Bakara Sûresi 9-10 ( Keşşâf Tefsiri 221-224 s.)


Dersin ses dosyası

184. Sayfa 

Geçen hafta aldatanların durumundan bahsetti. Aldatmak, aldatılmak ifadelerinin neden geldiğinden bahsetti. Münafıkların durumu aldatıcı kimselere benzediğinden bahsetti.

[211] İkinci olarak; bu ifadeler onların Allah’ı kandırabileceklerine dair düşünce ve zanlarının tercümesi de olabilir. Zira Allah’a iman ettiğini söyleyen, fakat bunu söylerken münafıklık yapan kimse, aslında Allah’ın zâtını ve sıfatlarını; onun zâtının her mâlûma taalluk ettiğini, çirkin işleri yapmaktan müstağni olduğunu bilmiyor demektir. Dolayısıyla, böyle bir kimsenin Allah’ın aldanabileceği, gizli bir yolla ona zarar verilebileceği gibi bir vehme kapılması mümkündür. Yine bu vehimde olan kimsenin Allah’ın kullarını aldatabileceği, onların yollarını şaşırtıp kafalarını karıştırabileceği gibi düşünceleri benimsemesi de mümkündür. 

Yani Allah’ı tanımayan Allah’ı kandıracağını düşünür. Yani iman etmeyen kişi Allah’ın her malumu bildiğini bilmediğinden bahsediyor. 

[212] Üçüncü olarak; burada Allah Teâlâ’nın ismi zikredilmiş, fakat Peygamber (s.a.) kastedilmiş olabilir. Zira Peygamber onun yeryüzündeki halifesidir, kullarına O’nun emir ve yasaklarını bildiren kişidir. Nitekim sultanın kendisi değil de veziri ya da maiyetindeki kimselerden bazıları tarafından söylenen sözler “Sultan şöyle dedi; şöyle ferman buyurdu” gibi cümlelerle nakledilir. Allah Teâlâ’nın “(Rıdvan ağacının altında) sana biat edenler, aslında Allah’a biat etmişlerdir. (Senin elin değil) Allah’ın elidir ellerinin üstündeki...” 
[Fetih 48/10] ve “Resul’üne itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” [Nisâ 4/80] âyetleri de bunu doğrulamaktadır. 

[213] Dördüncü olarak bu ifade, Arapların “Zeyd’in cömertliği beni hayran bıraktı” demek isterken kullandıkları acebenî Zeydün ve keremuhû ifadesi gibi olabilir. Bu durumda anlam, “Onlar Allah’a iman etmiş olan mü’minleri aldatırlar” şeklinde olur. Bu ifade biçiminin kullanılmasının faydası, hususi vurguyu kuvvetlice yapmaktır. Zira mü’minler Allah nazarında değerli oldukları için, onların aldatılması “Allah’ı aldatma” olarak ifade edilmiştir. Benzer bir ifade, “Asıl Allah ve Resulünü razı etmeleri gerekirdi...” [Tevbe 9/62] âyetinde ve “Allah ve Resulünü incitenler...” [Ahzâb 33/57] âyetinde de söz konusudur. Yine Arapların ‘alimtü Zeyden fâdılan [Zeyd’i faziletli olarak bildim] şeklindeki sözlerinde de böyle bir durum söz konusudur. Bu sözde maksat, Zeyd’in kendisinin biliniyor olduğunu ifade etmek değil, onun faziletinin bilindiğini ifade etmektir. Çünkü Zeyd zaten bilinmektedir. Bu durumda sanki, “Zeyd’in faziletini bildim” denilmiş olmaktadır. Ancak önce ‘alimtü Zeyden [Zeyd’i bildim] demek sûretiyle, onun faziletinden söz etmek için bir girizgâh yapılmış olmaktadır. 

