Bakara Suresi: 5-7. Ayetlerin Tefsiri

 

 

14 TEMMUZ - KEŞŞAF DERS NOTLARI


Dersin ses dosyası

 

Keşşaf’ta kimi zaman gramere yönelik anlatımlar, ifadeler ağır gelebilir. Bunları önemsemeyerek yola devam etmenizi tavsiye ediyorum. Çünkü birini anlamazsak diğerini anlayabiliriz. Önemli olan anlamalarımızı arttırmak. Kuranın tefsiriyle alakalı bir dirayet çalışması yapmış olmak. İnşallah da Rabbim hakikati ile bize anlayabilmeyi, hissedebilmeyi, hayatımıza alabilmeyi nasip etsin.

 

Aklıma Aliya İzzetbegoviç geldi. Kendi yapılanmasını oluşturmaya 6 kişi ile başladı. Hakikat davasında bir oluşum için 6 kişi ile yola başladı. Ve savaş bittiğinde 120bin kişilik bir ordusu vardır. Herkesin hayranlık duyduğu biri vardır. Her halde bu çağın en çok hayranlık duyulacak kişilerinden biri de Aliya İzzetbegoviç’tir. Allah rahmet eylesin. Ve ordusunda çok sayıda Hristiyan mevcudiyetinin de olduğunu biliyoruz. Büyük bir ordusu vardı ve bu orduda çok sayıda Hristiyan da vardı. Bu üzerinde düşünmemiz gereken bir konu. Bir ordu kuracaksınız, Peygamber Efendimiz’e (SAV) benzer bir yapılanma kuracaksınız ve bu ordunuzun içinde Hristiyanlardan da askerler olacak. İlginç olaylar oluyor. Aliya İzzetbegoviç’in bir korgenerali Hristiyan bir generale hakaret ediyor. Albay şikayette bulununca Aliya İzzetbegoviç diyor ki, hemen mahkeme kurulsun. Eşrafı da karşı çıkıyor. Şuan savaş halindeyiz. Eğer bir mahkeme kurarsak askerler arasında bir sıkıntı çıkabilir, diyorlar. Bunun üzerine Aliya İzzetbegoviç şahane bir cevap veriyor. 

“Eğer adaletten vazgeçersek savaşı kaybedelim. Biz ne uğruna savaşıyoruz ki, adaletsizliğin olduğu yerde adaletten vazgeçeceğiz”

Geçen haftalarda Hz. Ali’yi (RA) anlatmıştım. Bir savaşta kaleyi kuşattıklarını. Kale düştü düşecek. Hz. Ali (RA), yarınız namaz kılsın, yarınız savaşmaya devam etsin, diyor. Komutan da diyor ki, Ya Ali, kale düştü düşecek. Bekleyelim biraz daha, sonra kılarız, diyor. Hz. Ali de (RA), uğruna savaştığımız değerleri ihmal ederek zafer kazanmanın bir anlamı yok, diyor.

Aynı şekilde Aliya İzzetbegoviç de diyor ki, evet savaş halindeyiz. Ama adaletten vazgeçersek savaşı baştan kaybedelim, ne olacak. Biz ne uğruna savaşıyoruz ki adaletsizliğin olduğu yerde adaletten vazgeçeceğiz. Hakikaten gelecek nesillere de dünya durdukça, değerin ne olduğunu gösteren bir cevap veriyor  Aliya İzzetbegoviç. Allah razı olsun diyorum. 

Buraya nereden geldik. Düşündüm ki;

Bize bir şeyler zor gelip bırakıyorsak, biz buraya gelirken bir şeylerden vaz geçiyorsak, o zaman nerede kalır Keşşaf okuması, Nerede kalır Kuran talebesi olması, Kuran talebesi olmak için,  Kuran talebesi olmanın ahlakını taşıyabilmek için, Kurani değerlere devam etmek gerekiyor. VE unutmayın, Allah’ın bir vaadidir bu. 

Gayretlerimize rahmet verecek olan Allah’tır.

