Bakara Sûresi 13-15 ( Keşşâf Tefsiri 240-256 s.)

İmam Şafii Hazretlerinin atfedilen bir söz var: 

Zaman kılıç gibidir. Sen onu kesmezsen o seni keser. Nefsin en büyük düşmanındır, sen onu hayırla meşgul etmezsen, o seni şer ile meşgul eder.

Yani zamanı iyi kullanmak lazım. Yani eğer zamanı iyi kullanmasan zaman akıp gider. O seni keser diyor. Nefis için de biz kendimizi neyle meşgul ediyorsak, hayırla meşgul ettiğimiz zaman içgüdülerimize, nefsimize yenik düşmüyoruz. Ama biz nefsimize hayırla meşgul etmediğimiz zaman nefsimiz bizi meşgul etmeye başlıyor. Nefsimiz bizi dünyevileşmenin içine çekiyor. Sekülerleşmenin içine çekiyor.

Nefislerimizi hayırla meşgul edelim ki nefeslerimiz bizi meşgul etmesin, dedikodularla meşgul etmesin, zamanımızı boşa harcamayalım, hayat dinamizminiz düşmesin.

 

[240] Şayet “Âyette … [denildi] ifadesi nasıl, “bozuculuk yapmayın” ve “iman edin” fiillerine isnat edilmiştir; fiilin fiile isnat edilmesi yanlış değil midir?” dersen, şöyle derim: Yanlış olan, fiilin fiil mânasına isnat edilmesidir. Oysa burada fiil, sadece fiilin lafzına isnat edilmiş ve adeta; “Onlara bu söz, bu kelâm söylendiğinde...” denmiştir. Nitekim Elifün darbün min selaseti ehru- fin [Elif -ismi- üç harften müteşekkildir] ve ze’amû metıyyetü’l-kezib [“iddia ederler” -ifadesi- ortada bir yalan olduğu anlamını içerir] cümlelerinde de bu durum söz konusudur.

 

[241] Kemâ’daki Mâ, rubbemânın Mâ’sı gibi [harfin i’râb ve amelini engelleyen] Mâ-i Kâffe olabileceği gibi ,…[“bütün genişliği ile” (Tevbe 9/25)] ifadesindeki gibi mastar Mâ’sı da olabilir.

 

[242] en-Nâs kelimesindeki Lâm-ı ta‘rîf ahd (bilinirlik) ifade eder; yani “Allah’ın ‘peygamberi ve beraberindekiler’in iman ettiği gibi” anlamına gelir ki bunlar mâlûm kimselerdir. Ya da Abdullah b. Selâm [v.43/664] ve onun gibi bilinen kişiler kastedilmiş olabilir, zira bu kimseler onların soydaşlarıdır. Bu durumda onlara, “işte bu kardeşleriniz, dostlarınız gibi siz de iman edin” denilmiş olmaktadır. Ayrıca en-nâs kelimesindeki Lâm-ı ta‘rîfin cins ifade etmesi de mümkündür. Bu durumda anlam, “kâmil insanların iman ettiği gibi siz de iman edin” şeklinde olur. Ya da bu durumda mü’minler ‘hakiki insan’ kabul edilmiş, diğerleri ise hak ile bâtılı ayırt edememelerinden dolayı adeta hayvanlar zümresinden sayılmışlardır.

 

[243] “İman eder miyiz?” ifadesindeki soru, inkâr anlamı taşır … [beyinsizler] kelimesindeki Lâm-ı ta‘rîf , daha önce işaret edilen “insanlar”a göndermedir. Nitekim bir dostuna; “Zeyd senin aleyhinde kötü konuştu” dediğinde, “Yapmış mı beyinsiz!?” diye cevap verir. Lâm-ı ta‘rîfin cins ifade etmesi ve bu cinsin kapsamına -onların iddiasına göre‘beyinsiz’ kapsamına giren kimselerin dâhil olması da mümkündür. Çünkü münafıklara göre mü’minler insanlar içerisinde en beyinsiz olanlardır.

 

İnkarcı tipolojisinin davranış kalıplarından ilki küçümsemedir. İlk önce küçümser. Onlar gibi mi inanacağım, diyor. 

Şunu unutmamak lazım, bir insanı küçümsemek akılsızlıktır, büyük görmek de korkaklıktır. 

Bir insanı küçümseyen, onu akılsız gören aslında akılsızdır. Bir insana büyük görmek de korkaklıktır. Kişinin duruşu yoktur. Kişinin korkuları kaygıları vardır. O yüzden de bir insanı yüceltir.

Demek ki insan bir insanı küçümsüyorsa, onu küçümsemenin asıl sebebi onun akılsızlığı işte buradadır. Aynı şekilde birini büyük görmek de aynı şekilde korkaklıktır. Aslında biz burada şu eğitimi alıyoruz. Ne kimseyi küçük gör ya da yaptığı işi küçümse, ki bununla alakalı psikolojide şöyle derler. Bir insan bir insanı küçümsüyorsa, o insanın küçüklüğündendir. Kendini küçük gördüğü için küçümser. Yaptığı eylemi de o yüzden küçümser. Sizin çevrenizde de vardır. Hiç yaptığı bir iş yoktur. Ama yaptığı insanların yaptığı iyi eylemleri de hep eleştiriler. Bu eleştirmesini sebebi aslında o iyi bir iş yaptığı için eleştirmiyor. Kendisi bir iş yapamadığı için eleştiriyor.