[214] Şayet “Aldatmanın tek taraflı yapılması halinde, (işteşlik bildiren, yani fiilin karşılıklı yapıldığını belirten) خادعت formunun kullanılmasının sahih sayılacağı bir izah var mı?” dersen, şöyle derim: Bunun izahı, burada فعلت [yaptın] denilmek istendiği halde, (işteşlik bildiren) فاعلت formunun kullanılmış olduğunu söylemektir. Çünkü bu form, aslında yarışma ve yenişme anlamı taşımaktadır. Bir fiilin fâil tarafından yapılışı “sanki biri onu yenmeye çalışıyormuş gibi” anlatıldığı zaman, yarışan ve yenişen biri olmadığı zamanki formundan daha beliğ ve daha sağlam bir mâna ifade eder. Çünkü fiilin saikinin kuvveti artmış olmaktadır. İfadeyi; يخدعون الله واّلذين آمنوا şeklinde okuyanın -yani Ebû Hayye en-Nümeyrî’nin [v.170/786?]kıraati de bunu teyit etmektedir. 

[215] يخدعون [aldatmaya çalışıyorlar] ifadesi و من الّناس من يقول ifadesindeki يقول [söyler] fiilinin beyânıdır; ancak yeni bir cümle başı olması da müm kündür. Burada sanki “Neden yalan söyleyerek iman ettiklerini iddia ediyor-lar, bundan kazançları ne?” diye sorulmuş ve cevaben; “aldatmaya çalışıyorlar” denmiştir. 

[216] “Peki, bunları ‘aldatma’ya iten nedir?” dersen, şöyle derim: Onların Müslümanları aldatmaya çalışmalarının altında birtakım maksat ve hedefler bulunmaktadır. Bunlardan biri, Müslümanların onları rahat bırakmalarını, kendileri ile savaşmamalarını ve gayrimüslimlere yönelik muamelelerini onlara yöneltmemelerini sağlamak; bir diğeri Müslümanların birbirlerine karşı ikram ve ihsanlarından ve ganimet vb. menfaatlerden faydalanmak; bir diğeri ise Müslümanların arasında yaşamak sûretiyle onların sırlarını öğrenmektir ki Müslümanların bu sırlarını düşmana bildirme konusunda son derece istekli ve gayretli idiler. 

Allah ile kandırmak ve Allah ile kandırılmak iki aynı günahtır. Kandırılmayacaksınız, bilgili olacaksınız. (İhsan Fazlıoğlu)

[217] Şayet “Onlar mü’minleri kandırarak bu amaçlarına ulaşmasınlar diye, Allah onları Müslümanlara açık açık bildirseydi ya!” dersen, şöyle derim: Allah Teâlâ, kendisi tarafından bilinen birtakım yararları temin için münafıkları açığa çıkarmamış, mü’minlere bildirmemiştir. Aksini yapsaydı yarar ve çıkar umulan bu hususlar, bozucu, zararlı şeylere dönüşürdü. Kaldı ki, İblis ve soyunun hayatta tutulması, onların münafıkları yoldan çıkarıp kendilerine nifakı telkin etmelerine müsaade edilmesi bundan daha öte bir durumdur, ancak bütün bunların sebebi, Allah katında mâlûm olan maslahatlardır. 

Buraya kadar şunu anlattı. Onlar Allah’ı ve Allah’a inananları kandırmaya çalışırlar. Çünkü bu bir münafıklık paradigmasıdır. O paradigmada olan insanlar aldatmaya meyillidirler. Hem çevrelerini aldatırlar hem de kendilerini aldatırlar. 

Aldatma konusunda bir konuya değinmek istiyorum. 

Kuran’da ''seb’ü mesani’’ kavramı var. Hicr suresi 87. Ayetinde geçtiğini biliyoruz. Biz bunu Fatiha suresinin isimlerinden olduğunu biliriz. Biz sana tekrarlanan ‘’seb’ü mesani’’ yani tekrarlanan yediyi verdik. Buna müfessirlerin birçoğu ‘bereket verdik’ şeklinde yorumlar. Sürekli bereketlendiren, sürekli genişleyen anlamlar içerdiğini söylerler. 