Bu anlamda niceliğin önemi yoktur, niteliğin nemi vardır. Ama bugün post modern dünya bize niteliğin değil bize niceliği dayatmıştır. Niceliğe bakarak karar veriliyor. Bizleri farkında olmadan sayılara bağımlı yaptılar. Her türlü sayıya, üç kişi öldü, beş kişi öldü, yirmi beş kişi öldü, ölü sayısına göre üzülüyoruz. Ya da 10 takipçisi var, 20 takipçisi var diye üzülüyoruz. Artık sayılara bağımlı hale gelmeye başladık.  Yani bu anlamda sayıların değil, niteliğin önemli olduğunu ortaya koyuyor Aliya İzzet Begoviç. Aynı zamanda da çok önemli bir şey söylüyor. Adaletten vaz geçtiğimiz zaman, yolumuzdan vazgeçtiğimiz zaman kazansak ne olur, kazanmasak ne olur. Biz ne uğrunda niçin savaşıyoruz. Ne uğurda koşturduğumuzun farkında olmalıyız. 

 

 

 

 

5. Bunlardır işte, Rablerinden gelen hidayet üzere olanlar… Bunlardır işte, felaha erecekler…

Devamı

 

158. Sayfa:

[168] “Müflihun” ifadesinin ma‘rife olarak kullanılması iki anlama gelebilir.

Ya bu muttakilerin, âhirette kurtuluşa ereceğine dair sana daha evvel bilgi ulaşmış insanların ta kendisi olduğunu göstermektir; -nitekim yaşadığın beldeden bir kimsenin tevbe etmiş olduğunu öğrensen ve onun kim olduğunu sorsan, cevap olarak sana “Zeyd’dir o tevbekâr” denilir.- Ya da müttakilerin, -kurtuluşa erenlerin sıfatı gerçekleşse ve bunu bizzat tahakkuk ettirip onların hakiki suretine bürünebilseler- söz konusu hakikatin dışında bir vasfa sahip olmadıklarını göstermektir. Tıpkı arkadaşına, “Aslanı ve onun cibilliyetindeki aşırı atılganlığı bilir misin? İşte Zeyd odur!” demen gibi.

 

Muttakilerin bu güzel vasıflardan başka en ufak bir kötü davranışları yoktur.

 

[169] Bak, Allah Teâlâ başka hiç kimsenin nail olamadığı şeylere muttakilerin nail olduğuna dikkat çekerken nasıl da birbirinden farklı ifadeler kullanmış. Önce işaret ismini kullanmış ve bunu tekrar etmiş; ardından “müflihun” [kurtuluşa erenler] kelimesini ma‘rife kullanmış; bu kelime ile “ulaike” [bunlardır işte] arasında bir fasıl zamiri koymuş ve böylece onların mertebelerini göstermiş; seni onların istediği şeyi istemeğe teşvik etmiş; onların sunduğu şeyi sunman konusunda seni harekete geçirmiş; seni boş tamahtan geri durmaya, ilâhî hikmetin gereği olmayan şeyleri Allah hakkında temenni etmekten ve kendisinin vaat etmediği şeyleri O’ndan beklemekten uzak durmaya sevk etmiştir.

 

Seni hakikatin gerekliliği üzere sana bilginin ve duygunun yolunu açmıştır. Ve o kimselerin muttaki olduğunu söylüyor. O muttakiler de muflihun olan kimselerdir. 

Allah’ım! Bizleri takva giysisi ile süsle; Bakara sûresine kendilerini zikrederek başladığın kimseler zümresinde haşreyle.

Lev Tolstoy: Ancak Allah’a inandığım zaman yaşadığımı anladım.

İnsanın muttaki olması demek, imanın hakikatiyle yaşadığının farkında olması demek. 

Çok meşhur bir Zen öğretisinin bir hikayesi vardır. 

Yıllarca eğitimini görür, en sonunda ustasının yanına gider. Kapıyı çalar. Yağmurlu bir gündür. Kapıyı çaldıktan sonra şemsiyesini ve ayakkabılarını bir kenara koyar. 

Hoca içeri girdikten sonra sorar,

- evladım ne ile geldin. 

Öğrenci cevaplar: Şemsiye ve ayakkabı ile geldim, der.

Hoca: Ne yaptın şemsiye ve ayakkabılarını.

Öğrenci: Şemsiye ve ayakkabılarımı kapının dışına bıraktım.

Hoca: Şemsiyeni ayakkabının neresine koydun?

Deyince öğrenci şaşırır. 

Hoca: Bizim eğitimimiz yaptığı her eylemi farkında olarak yapanların eğitimidir, der. 