Bir insanı küçümsemeden aşağılık kompleksi ile alakalı olduğunu unutmayalım. 

Ama bir insanı büyütmek de korkaklıktır. 

Saygı ayrı bir şey. Tabii ki büyüğümüze saygı duyacağız. Yaşı büyük olana saygı duyacağız. Anne babamıza saygı duyacağız. Çocuğumuza saygı duyacağız. Bunlar ayrı şeyler. Burada anlatmaya çalıştığınız şey şu. Öyle ya da böyle birinin yaptığı bir eylemi küçümsemek ya da fazla büyütme. Psikoloji ile alakalı makalelerde de geçiyor.

İnsanların küçümseme ile alakalı öncelikle belirledikleri tavır öncelikle kişinin bedenine yöneliktir. Sonraki tavır makamına mevkisine, parasına, soyuna sopuna… bu böyle gider. Bizim belirlediğimiz kriterler içinde beden kriterleri var, makam kriterleri var, para kriteri var, şöhret kriteri var bir çok kriter var. Bir bu kriterlere göre değerli olanlar mı değerlidir yoksa Allah’ın değerli dediklerimi değerlidir. İnanmayanların, kafir olanların özellikle ilk tepkilerinin küçümseme ile başladıklarından bahsediyor Allah. Demek ki inkârcı tipolojinin ilk tavrı küçümseme ile başlıyor. Bunlar ne bilir ki diyorlar. Hepimiz yaşamışızdır bunu. 

 

Lokman Peygambere (AS) diyorlar ki, (Lokman peygamberin siyahi biri olduğu söyleniyor), Sen Allah dostu olabilirsin ama sen çok çirkin bir adamsın, dediklerinde Lokman Peygamber çok muhteşem bir cevap veriyor. Resmi mi beğenmiyorsunuz yoksa ressamı mı? 

 

Neyi beğenmiyoruz. Resim midir ressam mıdır? Beğenmediğimiz nedir.

Beğenmediğiniz bir insanın ufacık bir kan hücresini ortaya koyabilir miyiz. O yüzden hangi kriterlere göre beğenmiyorum. O yüzden Allah kriteri çok net koymuş. Bu kriteri bilen bir mümin için diğer kriterlerin hiçbir anlamı yok. Bizim için kriter Hucurat Suresi, yani takva yani sizin en üstününüz takva sahibi olanınızdır. Bu kriter en muhteşem tarafı her ne kadar takva sahibinin özelliklerini bilsek de kimse kimsenin takva Ölçerliğini yapamaz. Takva ortama yönelik davranışlarda değildir. Özele yönelik davranışlar içindedir daha çok. Bu anlamda takva Ölçerimiz yok. Takvanın da ne derece olduğunu bilen Allah’tır. Allah’ın evliyaları kimlerdir bunu yunus Suresi bize söylüyor 67 68. ayette Allah’ın evliyaların kim olduğunu söyler. İman edip takva sahibi olanlardır diyor.

Kriteri belirleyen Allah’tır. Sosyal bir olgu olarak bakmıyorsak inancımıza. Bir inanç olarak konuşuyorsak o zaman biz buna hayatımızın içine almamız ve düşünce yapımızın içine almamız gerekiyor. Kimseyi beğenme kriterimiz fiziki ölçüleri, zenginliği, çok güzel konuşması vs değil takvasıdır. Ne kadar takva ne kadar sorumluluk sahibi ise bir kişi demek ki değeri Allah katında o kadar yüksektir. 

Son olarak küçümseme ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. 

Küçümseme kimseyi. Nokta da küçüktür. Ama bitirir cümleyi. 

Kimseyi küçümseyemeyin. Çünkü bilmiyoruz Allah’ın hangi kolunda hangi özellikler olduğunu. 

Eylemi küçümseyebiliriz. Bir eylem de hata varsa bu eylem de yanlış vardır diyebiliriz, bu Allah’ın ölçülerine uymuyor diyebiliriz. (Bunda sıkıntı yok)

Zaten küçümseme psikolojisi kendisini küçük görenlerin ve tatmin olmayanların psikolojisidir. Niye çok koşturanlar, gayret edenlerin pek bir vakti olmaz başkasının yaptığı işi değerlendirmeye. Çünkü Ancak kendi işini en iyi şekilde yapmaya gayret eder. O yüzden Kur’an-ı Kerim de Bakara suresinde ne diyor? Hayırlar da koşturun, diyor. Hayırda koştur diyor, nasıl koşturman gerekiyor, hiçbir tarafa baktırmadan koşturman gerekiyor. Neden atlara at gözlüğü takıyorlar, yanları görmesinler diye, ilgileri dağılmasın diye giydiriyorlar. Hayırlara koşturmak işte budur. Sağda solda ne olmuş bırak. Sen kendi gerçekliğinle hakikatine koş. Ama hep koş. Çünkü duran insan kendi kendini gelişimini de durduran insandır. Müminin evet, aradan durduğu haller olur ama tekrardan koşturmaya devam eder bir yerden sonra. Başkasının ne yaptığını eleştirmeden.