Kuranda iki tane yedi ayetli sure var. Birincisi Fatiha suresi, ikincisi ise Maun suresi. Japon Prof. Toshihiko Izutsu var. Çok güzel kitapları var Izutsu’nun kavramlarla ilgili. Kendisi Kuran hayranıç Bir ömrünü Kuran’ı kavramlarına adamış iyi bir teolog. Japon kültüründe, çok farklı inanç sistemlerinde büyüyen biri ve kendini Kuranda bulmuş. 

Diyor ki Izutsu, 

‘Kulun Allah’la olan ilişkisi dikey bir ilişkidir. Kulun toplumla olan ilişkisi ise yatay bir ilişkidir.’ 

Izutsu diyor ki Maun suresi ise toplumla olan ilişkisidir ve kulun toplumla olan ilişkisi,  Allah’la olan ilişkinin yansımasıdır. Bu vertikal-dikey ilişki doğruysa riyakarlık yapamaz, kimseyi aldatamaz, yetimin hakkını yemez. Maun suresinde Yatay ilişkiyi anlatıyor. Dikey ilişki eğri büğrü olduğu zaman yatay ilişkideki yansıma da eğri büğrü olur.  Demek ki,

Allah’la olan ilişki ne kadar sağlam olursa, toplumla olan ilişkide o kadar ilkeli olacaktır. Hiçbir mü’min Allah’ın kendi sıfatından verdiği hiçbir mümin, Allah’la olan ilişkisini ne kadar iyi tutuyorsa o zaman kimseyi aldatamaz. 

Fatiha suresi bizim Allah’la olan dikey ilişkimizi anlatıyor. Yatay ilişkiyi anlatan ise Maun suresi. Dikey ilişki ne kadar iyi ise yatay ilişki de o kadar iyi. Kimseyi aldatmaya ihtiyaç duymuyorsunuz. Kimsenin sizi takip etmesine ihtiyaç duymuyorsunuz. Kimsenin sizi övmesine ihtiyaç duymuyorsunuz. Kimsenin taktiri ile ayağa kalkmıyorsunuz. Kimsenin sövgüsü ile yıkılmıyorsunuz. Dikey ilişki ne kadar dik ve düzgünse, yatay ilişkide o kadar ilkeli ilerliyor. Ne kandırma ne de kandırılma durumuna düşüyorsunuz.

Eğer dikey ilişkisi iyi değilse o zaman yatay ilişki ile dikey ilişki belirliyor. Dikey ilişki ile yatayı belirlemediği için yatay ilişki ile dikey ilişkiyi belirlemeye çalışıyor. Yatay ilişki ile Yaratıcı arasında bir ilişki kurduysanız o zaman o toplumun inancı, toplumsal paradigmalar neyse, felsefeler neyse, Allah’la olan ilişkinizi de bu belirlemiş oluyor. O zaman insanlar nasıl görüyorsa öyle görüyorsunuz. Rabbinizi de öyle görüyorsunuz, en acısı da bu. Örneğin, daha özgür niye olamıyım canım beni ne bağlar, sonra dönüyorsun dikey ilişkiye, Allah da özgürlükleri sınırlandırıyor diyorsun. Çünkü dikey bakmıyorsun. Aşağıdan yukarı bakıyorsun, yukarıdan aşağı bakmadığın için bütünü göremiyorsun. Burada kalbin yansıması değil, ilişkilerin yansıması var. 

Eğer yatay ilişkide bir problem yaşıyorsak, aslında Allah’la olan ilişkimize bir bakmamız lazım.

Dikey ilişki ile bakıyorsak Allah’ın yasaları ile bakıyoruz, yatay ilişki ile bakıyorsak ise insanların felsefeleri ve eylemlerine göre bakıyoruz dünyaya.   