Muttaki budur işte: Yaptığı her eylemin bilincinde olan kişidir. Ne yaptığının ne seyrettiğinin ne gördüğünün farkındadır.

Muttakilik budur. Bunun karşılığı ise müflihun olmaktır.

(Ezanda) Hayyalel Felah, diyoruz ya. Felah vardır kelimenin kökünde. Namazın davetine uyanların alacağı felah, muttaki olanlara aittir, diyor.  

 

[170] el-Muflih “amacına ulaşmış kimse” demektir; adeta önünde murad kapısı açılmış, zafer yolları kapanmamıştır. Son harfi Cim olan el-muflic kelimesi de bu anlamdadır. Bu mânada olmak üzere, boşama ifadesi olarak kadına, isteflihî bi-emrik [başının çaresine bak] denilirken, kelime hem Hâ ile hem de Cim ile [isteflicî bi-emrik] kullanılır. Bu kelime yapısı; ayrılma, açılma gibi anlamlara delâlet eder. İlk iki harfi aynı olan “felega, feleze, feleye” gibi kelimelerde de bu anlam bulunmaktadır.

 

Müflih olmak müflic olmaktır. Öyle bir duruma gelmek ki, insanın herşeyi kendi başına yapabilicek kemalata ermesidir. 

 

6. (Resûlüm!) Sen o nankörce inkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da onlar açısından farketmez; iman etmezler.

 

[171] Buraya kadarki âyetlerde Allah Teâlâ velîler ini, seçkin kullarını zikretmiş, onları Allah katında yakınlığa nail olmaya ehil kılan sıfatlardan söz etmiş; kitabın hususen onlar için hidayet ve lütuf olduğunu beyan etmiş olduğu için; bunun ardından, bu kimselerin zıttı bir konumda olanları, yani kendilerine ilâhî lütfun ve hidayetin fayda etmediği, kitabın gönderilip gönderilmemesi ve peygamberin uyarıp uyarmaması kendileri için eşit olan inatçı ve isyankâr kâfirleri zikretmiştir.

 

 

Allah Kuran’da ritm psikolojisiyle eğitim veriyor. Ne demek ritim psikolojisi, Önce cennetten, sonra cehennemden bahseder. Çünkü hep güzelliklerden bahsettiğiniz zaman bir süre sonra o ödül anlamsız hale gelir. Sürekli cezadan bahsettiğiniz zaman da o anlamsız hale gelir. Bu eğitimde bir metodolojidir. Bu metodolojinin kaynağını Allah yapmış. 

Allah Kuran’da hep ritim psikolojisi ile hareket eder. 

 

En üzüntülü zamanda bile bu da geçer yahu diyebiliyorsak. Çok şımarmanın anlamı yok. En üzüntülü zamanında da “bu da geçer ya hu” diyorsak, biz zıttıyla kaim olanları anlıyoruz, demektir. 

 

Ya da "inna lillahi ve inna ileyhi raciun” itircasıyla istirca edersek, Allah’ım bu gelen de gider. Bu sevinç de biter, deriz. 

Öyle ya, yol da yolcu, yolcu da yolcu. Öyle bir yerdeyiz. 

Burada da hidayeti anlattıktan sonra, hidayette olmayanların halini anlatacak bize. Burada bir ritim psikolojisi var. Aynı zamanda zıt kavramlarla yöntemi belletme yöntemini görüyoruz. Yani kavramların zıtlıklarını açıklayarak da olması gerekin daha iyi olması adına olumsuz tarafları görerek daha iyi anlamış oluruz. 

“…yani kendilerine ilâhî lütfun ve hidayetin fayda etmediği, kitabın gönderilip gönderilmemesi ve peygamberin uyarıp uyarmaması kendileri için eşit olan inatçı ve isyankâr kâfirleri zikretmiştir.…” Burada anlattığı prototip, inatla inanmamakta direnenlerdir. 

Goethe: Göğün her yerde mavi olduğunu anlamak için dünyayı dolaşmanız gerekmez.”

Çünkü her yerde gök mavidir. Bu zaman kaybıdır. 

 

[172] Şayet “İyiler şüphesiz Cennet’tedir ve cayır cayır yanan Ateş’tedir ‘günahkârlar.’