 

[244] Şayet “Mü’minler son derece akl-ı selîm insanlar oldukları halde münafıklar nasıl olup da onları akılsız ve beyinsiz olarak nitelemişlerdir?” dersen, şöyle derim: Cehaletleri ve gözlem ve insafı terketmiş olmaları sebebiyle, kendi inançlarının hak olduğunu ve ondan gayrısının bâtıl olduğunu düşünmüşler ve bâtıl bir inancı benimseyenlerin de beyinsiz olduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca onlar toplum içerisinde lider, önder konumda idiler; buna karşılık, mü’minlerin çoğunluğu fakir idi, hatta içlerinde Suheyb [v.38/659], Bilal [v.20/641] ve Habbâb [v.37/658] gibi köleler de vardı. İşte bu yüzden mü’minleri, sırf hakaret olsun diye, beyinsiz diye nitelemişlerdir. Ya da kendi dinlerini terkedip Müslüman olmuş, böylece onları öfkelendirmiş, güçlerini kırmış olan Abdullah b. Selâm [v.43/664] vb. kimseleri kastetmiş de olabilirler. Aslında bu kimselerin asla beyinsiz olmadığını bildikleri halde, sırf alay ve nefret sebebiyle böyle söylemişlerdir. Sefeh; akıl zayıflığı, basiretsizlik demektir.

 

Aklı Selim’in ne olduğunu Allah’ın Selam ismini de gördük. Bu konuyla ilgili detaylı bilgi almak isteyenler Selam ismini dönüp bakabilirler.

Sefih kelimesi akılsız basit anlamına geliyor. Demekki onların yaptığı şey, müminlerin akıllı ya da akılsız olduğunu bilmiyorlar. Bilerek konuşmuyorlar. Sadece ve sadece öfkeliler, öfke nesnesi olarak da müminlerin akıllarını muhatap alıyorlar. Akılları yoktur bunların diyorlar. O yüzden biz bu adamları küçümsüyoruz diyorlar. Bugün de aynı şeyler yaşanmıyor mu? Müslümanlar zavallı diyorlar. Evet Ortadoğu’nun hali çok kötü olmuş olabilir ama müslümanların son dönemdeki modernist akımlara uyumaları yüzünden Bu hale geldiler. Yoksa Müslümanlar Kuran’a tabi oldular da bu hale geldiler diye bir şey yok. Ecdâdımıza bir bakalım. İbne Heysem’den Biruni’ye kadar hepsine bir bakın. Nasıl bir ecdadın evlatlarıyız. Nasıl bir mümin âlimlerin torunlarıyız elhamdülillah. Tarihsel sürece baktığımız zaman alim dediğimiz insanların en az birkaç dil bildiklerini, matematik olsun fizik olsun... Bugün fotoğraf makinasından kameradan bahsediyoruz, İbni Heysem’dir bunların mucidi. Fransız birinden bahsediyorlar fotoğraf makinasının mucidi diye. Görmeyi kim ortaya koydu? Fotoğrafın nasıl çekileceği deneyini ilk kim yaptı? Bir fotoğrafın başka bir yere nasıl arttırılacağını, gözün görmesini kim ortaya koydu, İbni Heysem ortaya koydu. Çok acı ki, bilmiyoruz, tarihsel okumalarımız yapmamışız, kalkıp kendi kendimizi küçümseyerek, belki de bunu kendi kendimizi küçümsemek için de yapmıyoruz. Belki de yaptığımız şey şu, kendi nefsimizin arzularına yerine getirebilirim diye İslam’ın kurallarını hiçe sayabilirim diye Allah’ın emirlerinden uzak duralım diye belki de böyle bir kolaycılığa gidiyoruz. Müslümanlar için de çok alim bir yok diyorlar. Kim demiş? Bugün Nobel ödüllerinden birini alan Pakistanlı Abdüsselam elektromanyetizma, küçük nükleer kuvvet, büyük nükleer kuvvet, yerçekimi bu dört büyük kuvvetin bir yerden, bir kaynaklan geldiğini bulan alim. Hatta Türkçeyi de çevirmiş kitapları var. diyor ki ben bunu Hadid Suresi’nden buldum diyor. Hadid suresinde El-Evvelü, El-Ahiru, El Zahiru, El Batinu olan Allah diyor. Anladım ki bu dört kuvvet de Allah’ın ve bu dört kuvvetin kaynağı da Allah’tan geliyor. Bunun gibi o kadar çok isim var ki... 

Eylem küçümsenebilir, ölçüsüzce davranana ölçüsüz denilebilir. Ama insan insanı nasıl küçümser. Çünkü kâinata bir bakın. Bir ağaç yanındaki ağaca sen kısasın demez. Bir domates, bir patlıcana sen neden mor oldun demez. Farklı farklı yıldızlar var. Hiçbir yıldız diğer yıldızı küçümsemez. Ama gelin görün ki insan Allah’ın bu kadar özenle yarattığı insanı küçümseyebiliyor. Bizim bir kere bir insana kimseyi bilmemiz için o insanın yaratılışında bilmemiz lazım. Neleri var, hangi yetenekleri var hangi becerileri var bilemeyiz. O yüzden kimsenin kimseye küçümseme edasıyla bile konuşması hoş değil. İlim insanı, ilim insanını küçümseyebilir mi? Hoca talebeyi küçümseyebilir mi? 