Bir toplum modeli nasıl inşa ediliyorsa mesela Mutluluk Tarihi makalesinde mutlulukta ilk çağda mutluluk erdem iken, orta çağda mutluluk ayıp hatta günah kabul ediliyordu. 18. Yyda insan hakkı olarak görüldü. 21. Yy insanları için canının istediği herşey mutluluk. Kapitalist anlayışın bir yansıması.  Kuran ise bize mutlu olmayı amaçlatmıyor. Ahlakilikle gelen mutluluğa işaret ediyor. 

Fatiha suresi dikey ilişkiyi, Maun suresi ise yatay ilişkiyi ortaya koyuyor. Allah’a inanan kişide aldatma olabilir mi, riya olabilir mi, yatay yansıma yamuk olabilir mi?

Sizin kendiniz neyse yansımanız da odur. İki tane yedinin de, birincisi Fatiha, Açılış suresi Allah’la olan ilişkimizi düzenliyor. Kula kul olma, Allah’a kul ol. Kimseden bir şey isteme Rabbinin rahmetine sığın diyor. 

Maun suresinde ise bize toplumsal alanda insanlarla ilişkiyi öğretiyor. Yetime iyi davranmak, cömertliğin bir sonucu değil, merhametli olmanın bir sonucudur. 

Suzanne Naiman gibi, kendisi modern ahlakçılardan, Niçin Büyüyelim adlı kitabında der ki, 

Gerçek özgürlük ancak insanın mahremiyet algısı ile oluşur. Bu da nasıl oluşur, İnsan arzularına ve taleplerine tutkulu ve tutsak olmaz, böylelikle kendini en ideal şekilde planlayabildiği ve denetleyebildiği için, gerçek anlamda özgürlük insanın kendini denetleme özgürlüğüdür. 

Dikey ilişki yatay ilişkiye yansıdığı zaman dimdik devam edersiniz. Riyaya kaymaz, harama kaymaz, mahremiyetsizliğe kaymaz, sınırları bellidir. Böylece insan kendisinin farkında olur. 

Allah’la ilişkisi güçlü olan insan iç dinamiği güçlü olan insandır, iç motivasyonu güçlü olan insandır. Bu kişinin toplumsala yansıması da o kadar ilkeli, o kadar güçlüdür. 

[218] Şayet “و ما يخدعون إﻻّ انفسهم kıraatinden13 murad nedir?” dersen, şöyle derim: Burada maksad şu olabilir: Birbirlerini aldatan kimselerin dav ranışlarına benzeyen bu muamelelerini sadece kendilerine yapıyorlar! Çünkü vermek istedikleri zarar sadece kendilerine dokunuyor ve kurdukları tuzak başlarına çöküyor. Nitekim fulânün yudārru fülânen ve mâ yudārru illâ nefsehû [Falan kişi falancaya zarar vermeye çalışıyor, ama sadece kendisine zarar veriyor] -yani ona zarar vermek için kurduğu tuzak, onu es geçmiyor, kendisine dönüyor denilir. Ayrıca “karşılıklı aldatma” anlamı hakiki olarak da kastedilmiş olabilir. Bu durumda anlam şöyle olur: Bunu yaparken kendilerini aldatmaktadırlar; zira bu esnada, onlar kendi nefislerini birtakım kuruntulara daldırmakta; buna karşılık nefisleri de onları benzer kuruntulara daldırmaktadır. Bir başka ihtimal ise, burada hِerhangi bir “karşılıklı aldatma” anlamı olmadığı halde, salt mübalağa için يخدعون formunun kullanılmış olmasıdır. 