[İnfitār 82/13-14] âyetlerinde ve daha pek çok âyette olduğu gibi, neden burada da kâfirlerin kıssası araya bir atıf harfi konularak öncesindeki mü’minlerin kıssasından ayrılmamış?” dersen, şöyle derim: Buradaki iki farklı kıssanın durumu, senin zikrettiğin kıssadakı gibi değildir. Çünkü burada ilk kıssa kitapla ilgilidir, kitabın muttakiler için hidayet olduğundan söz edilmektedir. Ardından ise ikinci kıssa gelmiş ve kâfirlerin şöyle şöyle nitelikleri olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla, iki cümle arasında amaç ve üslup farklılığı bulunmaktadır. Bu sebeple arada atıf harfi kullanmayı gerektirecek bir durum söz konusu değildir.

 

[173] Şayet “Bu söylediğin ancak önceki âyetlerdeki “iman edenler”i “muttakiler” ile ilişkili düşündüğün zaman geçerlidir; fakat “iman edenler” ifadesi ile yeni bir cümle başladığını ve devamındaki ifadelerin de mü’minlerin sıfatı olduğunu, ardından da onların zıttı olan kimselerin nitelikleri ile ilgili ifadelerin geldiğini düşünürsen, o zaman bu âyetler de tıpkı okunan âyetlerde [İnfitār 82/13-14)] olduğu gibi olmalı, yani arada atıf harfi olmalı değil midir?” dersen, şöyle derim: Daha önce ifade ettiğim üzere “muttakiler”den sonraki “iman edenler” ifadesi yeni bir cümle başıdır ve varsayılmış bir soru üzerine bina edilmiştir. Ancak anlam olarak “muttakiler”e bağlıdır, onunla aynı hükümdedir. “İman edenler” ifadesi, lafız itibariyle yeni bir cümle olsa da hakikatte “muttakiler”in özelliğinden söz etmektedir.

 

[174] “Elleziyne keferu” ifadesindeki ma‘rifelik, ‘ahd ifade edebilir, yani bununla Ebû Leheb , Ebû Cehl , Velîd b. Muğîre vb. mâlûm bazı kâfirler kastedilmiş olabilir. Diğer taraftan, bu ma‘rifelik cins de ifade edebilir; bu durumda bu ifade, küfründe -bir daha asla vazgeçmeyecek şekilde- son derece kararlı olan kafirleri de diğerlerini de kapsayabilir. Âyetin ısrarcı kâfirlerden söz ettiğine delâlet eden bir husus, onları uyarmakla uyarmamanın eşit olduğunun söylenmiş olmasıdır.

 

Elleziyne keferu, kafir olanlar değil, inkarı hayat tarzı haline getirenler,

Elleziyne yu’minune, imanı hayat tarzı haline getirenlerdir. 

 

[175] “Sevaun” eşitlik anlamında bir isimdir, diğer mastarlar gibi bu da sıfat olarak kullanılmıştır. Benzer şekilde bu kelime,  [“Haydi, sizinle bizim aramızda eşit olan bir ilkeye gelin.” (Âl- i İmrân 3/64)] ve [Dört ‘gün’ içinde, istemeyi bilen herkes için eşit olarak” (Fussilet 41/10)] âyetlerinde de bu şekilde, yani istivâ mânasında kullanılmıştır.”sevaun” kelimesi “İnne”’nin haberi olarak merfû‘dur. “enzertehum em lem tunzirhum” [uyarsan da uyarmasan da] cümlesi fâil mânasında olduğu için merfû‘dur. Sanki cümle “innelleziyne keferu müstevi aleyhim inzaruke vea’demuhu” şeklindedir. Bu, inne Zeyden muhtasımun ahūhu ve’bnu ‘ammihî [Zeyd, kardeşleri ve amcaoğlu husumet içindedir] cümlesi gibidir.

Bir diğer ihtimal de, “enzertehum em lem tunzirhum” [uyarsan da uyarmasan da] cümlesinin mübteda, “sevaun” kelimesinin ise öne geçmiş haber olmasıdır. Bu durumda cümle “ sevaun aleyhim inzaruke ve ademuhu” şeklinde olmaktadır ve bu cümle, İnne’nin haberidir.