Bir gün İmam Azam Hazretleri ders verirken bir tane çocuk geliyor içeriye. Hemen kalkıyor yerinden çocuğu alıyor, sandalyesini oluşturuyor. Ve hocaya soruyorlar, hocam neden böyle bir şey yaptınız mı ufacık bir çocuk. İmamı Azam Hazretleri de diyor ki, yere bir kâğıt düşse ne yapardınız. Hemen alırdık hocam diyor talebeleri. Tabi eskiden kâğıt ve kaleme saygı çok yüksekti. Bizim ecdadımız kağıdı ve kalemi çok değerli bulurdu. Ya o kağıdı alsanız baksanız üzerinde ait olduğunu görseniz. Öğrenciler de panikle aman hocam kaldırdınız rafların üzerine koyarız diyorlar. İmam Azam Hazretleri de diyor ki, bu yavrum da hafız. Kalbinde Allah’ın ayetlerinin hepsi var. Ben de onu kaldırdım kürsünün üzerine koydum diyor. 

Aslında mümin olmayana bakmaz, olana bakar. Mümin bir kardeşin de olmayanı görmez, onda neler olduğunu görür. 

Mümin gülün dikenine odaklanmaz, güle odaklanır. Gülün kokusuna, rengine odaklanır. 

Mümin diken görmek için uğraşan kişi değildir. Mümin çiçeği görmek için odaklanan kişidir. Biz birbirimizin hatasını gören değil çiçek tarafını görmeye çalışan kişiler olmalıyız. Çok bariz bir Hata gördüğünüz zaman tabii ki beni uyaracaksanız özelden. Ama öncelikle çiçeğe odaklanmalıyız.

 

[245] Şayet “Neden bu [13.] âyet … [bilmezler] ile biterken bir önceki âyet …[farkında değiller] şeklinde bitirilmiştir?” dersen, şöyle derim: Çünkü din meselesi; yani mü’minlerin hak, onların ise bâtıl üzere olduğunun bilinmesi gözlem ve istidlâl gerektirir; gözlemleyen kişi böylece bilgiye ulaşır. Münafıklık ve yeryüzünde fitne ve fesada sebep olacak azgınlıklar ise dünyevî bir mesele olup âdetlere dayalı bir konudur; insanlar nezdinde, özellikle de Cahiliye Arapları nezdinde mâlûm bir meseledir. Zira Cahiliye Arapları arasındaki gruplaşmalar, bölünmeler, savaşlar, gece vakti baskın yapıp birbirlerini boğazlayacak kadar ileri gitmiş olan çatışmalar, adeta duyu organları ile müşahede edilen bilgiler gibi açık ve kesindir. Ayrıca cehalet anlamı taşıyan sefeh kelimesi zikredilince, aynı âyet içerisinde ‘ilm kelimesinin zikredilmesi, âyetin akışı açısından daha uygun olmuştur.

 

Konfüçyus’un bir sözü var: hiçbir şey kap karanlık bir odada siyah bir kedi aramak kadar zor değildir. Hele de siyah kedi yoksa. Eğer hayatınızın gerçek bir anlamı yoksa karanlık bir odada karanlık bir kedi ararsınız. Hele de bir kedi yoksa o zaman karanlıkta arar arar durursunuz boşa kürek çeker durursunuz.

 

[246] Bu [14.] âyetin söyleniş amacı, münafık kıssasının anlatılmaya başladığı [8.] âyetinkinden farklı olup onun tekrarı değildir. Zira orada onların görüşleri beyan edilmiş, münafıklıkları ifade edilmiştir. Burada ise onların mü’minlere karşı muameleleri, mü’minleri yalanlamaları, onlarla alay etmeleri, onlarla birlikte iken iman edip kendi düzenbaz dostlarının yanına varınca kalplerinde olanı açığa vurmaları ifade edilmiştir.

 

[247] Rivayete göre Abdullah b. Übeyy [v.9/631] ve (münafık) dostları bir gün Peygamber (s.a.)’in ashabı ile karşılaşmışlardı. Abdullah b. Übeyy, “Bakın, şu beyinsizleri şimdi nasıl sizden uzaklaştıracağım!” dedi ve Ebû Bekr (r.a.)’ın elini tutup “Merhaba ey Sıddîk, ey İslâm’ın büyüğü, Teym oğullarının efendisi, Allah’ın peygamberi ile mağarada bulunan, malını ve canını Allah’ın peygamberi uğruna feda eden!” dedi. Daha sonra Ömer (r.a.)’ın elini tuttu ve “Merhaba ey Adiyy oğullarının efendisi, Allah’ın dininde kuvvetli, hakkı bâtıldan ayıran, malını ve canını Allah’ın peygamberi uğruna feda eden!” dedi. Ardından Hazret-i Ali’nin elini tuttu ve “Merhaba ey Peygamberin amcasının oğlu ve damadı, -peygamber dışında- Haşimoğullarının efendisi!” dedi. Ardından ayrıldılar ve Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına, “Nasıl yaptım gördünüz mü?” dedi, onlar da “bravo” dediler. Bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu.