Yusuf AS’nin hikayesi bize neyi gösterdi, o hapiste özgürdü, saraydaki kadın ise tutsaktı. Kıyası mukabil değil. Biri saray odasında bütün güzelliklerin içinde, diğeri yerin altında. Ama siz o güzellikle içerisinde tutsaksınız. Vicdanınız tutsak çünkü. Diğeri ise, mapusta özgür. Burada anlıyoruz ki, öldüren sürekli mapusta, acıtan sürekli içi acıyor. Acıtılanın ise bir kere içi acıyor. Burada şunu anlıyoruz, insan birinin canını acıtmakla birilerinin canını sıktığını sanıyor ama aslında kendini mahkum ediyor. O insanı mahkum etmiyor. Çünkü bizim yaptığımız eylem o kişi ile alakalı değil bizim içimizle alakalı. 

Aldatma fiilinin içinde olunca aldatırken aldanır hale geliyoruz. Hangi eylemle etkinlik gösteriyorsak, o eylem de bizimle etkinlik gösteriyor. Biz birşeyin öznesi iken daha sonra onun nesnesi haline geliyoruz. 

Peyami Safa: 

Kendi kendini aldatmak, başkalarını kandırmak kadar basit değildir. Ve insan kendi içindeki adaletten ürkmeye başlar. 

Dikey ilişki çok sağlam olmalı ki, yatay ilişkide aldatma akla gelmemeli. 

Stefan Zweig der ki, Bazen susmak bile aldatmaktır. 

Eğer karşı taraf bunu yanlış anlayacaksa ve sen susuyorsan bu bile aldatmaktır. 

Efendimiz ne diyor, Aldatan bizden değildir. Yani Mü’min değildir. Mü'min demek güven duyan, güven veren ve güven hissedendir. Kim aldatmaya çalışırsa çalışsın, önce Allah’ı aldatmaya çalışırlar. 

Kuranda diyor ki, onlar Allah'ı unuttu, Allah da onlar unuttu. Demekki İnsan Allah'ı unuttukça arzularının peşine düşmeye başlıyor. Halbuki ruh beslendikçe ten daha az beslenmeye ihtiyaç duyuyor. 

[219] Bu ifade و ما يخدعون (oysa kendilerini aldatıyorlar) و ما يخدعون (…Aldattıkça aldatıyorlar) -Yâ’nın fethası ile [aslı و ما يخدعون “Oysa birilerinin etkisiyle sadece kendilerini aldatıyorlar”] şeklinde ve fâil belirtilmeksizin و ما يخدعون aldatılıyor”] [Oysa sadece kendileri aldanıyor”] ve و ما يخدعون şeklinde okunmuştur. 

[220] Nefs bir şeyin bizzat kendisi, hakikati anlamındadır. Nitekim “yanımda şu kadar nefs (şey) var” denilir. Daha sonra kalbe nefs denilmiştir, çünkü nefs, kalple kaimdir. Nitekim meşhur bir deyişte, “Kişi iki küçük organından (kalbinden ve dilinden) ibarettir” denilmiştir. Aynı şekilde ruh ve kan için de nefs ismi kullanılmıştır, çünkü nefsi canlı tutan, yani canı taşıyan kandır. Yine, nefs kendisine şiddetle ihtiyaç duyduğu için suya da nefs denmiştir. Nitekim “Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık.” [Enbiyâ 21/30] buyrulmuştur.

[221] Nüfise’r-racul ifadesinin hakiki anlamı, ‘kişiye bir şey isabet etmiş’ olduğudur. Tıpkı sudire’r-racul [adam öne çıktı] ifadesindeki gibi. Yine, insan iki düşünce arasında kararsız kaldığı, hangisini tercih edeceğini bilemediği zaman, fulânun yu’âmiru nefseyhi [Falanca, iki ‘nefs’i ile kapışıyor.] derler. Bu sözde sanki insan nefsindeki iki farklı ses ve düşünce kastedilmiş ve bunlara nefs adı verilmiştir. Bunun sebebi ise bu iki ses ve düşüncenin ya nefsten sādır olması ya da insana emreden, ona ne yapacağını gösteren konumunda olmalarıdır. Bu sebeple bu ikisi birer zâta benzetilmiş ve onlara nefs denmiştir. 