 

[176] Şayet “Fiil her zaman haber olur, hiçbir zaman mübteda olmaz, bu âyette fiilin mübteda olması nasıl mümkün olmaktadır?” dersen, şöyle derim: Bu, lafız yönü terkedilip mâna yönü esas alınan türden bir sözdür. Arapların bazı sözleri bu şekilde anlamlarını esas almak şeklinde açık tercihleri olduğunu biliyoruz. Örneği: [“Hem balık yiyip hem de süt içme” anlamındaki] lâ te’küli’s-semeke ve teşrabe’l-lebene “Senden; balık yeme ve süt içme filleri -birlikte- sādır olmasın” anlamındadır. Burada lafzın zahirine göre ismin fiile atfedilmesi mümkün olmasa da, böyle bir kullanım mevcuttur.

 

[177] “E enzertehum, em lem tunzirhum” [onları uyarsan da uyarmasan da] cümlesindeki Hemze ve أَمْ edatı, sadece eşitlik anlamı verir. Dolayısıyla bu iki edatın soru anlamı burada söz konusu değildir. Sîbeveyhi [v.180/796] şöyle demiştir: “Bu durum nida harfi için geçerli olduğu gibi istifhâm harfi için de geçerlidir. Örneği:

“Allahummeğfirlena ehhetühal’ısabehu” [Allah’ım! Bizi, şu grubu bağışla!] cümlesinde bu durum söz konusudur.” Yani burada soru harfi olan Hemze ve أَمْ edatı, suret olarak soru harfi olsa da, mâna olarak ortada bir soru yoktur. Tıpkı “eyyetüha” ifadesinde nida anlamının olmaması gibi.

 

Duymayana sözünü, görmeyene yüzünü süsleme, diye bir deyiş var. Çünkü bunlar anlamamakta direnirler.

 

Hz İsa’ya soruyorlar. Ya İsa, ölü dirilmekten daha zor olan şey nedir. O da cevap veriyor “anlamayana anlatmaya çalışmak”, diyor. Ölmek üzere olan belki bir şekilde hayata döner de, ama Anlamayana anlatmaya çalışmak en zor iştir, diyor.
Çünkü anlamak istemiyor, anlamak için bir gayesi yok, anlamamak için gayesi var. Ona bütün formülleri yapsanız, bütün yöntemleri önüne dökseniz de hiçbir işe yaramaz.

Aynı yabancı dilde konuşan birine konuşmak gibi bir şey.

Anlattığınız zaman bazen de suçlu duruma siz düşebiliyorsunuz.

Anlamak istememek anlamanın önüne geçen en büyük negatifliktir.

Yasin suresinde de diyor, ene yaparsan yap onlar kendilerine set çekmişlerdir.

İnanmayacağına iman etmişlerdir.

Kafirin ve cahilin problemetaği, anlamayacağına iman etmeleridir. 

Bir insan anlamayacağına iman ediyorsa, ne yaparsanız yapın ona anlatamazsınız.

İman tipolojisinde anlama üzerine gayret vardır.

Küfür ve cehalette anlamama üzerine gayret vardır.

 

[178] İstivâ, yani eşitlik ise, eşitliğin iki tarafının soruyu soran nezdinde eşit olmasıdır, zira o, bu iki durumdan (yani uyarma ve uyarmama durumlarından) hangisinin gerçekleşeceğini değil, fakat birinin gerçekleşeceğini bilmektedir. Bu durumlardan her ikisi de onun katında, belirgin olmayan bir ilimle bilinmektedir.

 

 

[179] “E enzertehum” ifadesi, her iki Hemze’ nin de açıkça ve net biçimde okunmasıyla [yani tahkikle; eenzertehum] okunmuştur. Ancak Hemze’lerin birini hafifleterek okumak Arap diline daha uygundur ve daha yaygındır. Nitekim bir başka kıraatte, ikinci Hemze hafifletilerek yani, beyne beyne [ehenzertehum] okunmuştur. Bir başka kıraatte Hemze’lerden her ikisi de tahkik edilmiş, ancak aralarına bir Elif konulmuştur [Âenzertehum]. Bir kıraatte de araya Elif konulup ikinci Hemze tahkik teshil arası bir okuyuşla [âhenzertehum] okunmuş, bir başka kıraatte istifham harfi olan Hemze hazfedilmiş [enzertehum]; bir diğerinde [kadefleha] ifadesinde olduğu gibi bu Hemze hazfedildikten sonra harekesi bir önceki kelimenin sakin olan son harfine nakledilerek okunmuştur.