 

Abartılı söylemlerde Allah müminleri uyarıyor. Övgülerle hareket ederseniz sonra balon gibi patlarsınız. İnsanların övgüleri bizim istikametimizi değiştirmemeli. Övgü ve sövgüye yönelik bir eylememiz varsa biz yokuz demektir. 

Övgü ve sövgü bizim eylemlerimizi belirliyorsa biz ontolojik olarak yokuz demektir. 

Halbuki Allah bize ne diyor hayırlar da koş öyle bir koş ki kendinle yarış diyor. Şunu unutmamamız lazım, varlık daha bütün olana, Sönmez ve geçmez olana bitişmek hevesindedir. Aynı damlanın denizi bulmak istemesi gibi. Tohumun toprağa karışmak istemesi gibi.

 

[248] Birine yaklaşıp onu karşıladığında, [sülâsî ve müfâ‘aleden] lekıytühû ve lâkeytuhû denir. Bu kelimede mülâkıyye [karşımdaki] ve murâvıkī [avlusu avluma bakan] kelimelerinin anlamı caridir. Ebû Hanîfe Rahimehullāh [v.150/767] bu ifadeyi …  şeklinde okumuştur.

 

[249] Halevtü bi fülânin ve halevtü ileyhi “biri ile yalnız kalmak” demektir. Bu kelimenin madā [geçip gitti] anlamındaki halâ fiilinden gelmiş olması da mümkündür. halâke zemmün ifadesi, “Kınama seni geçti, kınanmaktan kurtuldun” anlamına gelir; el-kurûnu’l-hâliye [geçmiş çağlar] ifadesi bu anlamdandır. İfadenin alay etmek mânasındaki halevtü bihi kullanımından türemiş olması da mümkündür. Bu anlamda halâ fülânün bi ‘ırzi fülânin ya‘besü bi-hî [Falan kimse, falancanın ırzına, namusuna dil uzattı] denilir. Âyetteki anlamı şöyledir: Mü’minlerle alay etmelerini kendi şeytanlarına iletmişler, onlara bu tür şeyleri anlatmışlardır. Buna benzer şekilde, “sana falancayı hamd ederim; sana falanı zemmederim” gibi ifadeler [… harfiyle] kullanılır.

 

[250] “Şeytanları”ndan maksat, küfürdeki inatçılıkları itibariyle şeytanlara benzeyen kimselerdir. Sîbeveyhi [v.180/796], el-Kitâb isimli eserinin bir yerinde, şeyâtīn [şeytanlar] kelimesindeki Nûn’un kelimenin aslından olduğunu, bir başka yerinde ise, bu harfin şeyâtīn kelimesine ilave edilmiş zâid bir harf olduğunu ifade eder. Nûn’un şeyâtīn kelimesinin aslından olduğunun delili, teşeytane [şeytanlaştı] fiilidir. Nitekim kelimenin etimolojik kökü, şatane kelimesidir ki bu da uzaklaşmak demektir. Şeytan da ıslah ve iyilikten uzak olduğu için bu ismi almıştır. Fakat Nûn’u zâid kabul edecek olursan, o zaman şeytān kelimesi, “bâtıl oldu” anlamındaki şâta fiilinden türemiş olur. Nitekim şeytanın isimlerinden biri de “bâtıl”dır.

 

Şe-ta-ne uzaklaşmak demektir. Biz somutlaştırırsak anlıyoruz sanki şeytan dediğimiz zaman şeytanlaşmak dediğimiz zaman korkunç bir şey olarak anlıyoruz. Aslında şeytanlaşmak demek Allah’tan olabildiği kadar uzaklaşmak demektir. İblis kelimesinin kökü de, Ümitsizliğe kapılan demektir. Allah’la karşı karşıya geldiği zaman Allah ona İblis demiştir. Şeytan ise insanla olan diyaloğunda şeytan demiştir. 

Demek ki şeytanın Allah’la olan iletişimindeki İsmi İblis, insanla olan iletişimindeki ismi şeytan.

Şeytan kelimesinin kökü de uzaklaşmakmış. Şeytan iyiliklerden uzak olan demekmiş. Bu paragraftan bunu anlıyoruz. İyiliklerden, güzelliklerden uzak olan anlamına geliyor şeytan. Ama eğer “nun” kelimenin dışından kabul edilirse o zaman kelimenin kökü “şe-tâ” oluyor ki, anlamı batıl demektir.

Demekki şeytan kelimesinin kökü şe-ta-ne olarak düşünüyorsak bu uzak olmak anlamına geliyor. Allah’tan uzak, en iyi insanlardan uzak, iyiliklerden uzak her türlü uzaklık şeytandır. İyiliklerden ne kadar uzaksak şeytanlık o kadar bize yakınlık oluyor. İnsan hayırdan uzaklaştıkça demekki şeytanla doğru koşuyor muş. İnsan harama doğru yöneldikçe, hayırdan uzaklaşıyor, şeytanlığa doğru gidiyor. Şeytan filmlerde gördüğünüz gibi bir varlık değil uzak olmak, uzak kalmak anlamındadır eğer ki fil ta kökünden geliyorsa, o zaman da anlamı batıl oldu demektir. Demekki şeytan her iki anlamıyla da korkunç bir şey. İyilikleri yok eden, iyilikten uzak olan.