İnsan hep iki nefis arasında kalır zaten.

[222] Âyette enfusehum ifadesinden maksat, “kendi zâtları”dır; kendilerini aldatmalarıyla kastedilen ise, aldatma eyleminin onlardan başkasına zarar vermeyeceği, zararın kendileriyle sınırlı kalacağıdır. Ayrıca, enfusehum ifadesi ile onların “kalpleri”, “görüşleri” ve onları bu davranışlara sevk eden iç dürtüleri de kastedilmiş olabilir. 

[223] Âyette و ما يشعرون [farkında değiller] ifadesinde geçen şu‘ûr, bir şeyi duyu bilgisi ile bilmek anlamında olup, şi‘âr kökünden türemiştir; meşâ‘i ru’l-insân, insanın duyu organları demektir. Âyetteki anlamı şöyledir: “Bunun onlara yönelik zararı, duyularla hissedilir şeyler gibi apaçıktır. Ancak onlar öylesine gaflete gark olmuşlardır ki, adeta duyularını kaybetmiş gibidirler.”

 

Şuur kelimesi ‘şaar’ yani saç kılı demek. Yani incecik. 

و ما يشعرون olanlar cevizi kabuğundan ibaret sanar. Ama cevizin içinde neler vardır. 

..

Allah’ın bak dediği yerden bakamıyorsan, yerden bakıyorsun demektir. Nefsinin küçücük bir alandan bakıyorsun. Senin gördüğün baş gözündeki basiret kadar. Onlar kıl kadar ince anlamı bilmezler. Şiir de aynı kökten. İncecik dizilen söz. Şair sözü incecik dizen kimse. Şuur ya da şuurlu davranmak; en ince şekilde tefekkür edip davranmak.

Eylemin nezaketinden ve rasyonalitesinden ve adaletinden önce düşüncenin nezaketi, rasyonalitesi, adaleti var. 

 

10. Kalplerinde hastalık var; hastalıklarını Allah daha da artırmakta... Yalan söyleyip durduklarından dolayı, can yakıcı bir azap var onlara! 

 

[224] Kalp  ile birlikte hastalık kelimesinin kullanılması hakiki anlamda da olabilir, mecaz  da olabilir. Hakiki anlamda kullanılmışsa maksat, acı duymalarıdır. Nitekim “onun karnında bir hastalık/ağrı var” denilir. Mecaz anlamda kullanmışsa, kalbin kendisi değil, kötü düşünceleri, hasedi, kini, günahlara meyli, günahta ısrarı, arzularının, korkularının ve zayıflığın etkisinde kalması gibi hastalığa benzer fesat ve âfetlerden olan şeyler kastedilmiş, kalp kelimesi bunlar için isti‘âre yoluyla kullanılmış olabilir. Nitekim bunların zıttı olan şeyler için de sıhhat ve selamet kelimeleri kullanılır. Âyette kullanılan kalp ifadesi ile kastedilen şey ise, onların kalplerindeki kötü düşünceler ve küfür ya da haset, kötülük ve kindir. Çünkü onların kalpleri Peygamber (s.a.)’e ve mü’minlere karşı kin ve nefretle doluydu, onlara büyük bir öfke besliyorlardı. Allah Teâlâ bu durumu, “Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür.” [Âl -i İmrân 3/118] şeklinde açıklamıştır. Yine onlar Müslümanlara karşı haset de beslemektedirler. Bu hususta da Allah Teâlâ, “Size bir iyilik dokunsa, bu onları üzer” [Âl-i İmrân 3/120] buyurmuştur.  

Sen onun dilinden hoşlanılmayan kelimeleri duyduğunda sakın ha onu o kadar zannetme asıl büyük olan kalpte. Ebu'l Hasan Harakânî'nin söylediği bir söz var,  der ki; "Gönül denizdir, dil onun kıyısıdır." yani kalpte ne varsa dilden o çıkar. Kalpte olmayan oradan çıkmaz. Orada beslenenler çıkar. 