 

[180] Şayet “İkinci Hemze’yi Elif’ e dönüştürerek [Ânzertehum] okuyanın okuyuşu hakkındaki görüşün nedir?” dersen, şöyle derim: Bu okuyuş yanlıştır ve iki sebeple Arap dili kurallarına aykırıdır. Birincisi, iki sakin harfi, kuraldışı

bir şekilde bir araya getirmektedir. Zira iki sakin harfin bir araya geliş kuralı, “Dalliyn, ve huveydzati” kelimelerinde olduğu gibi, bunların ilkinin harf- i lîn , ikincisinin ise idğâm edilmiş harf olmasıdır. İkincisi ise, hafifletme metodunun yanlış olmasıdır. Çünkü makabli fethalı olan harekeli Hemze'nin hafifletilmesinin yolu, beyne beyne telaffuz edilmesidir. Hemze’nin Elif ’e dönüştürülmesi ise, رأس kelimesindeki gibi, öncesinde fethalı harf bulunan sakin Hemze’nin [râs şeklinde] hafifletilmesidir.

 

[181] Âyette sözü edilen inzâr / uyarma, Allah’ın azabı ile korkutup günahlardan uzaklaştırmak demektir.

 

[182] Şayet “La yu’minun” ifadesinin cümledeki konumu nedir?” dersen, şöyle derim: Bu ya öncesindeki cümlenin tekidi olan bir cümledir ya da İnne’nin haberidir. Bu durumda öncesindeki cümle, ara cümle olur.

 

Onları uyarsan da uyarmasan da iman etmezler. Çünkü uyarılmazlar. Uyarılma konusunda bir açıklıkları yoktur.

Hans Von Gadder’in bir sözü var: Düşüncenin öncelikli başarısı sözdür.

Düşündükleirmizi ön başarıya koyduklarımızı da aktarmaya çalışıyoruz.

 

Kuranda iki yerde bu geçiyor. İnsanları uyarsan da uyarmasan da, anlamak istemeyene anlatmaya çalışmak. 

Konfiçyüsün sözü var. İnsanlar dört çeşittir. 

Birinci çeşit: Bilir, bildiğini bilen. Bunu tabi ol.

İkincisi: Bilen ama bildiğini bilmeyen, bu nu uyar.

Üçüncüsü: Bilmeyen, ama bilmediğini bilen. Buna da öğret.

Dördüncüsü ise; Bilmiyor, bilmediğini de bilmiyorsa, bundan kaç.

 

Muttaki ise buradaki gibi bildiğinin ve yaptığının farkında olan.

7. (Çünkü) kalplerini ve kulaklarını Allah mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde de perde vardır... Büyük bir azaptır bunların hakkı!

 

[183] el-Hatm [mühürleme] ve el-ketm [gizleme] kardeş kelimelerdir, çünkü bir şeyi üzerini kapatıp mühürleyerek örtüp gizlemenin amacı, onu güvenceye almak, ona ulaşılmasını engellemektir. el-Ğişâve [perde], örttü anlamındaki ğaşşâhu fiilinden fi‘âle vezninde türemiş olup, örtü/perde anlamına gelir. Bu vezin el-‘imâme / sarık vel-‘isābe / topluluk kelimelerinde olduğu gibi, kapsama anlamı verir.

 

Ğışaveh: Kapsama alanının tamamını kapayanlar. Kapsama alanının içerisine başka hiçbir şey girmesine izin vermeyen.

 