[251] إِ ناَّ مَعَكُمْ [biz gerçekten sizinle beraberiz], yani biz sizin dininize muvafakat ediyoruz, size dostuz. Şayet “Neden münafıkların mü’minlere hitabı fiil cümlesi ile ifade edilirken, şeytanları ile diyalogu İnne ile tekit edilmiş bir isim cümlesi ile ifade edilmiştir?” dersen, şöyle derim: dersen, şöyle derim: Onların mü’minlere hitapla söyledikleri, vurgulu bir şekilde nakledilmeyi hak eden daha dikkate değer bir ifade değildir, çünkü kendilerinde iman bulunduğunu, kalplerinde imanın yeşerdiğini iddia ediyorlar, fakat bu konuda biricik oldukları, kimsenin kendilerine yetişemeyeceğini iddia etmiyorlardı. Zira ya nefisleri böyle bir iddia konusunda kendilerine yardımcı olmuyordu -çünkü kendilerini inanmaya sevk eden güçlü duygu ve etkin sebepleri yoktu ki gönülden, yürekten ve tam bir inanç ve sadâkatle söylenmeyen her söz böyledir- ya da bunu büyük bir mübalağa ve tekit ile ifade ettikleri takdirde pek de inandırıcı olmayacağını biliyorlardı.Kaldı ki, Tevrat ve İncil’de övgü dolu ifadelerle anlatılan Ensār ve Muhacir sahâbîleri n arasında iken nasıl böyle sözleri büyük bir inanç ve kararlılıkla söyleyebilir ve bunların kabul görmesini bekleyebilirlerdi ki?! Allah Teâlâ mü’minlerin sözlerini; “Rabbimiz, bizler gerçekten iman ettik” [Âl -i İmrân 3/16] şeklinde nakletmiştir. Münafıkların kendi dostlarına yönelik hitapları ise sadık, istekli bir konuşmacının iç dünyasını yansıtacak, gönlünden geçenleri ifade edecek şekildedir. Zira onlar bu hitaplarında tam da gönüllerinde olanı, yani Yahudilik üzere sebat ettiklerini, küfür inancında istikrar gösterdiklerini, bundan en ufak bir sapma göstermekten uzak olduklarını ifade etmektedirler. İşte onların bu meyandaki sözleri kendileri adına kabul görmüş, revaç bulmuş, bu sebeple de tahkik ve tekit üslubu ile nakledilmiştir. 


İnanmayarak söylenen hiç bir sözün gücü yoktur.


Yani onların bu kararlı duruşlarına Allah tekit olarak getirmiş. Evet inanmıyorlar ama inanmadıklarında ki imansızlıklarının imanı yani burada sapma yapmadıkları için Allah da onların bilgisini verirken tahkik kalıbıyla vermiş.


[252] Şayet  إِ نَّما نَحْنُ  مُسْتَهْزِ ؤُ نَ [sizinle birlikteyiz] إِ نَّا مَعَكُمْ  [biz sadece alay ediyoruz] ifadesi [biz  ifadesine nasıl bağlanabilir?” dersen, şöyle derim: مُسْتَهْزِ ؤُ نَ  إِ نَّما نَحْنُ [biz sadece alay ediyoruz] ifadesi  إِ نَّا مَعَكُمْ    ifadesinin tekididir, çünkü إِ نَّا مَعَكُمْ  ifadesinin anlamı, onların Yahudilikt e sebat ediyor olduklarıdır. إِ نَّما نَحْنُ  مُسْتَهْزِ ؤُ نَ  ifadesi ise İslâm ’ın reddi anlamına gelmektedir. Zira bir şeyi hafife alıp onunla alay eden kimse onu inkâr etmiş, geçerliliğini reddetmiş demektir. Bir şeyin zıttını reddetmek ise, kendisinin sebatını ifade eden bir tekittir. Ya da  إِ نَّما نَحْنُ  مُسْتَهْزِ ؤُ نَ  ifadesi إِ نَّا مَعَكُمْ   ifadesinden bedel olabilir, çünkü İslâm’ı tahkir eden kimse, küfrü tazim etmiş olur. Ayrıca bu ifade yeni bir cümle de olabilir. Sanki burada onlar “biz sizinle birlikteyiz” dediklerinde “eğer bizimle birlikte olduğunuz doğruysa o zaman neden Ehl-i İslâm ’a muvafakat ediyorsunuz?” diye sorulmuş, onlar da buna cevaben; “biz sadece alay ediyoruz” demişlerdir.


Birşeyle alay ediyorsanız onu küçümsüyorsunuz demektir. İslamı küçümseyen(tahkir eden) kimsen , küfrü tazim etmiş (büyütmüş) olur.  Eylemlere, söylemlere çok dikkat etmek lazım.

Yani Allah'ın dinini hafife almak, tahkir etmek, küçümsemek demek, küfrü büyütmek demektir. O yüzden eylem ve söylemlerimize dikkat edelim. 

[253] İstihzâ’ alay etmek, hafife almak demektir. Kök anlamı hafiflik olup, [işkence etmeden] hızla öldürmek anlamındaki hüz’den gelmektedir. Bu ise, hızlıca öldürmek anlamına gelir. Heze’e - yehze’ü olduğu yerde düşüp ölmek anlamına gelir. Arapların meşeytü fe-leğebtü fe-zanentü le-ehze’enne ‘alâ mekânî [yürüdüm, bitkin düştüm, olduğum yere yığılıp, öleceğimi sandım] şeklinde bir deyişleri nakledilir. Tehze’u bi-hî nâkatûhü “devesi onu yük olarak hafif buldu; süratle götürüyor” demektir. 


İstihzâ; alay etmek. Bir insanla alay ediyorsunuz  ona işkence etmeden onun şerefiyle oynuyorsunuz, etimolojik köküne bakıldığında ; çok  hızlı bir şekilde işkence etmeden öldürmek demektir.

İslam hiç kimseyle alay etmeyi kabul etmez, mümin kimseyle alay etmez.  Alay etme özelliği münafığa, kafire ait bir özelliktir. Allah burada istihzâ yerine başka bir kelime koyabilirdi. Ama ne diyor; Ona işkence etmiyorsun ama o an onun itibarını, duruşunu küçümseyerek onu hızlıca yok etmiş oluyorsun." 

"Kibirliye kibirli davranmak sadakadır." Eğer Allahın dinine savaş açarak seni küçümsüyorsa orada kibirleneceksin, kendin için kibirlenmeyeceksin. Orada Allah için kibirleneceksin. Hz.Ali' yi düşünün, tam öldürecekken karşısında ki adam tükürüyor, "Biraz önce öldürseydim Allah için, şimdi öldürsem nefsimden." diyor. Burada çok iyi düşünmek lazım. İstihza ancak ve ancak şurada yapabiliriz; Allah'ın dinini herkes içinde birileri küçümsüyorsa (onu öldürüyorsa) orada kalkıp konuşmak, istihza yapmak çok güzeldir. "Sen bunu hafife alamazsın demektir." Bilgiyi konuşturmaktır, aklı konuşturmaktır.

 Demek ki birini hafife almak birini alaya almak, bir insanı toplumsal alanda en minimal en küçük hale getirmektir. Kimseyle alay etmeyelim, kimsenin onurunu düşürecek şekilde küçümsemeyelim. Şunu unutmayalım "İslamı tahkir etmek, İslamı tazim etmektir."

İstihzâ cahillik demektir.



[254]  “Allah hakkında ‘alay etti’ ifadesini kullanmak, yani Allah’ın alay etmesi, caiz değildir; çünkü Allah Teâlâ çirkin fiil  işlemekten münezzehtir, alay etmek ise bir kusur ve cehalet  sayılır. Nitekim “[İsrailoğulları ]; ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?!’ demişlerdi de Musa: ‘Cahiller den olmaktan Allah’a sığınırım!’ demişti.” [Bakara 2/67] âyetinde istihzanın cahillik olduğu ifade edilmiştir. O halde, ‘Allah’ın onlarla alay etmesi’ ne demektir?” dersen dersen, şöyle derim: şöyle derim: Allah’ın onlarla alay etmesinin mânası, onlara zillet  ve alçaklık musibetini indirmesidir. Çünkü alay eden kimsenin amacı, alay ettiği kimseyi aşağılamak, küçük düşürmek, onu hafife alıp değersizleştirmektir. Daha önce zikrettiğimiz üzere istihzâ  kelimesinin etimolojisi de bu anlama delâlet etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ’nın kelâmında kâfirlere yönelik bu tür tehekküm  (küçümseme) ifadeleri çokça yer alır. Bu ifadelerden maksat, onların içinde bulundukları durumun küçümsenmesi, sahip olduğu düşüncelerin alaycıların alayına, hakaretine müstehak durumda olduğunun ifade edilmesidir. Yine burada, daha önce َنُِאدُ [“aldatmaya çalışıyorlar” (Bakara 2/9)] ifadesinde geçtiği üzere, Allah’ın zahirde onlara Müslümanlara ilişkin hükümleri icra etmesi, fakat onlar hakkında murad-ı ilâhi olan şeyin (azabın) gizli tutulması da kastedilmiş olabilir. Bir görüşe göre; alay etmenin karşılığı olarak verilen ceza, “alay etmek” olarak isimlendirilmiştir. Nitekim “Kötülüğü n karşılığı, dengi bir kötülüktür” [Şûra 42/40] ve “Size saldırana siz de aynı saldırı tarzıyla mukabele edin” [Bakara 2/194] âyetlerinde bu durum ifade edilmiştir. 

Bakara 67 'den anladığımız üzere İstihza cehaletin yansımasıdır. Bilgili insan kimseyi küçümsemez. 

Allahın onlarla alay etmesi; Allahın onların müminlerle alay ettiği gibi , onları küçük bir yere indirmesidir.

İnsanlar direkt söylemek yerine birbiriyle alay ediyorlar, bu insanların cahillikleriyle, tatmin olmamalarıyla alakalı.

Kainatta insandan başka hiç bir varlık diğerinin farklı oluşunu küçümsemez. Ama çok enteresan aynı sistemin, aynı ekolojinin canlılarıyız, böyle bir akla sahip olduğumuz halde küçümseme eylemine gidebiliyoruz. 