Mevlana der ki; " Karşında ki sana kötü söylüyorsa sen sus. Çünkü onda daha kötüleri de vardır."

 

Yine onlar Müslümanlara karşı haset de beslemektedirler. Bu hususta da Allah Teâlâ, “Size bir iyilik dokunsa, bu onları üzer” [Âl-i İmrân 3/120] buyurmuştur. Ayrıca rivayete göre Sa‘d b. Ubâde [v.14/635], münafıkların reisi olan Abdullah b. Übeyy  [v.9/631] hakkında Peygamber (s.a.)’e şöyle demiştir; “Ya Rasûlâllah! Onu bağışla, görmezden gel; Vallahi, Allah sana bahşettiği bu nimeti bahş ettiğinde, bölge halkı onu kendilerine lider olarak seçme konusunda anlaşmışlardı. Ancak Allah Teâlâ, sana ihsan  ettiği hak ile bu fırsatı onun elinden alınca, buna çok öfkelendi.” [Buhārî , “İsti’zân”, 20]

"Eyüp peygamberin zahiri olan yara hastalıklarının mukabili bizim batini ve ruhi ve kalbi hastalıklarımızda vardır. İç dışa , dış içe bir çevrilse Hz. Eyüp'ten daha ziyade yaralı hastalık görürüz. Hastalıkların üç kaynağı vardır;  Genetik , Yaşama biçimleri , Düşünmeyi, idraki, duyguları kullanma biçimleri ." Bediüzzaman Said Nursî

1. Genetik 

 Bugünün genetik bilimcileri diyor ki ne kadar hastalığa meyiliniz olursa olsun siz hastalığa karşı düzgün beslenip düzgün yaşam standartları oluşturuyorsanız, kolay kolay hasta olmazsınız, Hatta Avrupa ve Amerika'daki çalışmalarda ; "mutluluk genetik yolla %35-%50 arasında miras kalıyor bireyden bireye." Ama yine çalışma yapanlar diyorlar ki ama hiçbir gen insanı sınırlayamaz. Geni sınırlayan insandır.

2. Yaşama biçimleri 

Yaşam biçimlerimiz bizleri hastalıklı kılabiliyor. Yanlış beslenme, yanlış insanlarla dostluk kurma, yanlış uyku düzeni, yanlış aktiviteler, her türlü fiziksel , kamusal alana taşan yönlerimizle yaşama biçimlerimiz bizim hastalıklarımızı oluşturuyor.

3.Düşünmeyi, idraki, duyguları kullanma biçimleri

Düşünceyi nasıl kullanıyorsak, hangi perspektiften, felsefe üstünden düşünüyorsak ona göre rahatsızlanıyoruz. Mesela felsefeniz post-modern dünyanın felsefesiyse ya da modernitenin dayattığı bir bakış açısıysa israf sizin için çok sıradandır ve o israf hayatınızda hep arzularınız peşinde koşmayı getirir ve bu bakış açısı sonunda siz mutsuz olursunuz, mutsuz olduğunuz içinde savunmasız kalırsınız.

Düşüncenin doğru bir kaynakla sistematize edilmesiyle alakalı bi konu.

Eğer ki düşünmeyi ; Nisa 105. ayet  "Allah'ın bak dediği yerden bakmak" ya da dikey olarak Allah ile olan ilişkiyi doğru bir şekilde konumlandıramadığımız zaman;  düşünceyi yönlendirmemizde, insanların felsefeleri üstünden, paradigmaları üstünden ortaya çıkıyor. Müheymin isminde işlemiştik "Allah değer koyandır". Allah değersizlik koymaz. Nihilist bir felsefe yoktur İslam'da Nietzsche'nin dediği gibi.  

 
"Tüm uyuyanları uyandırmak için tek bir uyanık yeter."                                                  Malcolm X  



 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorumlar