aynı sosyal medyadaki gibi, ne yaptığını bilmiyor, nerede gezindiğini bilmiyor.
Bununla ilgili birçok çalışma var. Mesela kıskançlıkla ilgili bir çalışma yaptılar. Avrupa’da ve Amerika’da yapılan çalışmalar şunu gösterdi. İnsanların istatistiklere göre %20 Facebook gibi sosyal medyanın kıskançlıklara sebep Olduğu gözlemleniyor.
Başka bir araştırmada ise beş evlilikten bir tanesinin ayrılma nedeni yani evliliğin bitmesine sebep olan en büyük faktör sosyal medya. Evlenme oranı 7.8 azalmış, boşanma ise %248 küsur artmış.
Kendi mürekkebimize gömülüyoruz. Yanlış Eylemlerin içerisinde boyanıp gidiyoruz.
Allah 15. ayette net olarak diyor ki, eğer dalarsanız, eğer o yanlış eylemlerle kendinize takviye ederseniz, yani kendinizi hep mazeretler bulursunuz. Sonra içine doğru iyice kayarsınız, daha sonra ise yolunu bilemez hale gelirsiniz. Yolunda gidemezsin. Yol bile ortadan kalkar artık.
Bu haz ve hız döneminde insana düşünecek zaman yok. Biz düşünelim. Eylemlerimiz düşüncesizce olmasın. Yağmehun haline gelmeyelim. Önümüzü görmeden, alaca bir karanlık içinde, ne yaptığını bilmeden debelenenler gibi olmayalım.
Sosyal medya bir kuyu. Bir mürekkep kuyusu. Çok dikkatli olmamız gerekiyor. Ve burada iradeyi devreye getirmek gerekiyor. Ve unutmayalım ki sosyal medyanın verdiği zevkler, hazlar, mutluluklar çok gelip geçici. O yüzden de çok stres oluşturuyor. Ve özellikle diyor ki benim adamları, bir kitap okuyacağınız zaman, ya da bir ders yapacağınız zaman, telefonunuza, Wi-Fiınızı kapatın. Hiç ses gelmesin. Sürekli ondan uyarılmaya alıştık. Çünkü beyin strese giriyor muş. O mesaj geldiği zaman beyin ona bakmak istiyor. Bir bankadan da gelse, abuk subuk bir mesaj da olsa beyinde onu görmeye yönelik çok yoğun bir stres baskısı oluşuyor.
Bununla ilgili şu sözü lütfen unutmayalım:
İrade bedeni tuttuğunda, ruh özgürleştir.
[263] [16. ayette ifade edildiği üzere] hidayet karşılığında dalâletin satın alınması; dalâletin hidayete tercih edilmesi, onunla değiştirilmesi anlamında olup, satın alma fiili isti‘âre yoluyla kullanılmıştır. Zira satın alma fiilinde bir bedel ödeme ve başka bir şeyi alma söz konusudur. Şair şöyle demiştir:
Aldım sırma saçlı yar yerine kel ihtiyarı;
İnci dişli yerine sadece azı dişleri kalanı;
Gencecik yerine yaşlı başlıyı!..
Tıpkı Hıristiyanlaşan ‘Müslüman’ın alış-verişi gibi!
Vehb b. Münebbih ’in [v.114/732] şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah Teâlâ İsrailoğullarını kınama sadedinde şöyle buyurmuştur: Dinî ilimler de derinleşmek istersiniz, ama din için değil; öğrenim görürsünüz, ama uygulamak için değil; ‘ahirete yönelik’ amelleriniz de dünyayı satın almak içindir!..
Diyor ki burada, yani sen Allah’ın ilimini öğreniyorsun ama öğrenmek için değil. Kültürlü olmak için öğreniyorsun. Aynı Google gibi. Biz Google’da arama yapıyoruz ama aslında Google bizi arıyor. Bütün de atalarımız mevcut, bütün verilerimizi biliyorlar, yanlışlıkla bir reklama girdiğin zaman orak damla ilgili her şey çıkmaya başlıyor karşına. Daha acı olan ise o arama motorlarının istediği kadar bilgiye ulaşabiliyorum. Mutluluk makalesine çalışırken, Google’da bir sürü farklı dilde makale okuyorum ve yine arama motorundan birkaç tane kitap aldım onları okuyorum. Bir süre sonra artık arama motorunda başka hiç yeni bir makale görmüyorum. Kendi kendime dedim ki, maşallah olabilen her şeyi taradım dedim daha sonra kütüphaneye gittim. Kütüphanenin bilgisayarından kütüphanenin arama motorundan araştırma yaptım. Önüme bir yığın yeni makale serdi. O kadar kötü oldum ki o anda, Google aslında seni sınırlıyor. Ben sana Öğrenmen için ne kadar izin verirsen o kadar öğrenebilirsin diyor. Daha öteye gidemezsin.
Zemahşeri de diyor ki eğer bu ilimleri dünya için istiyorsanız dünyayı satın alırsınız. Yani insanları kandırırsın. Mevki satın alırsın. İnsanların senin sayende iyileştiğine sanırsınız. O kadar çok şey satabilirsiniz ki, Allah muhafaza. O yüzden Öğrendiklerimizi başkalarına öğretmek için öğrenmeyelim. Öncelikle biz onları eyleme taşımak için öğrenelim.
[264] Şayet “Nasıl hidayet karşılığı dalâleti satın almış olabilirler, hiç hidayet ehli olmamışlardı ki?” dersen, şöyle derim: Hidayete ulaşma imkânına sahip oldukları halde ondan yüz çevirmiş oldukları için, sanki hidayet ellerindeyken onu terk edip dalâlete yönelmiş, hidayeti ellerinden kaçırmış, onu dalâletle değiştirmiş gibi değerlendirilmişlerdir. Dosdoğru din, Allah’ın insanları yaratırken onlara vermiş olduğu ilâhî fıtrat olduğu için, yanlış yolda giden herkes fıtrat ı ‘fıtrata aykırı olan’ ile değiştirmiş olmaktadır.
Yani ellerindeyken değerini bilmedikleri için kaçırıp gitmişlerdir birinci anlamda. Yani delalettir gitmek demek fıtratı aykırı olanla fıtratı değiştirmek demektir.
[265] Dalâlet; amaçtan sapmak, yolu kaybetmek demektir. Evinin yolunu kaybeden kimse için dalle menzilehu denilir. Yine fare yolunu şaşırdığında, dalle duraysun nefekahû [fare yuvasının deliğini kaybetti] denilirken, din konusunda doğru olandan ayrılmayı ifade etmek için isti‘âre yoluyla kullanıl[maya başla]mıştır.
Hidayet neydi etimolojik olarak, çölde yol bulmakta.Hidayet neydi hayat bulmakta. Çölde hayatı bulamazsınız arar mısınız demektir. Bu manada düşündüğüm zaman hidayet hayattır. Hidayet diri olmaktır. Hidayet ruhen manen diri olmak demektir. Delalet ise o yolu kaybetmektir. Ya da elinde olanın kaybedip gitmek demektir. İnsanın yanlışta bile bile o eylemlerde istikamet göstermesidir. Yanlışta ısrar etmesidir. Yanlışta direnmesidir. Şeytanı şeytan yapan aslında kibire olmadığı. Şeytanı şeytan yapan kibirindeki inat oldu. Eğer ki birinden dönmüş olsaydı sıkıntı yoktu. Kibir de inat etmek insana aslında insanlıktan çıkartan.
Allah onlarla alay eder, ve onların taşkınlıklarını takviye eder. Ve onlar orada mürekkebe batar gibi olduğu yere batarlar. Burada şunu gördük: yaptığımız yanlış bir eylemin içerisinde devam ediyorsak, orada ne kadar uzun kalıyorsak biz oraya o kadar bakıyoruz demektir.
[266] Ribh, ana malın üzerine gelen fazlalık, yani kâr demektir; eş-şeff diye isimlendirilmesi bundandır; kişi evlatlarından birini diğerlerine üstün tuttuğu zaman, eşeffe ba‘da veledihi ‘alâ ba‘din denilir; li-hâzâ ‘alâ hâzâ şeffün [Bunun diğerine üstünlüğü var] demektir.
[267] Ticaret, tüccarın, yani kâr elde etmek için mal alıp satan kimsenin sanatıdır. Adeta kendini sattıracak kadar güzel ve bakımlı olan deveye nâkatun tâciratun denmiştir. İbn Ebî Able [v.151/768] bu kelimeyi, تجارتُهُمْ şeklinde okumuştur.
[268] Şayet “Âyette zarar etme fiili nasıl ticarete izafe edilmiş, aslında zarar eden tüccar değil midir?” dersen, şöyle derim: Bu mecazî bir isnattır; bu isnat şeklinde fiil hakikatte ne ile ayrılmaz bir birliktelik arz ediyorsa ona isnat edilir; ticaret de alışveriş yapanlarla ayrılmaz birliktelik arz etmektedir.
[269] Şayet “Mecazî isnat olarak ‘kölen kâr etti’, ‘cariyen zarar etti’ gibi ifadeler kullanılabilir mi?” dersen, şöyle derim: Evet, hal anlama delâlet ediyorsa kullanılabilir. Zaten mecazî isnadın sıhhat şartı, halin delâletidir. Atılgan birini kastederek ra’eytu eseden [Bir aslan gördüm] diyebilmenin şartı da budur. Yani hal buna delâlet etmezse, o zaman bu isnat sahih olmaz.