Birinin hızlıca canını yakmak buna Kuran cahillik diyor. İnsanların tavrı ne olursa olsun biz asla insanları küçümse tavrına yönelmemeliyiz. Burada çok önemli ahlak felsefesini de öğrenmiş oluyoruz. Ve bir yerde istihzâ yapma durumunuz olacaksa o ancak Allah'ın dinine istihza yapıldığı zaman olmalı, onun dışında asla olmamalı.


[255] Şayet Şayet  ا للَّهُ يَسْتَهْزِ ئُ بِهِمْ [“Asıl, Allah onlarla ‘alay’ ediyor” (Bakara 2/15)] ifadesi nasıl olup da önceki cümleye atıf yapılmaksızın yeni bir cümle başlangıcı olarak gelmiştir?” dersen, şöyle derim: dersen, şöyle derim: Bu ifadenin yeni bir cümle olarak başlamış olması, edebi açıdan son derece üstün ve mükemmel bir ifadedir. Zira burada asıl onlarla alay edenin Allah olduğu, onların alaylarının bu alay karşısında dikkate dahi alınmayacak kadar küçük ve değersiz olduğu, zira Allah’ın alayının onlara aşağılama, zillet , ibretlik ceza olarak inmiş olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Yine burada onların alaylarına karşılık mü’minlerin vereceği cevabı bizzat Allah’ın üstlenmiş olduğu, mü’minlerin onlara benzer bir alayla karşılık vermelerine ihtiyaç kalmayacağı anlamı da bulunmaktadır. 

 Müminlerin hiç üzülecek bi durumu yok, onlar alay etseler ne olacak, en büyük zillet insanın Yaratıcısından uzak olması, şeytan olmasıdır. 

 

[256] Şayet إِ نَّما نَحْنُ  مُسْتَهْزِ ؤُ نَ   ifadesi ile lafzan uyumlu olması açısından     ا للَّهُ يَسْتَهْزِ ئُ بِهِمْ   [Allah da onlarla alay edip durmaktadır] denilmesi gerekmez miydi?” dersen, şöyle derim: dersen, şöyle derim: Âyette fiil olarak kullanılan يَسْتَهْزِ ئُ kelimesi, istihzânın an be an yenilenerek devam ettiği anlamını vermektedir. Nitekim Allah’ın onlara verdiği ceza ve belalar bu şekildedir. “Görmüyorlar mı ki, her yıl bir veya iki kez belaya çarptırılıp deneniyorlar?!” [Tevbe 9/126] âyetinde bu husus ifade edilmiştir. Maskelerinin düşmesi, sırlarının ortaya saçılması, haklarında bir âyet nâzil olması korkusunu ve endişesini yaşamadan geçirdikleri bir an dahi olmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Münafıklar  kalplerindekini haber verecek bir sûrenin kendilerine indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin edin! O çekindiklerinizi Allah yakında ortaya çıkaracak!..” [Tevbe 9/64].

 

Birilerinin bizi küçük görmesinin hiçbir önemi yok , birileri bizi küçük görebilir, alay edebilir. Ama onların alaylarının bir anlamı olmadığını çünkü asıl alaya alınanların kendileri olduğundan bahsediyor. Kendi içlerindeki nefislerinde sakladıkları gizli hainlikleri ya da kendi arkadaş guruplarında der ki biz onlarla alay ediyoruz.


Bir insanı küçümsemek akılsızlık, bir insanı büyük görmek korkaklıktır.


﴾13﴿ Onlara “Diğer insanlar gibi siz de iman ediniz” denildiğinde, “Akılsızların inandıkları gibi biz de inanalım mı?” derler. Biline ki, asıl akılsızlar onlardır, fakat bilmezler.

﴾14﴿ İman edenlerle karşılaşınca "inandık" derler, şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise "Biz sizinleyiz, biz yalnızca alay etmekteyiz" derler.

﴾15﴿ Asıl onlarla alay eden ve azıp saparak dolaşmalarına izin veren Allah’tır.

---------- o ----------

Zaman kılıç gibidir sen onu kesmezsen o seni keser, nefsin en büyük düşmanındır sen onu hayırlarla meşgul etmezsen o seni şerle meşgul eder, dedi İmam Şafi. 

Şerle meşgul olmamak için hayırlar işleyelim. 

Bir insanı küçümsemenin akılsızlık olduğunu, bir insanı büyük görmenin de korkaklık olduğunu gördük, akılsızlık basiretsizlik olduğundan bahsettik. 

Konfiçyus “ Hiçbir şey karanlık bir odada siyah bir kedi aramak kadar zor değildir, hele de siyah kedi yoksa “ dedi. 

Münafık onların yarına gidince başka diğerlerinin yanında tavrı başkadır çünkü vakfesi yok. 

"Şetene" kelimesi bütün iyiliklerden uzak olmak, Allah'tan uzak olmak insanın şeytani davranışları iyiliklerden uzak olmak anlamına geliyor, ya da "Şata" batıl olmak anlamlarına geldiğini söyledik. İslamı tahkir etmek küfrü tazim etmek demektir. Yani İslamı küçümsemek Allah'ın dinini vahyini küçümsemek demek, küfrü daha büyük hale getirmek.

"İstihza" hafiften acı çektirmeden öldürmek, alaycılığa Allah'ın cahalet dediğini öğrendik.




Yorumlar