[270] Şayet “Hidayet karşılığı dalâleti satın almanın, ‘birini öbürü ile değiştirmek’ anlamında mecazî bir ifade olduğunu kabul ettik diyelim, pekiyi sanki ortada gerçek bir alışveriş varmış gibi kâr ve ticaretten söz edilmesinin anlamı nedir?” dersen, şöyle derim: Bu, mecazın zirveye ulaştığı harika bir söz sanatıdır. Şöyle ki, bu mecaz türünde önce bir kelime mecaz anlamda kullanılır; ardından onun türlü şekilleri, benzerleri zikredilir. Bunlar bir araya geldiklerinde öylesine güzel bir söz ortaya çıkar ki, ondan daha düzgün bir dokuya, dizgeye ve hoşluğa sahip ifade göremezsin. İşte bu, mecaz-ı müreşşahtır. Buna örnek olarak Arapların anlayışsız, kalın kafalı kimse için kullandıkları, “Sanki kalbinin kulakları şapşal!” sözü verilebilir. Burada anlayışsız ve kalın kafalı kimse önce merkebe benzetilmiş; daha sonra kalınkafalılığını vurgulamak maksadıyla terşîh yapılarak kalbinin iki kulağı olduğu ifade edilmiş ve bu kulakların merkep kulağı gibi iri ve şapşal olduğu söylenmiştir. Böylece kişinin kalın kafalılığı merkebin kalın kafalılığına bizzat görünür, müşahede edilir bir benzerlik yoluyla benzetilmiştir. Buna benzer bir durum şairin şu dizelerinde de mevcuttur:
Akbabanın (yani yaşlılığın) kargaya (gençliğe) galip geldiğini
ve iki yuvasına (saçına sakalına) tünediğini gördüğümde, yüreğim burkuldu
Burada şair yaşlılığı akbabaya, kapkara saçları da kargaya benzetmiş; ardından da yuva ve yuvaya yerleşmekten söz etmiştir. Bunun bir benzeri de, Arapların meşhur eşkıyalarından birinin, annesi hakkındaki şu mısralarında söz konusudur:
Ümmü Rudeyn ‘iyi’lerin ahlâkından bîhaber, haddini bilmez biriyse kafasını oyup çifte urganla çıkartırız Şeytan’ı, kafasına girdiğinde!..
Yani kafasına şeytan girdiğinde onu iki katlı, sağlam urganla çeker çıkarırız. Burada şöyle denilmek isteniyor: Eğer Ümmü Rudeyn öfkelenip ahlâksızlık ederse, öfkesini dindirmeye ve yaptığı ahlâksızlığı bertaraf etmeye çalışırız. Şair önce; şeytanın kafaya girmesini ifade etmek için [tavlanın yuvasını oyup içine girmesi manasındaki] taksī‘ fiilini isti‘âre olarak kullanmış; ardından da tenaffuk [tünel açıp çıkma] fiilini ve çift katlı urgan ifadesini kullanmıştır.
Aynı şekilde Allah Teala da önce alışverişten söz ettiği için, devamında alışverişle ilgili olan ve konuyu tamamlayıcı nitelikteki kavramları kullanarak, onların zarar ve ziyanlarını temsili olarak anlatmış; hüsranın hakikatini tasvir etmiştir.
- İrade bedenini tuttuğunda ruhu özgürleştir dedik.
- Teşekkür teşekkürdür dedik.
- Tuğyanı anlattık. Aşırı olmak.
- “Âmeh” kelimesini anlattık. Bu kelime içinde dedik ki, kaybetmektir. Hangi yolda gideceğini kaybetmektir. Yol becerisi, yön becerisini kaybetmek dedik. Bir insan yanlış eylemlerin içinde kalakala oradan kurtulacak becerileri bulamamaya başlıyor. Örneğin, insanların önüne çeşit çeşit yemekler da yaptılar. İnsanlar bir süre sonra obez oldu ve obezlikte yollarını kaybettiler. Şimdi sosyal medyada da olduğu gibi. Ya da, bedenleri fetişist bir anlayışla ortaya sundular, güzel olacaksın, sıfır beden alacaksın, 36 beden olacaksın, kozmetik olacak, detoks olacak, sürekli üretiyorlar. Neden çünkü tüketici konumundayız. Tüketiminde en çabuk pazarlandığı yerde bedenler. En büyük yatırım beden. İşte burada yolu kaybetmemek için, insanların dayattığına değil de, hakikatin gösterdiğine bakmamız lazım.
- Delalete hidayetin karşılığını alacaklarını gördük. Hidayet çölde yolu bulmaktır, hayat bulmaktır. Delalet ise yolu kaybetmektir. İnsanın amacından sapması delalettir. İnsanın yolunu kaybetmesi, o mürekkebin içerisine saplanması delalettir dedik.
Yorumlar
Yorum Gönder