[184] Şayet “Kalplere ve kulaklara mühür vurmak ve gözlere perde çekmek ne anlama gelir?” dersen, şöyle derim: Hakikatte mühür vurma ve perde çekme diye bir şey söz konusu değildir, aksine bu ifade bir mecaz türü olup mecazın her iki türünden de (isti‘âre ve temsîl) olması mümkündür. [i] İsti‘âre olduğu düşünülürse burada; onların kalplerinin ve kulaklarının sanki mühürle kapatılmış gibi olduğu, gözlerine ise adeta bir perdenin çekilmiş ve idrak ile aralarına engel konulmuş gibi olduğu belirtilmiş olmaktadır. Zira onların kalpleri haktan yüz çevirip onu kabul etme ve inanma konusunda büyüklük taslamış, dolayısıyla hak onların kalplerine ulaşıp sirayet edememiştir. Yine onların kulakları hakkı dinlemekten imtina etmiş, hakka karşı sağır kesilmiş ve onun sesini duyamamışlardır. Gözleri ise önlerinde serili olan ilâhî âyet ve delilleri basiret sahibi ve ibret alan kimselerin gördüğü gibi görmemiştir. [ii] Âyetteki mühür ve perde çekme ifadelerinin temsil olduğu düşünülürse; o zaman burada onların durumları, mühürlenerek ya da perdelenerek engellenmiş, faydalanılması imkânsız hale getirilmiş şeylere benzetilmiş olmaktadır. Zira onlar hakkı dinleyip de ondan mükellef oldukları ve hatta yaratılış gayeleri olan dinî maksatlar hususunda istifade edememişlerdir. Mazinlilerden biri dildeki tutukluk ve zorlanmayı 'dilin mühürlenmesi' olarak nitelemiş ve şöyle demiştir:

 

Mutlak İlâh, Uzâfir’in diline öyle bir mühür vurdu ki, artık konuşamıyor Konuşmak istediğinde dili, tıpkı bir şahinin gagaladığı et parçası gibi hareket ediyor

 

Emerson: Gördüklerim beni görmediğim yaratıcıya inanmaya mecbur ediyor.

 

[185] Şayet “Neden burada mühürleme fiili Allah’a isnat edilmiştir, oysa bu fiilin Allah’a isnat edilmesi, O’nun hakkı kabul etmekten, yolları ile hakka ulaşmaktan me ettiğine delâlet eder ki böyle bir şey çirkindir; Allah Teâlâ ise çirkin şeyleri yapmaktan münezzehtir, zira o hem çirkin olan şeyin çirkinliğini bilir hem de ondan müstağni olduğunu bilir. Kaldı ki, bizzat Allah Teâlâ, “Ben, asla kullara zulmedici değilimdir.” [Kāf 50/29]; “Ama onlara Biz zulmetmemişizdir; zalim olan kendileridir.” [Zuhruf 43/76] ve “Yüz kızartıcı bir şeyi Allah emretmez.” [A‘râf 7/28] gibi âyetlerde zâtını tenzih etmiştir. Kur’ân’da buna benzer daha pek çok âyet vardır?” dersen, şöyle derim: Bundan maksat, kalplerin adeta mühürlenmiş gibi olduğunu ifade etmektir. Mühürleme fiilinin Allah’a isnat edilmesinin sebebi ise, onların kalplerindeki bu sıfatın adeta sonradan kazanılmış ârızî bir nitelik değil de doğuştan gelen bir nitelikmiş gibi yerleşmiş ve güçlü olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim “falancanın cibilliyeti/ karakteri şöyledir”, “şu fıtrat üzere yaratılmıştır” gibi ifadeler kullanıldığında, o kişinin söz konusu hususta son derece sabit olduğu belirtilmiş olmaktadır.

 

Hem, senin vehmettiğin şey nasıl tahayyül edilebilir ki?! Zira bu âyetler kâfirlerin hatalarını yüzlerine vurmak, onların sıfatlarının çirkinliğini ve hallerinin kötülüğünü ortaya koymak üzere inzâl edilmiş, sonunda ise yine kâfirlere büyük bir azap uyarısı yapılmıştır.


İstiare: Gerçek anlamı, ona benzerliği olan başka bir anlam ile anlatma. Benzerlik ilişkisinden yararlanarak bir sözcüğü bir başka şekide anlatmak. İnatçı yerine katır demek. Kurnaz demek yerine tilki demek.


Onların kalpleri, onların kulakları sanki mühürlü gibidir diyor, istiare yaparak.


[186] [İkinci ihtimal olarak] “hatemallahü ala gulubihim”[kalplerini adeta Allah mühürlemiştir] cümlesinin bütün olarak bir mesel (benzetme) olması da mümkündür. Bu tıpkı ölüp giden biri ya da yok olan bir şey için, sâle bi-hi’l-vâdî [Vadi sel olup onu götürdü] denilmesi, uzun süre ortalardan kaybolan biri için, tārat bi-hi’l-ankā’u [Ankā kuşu onu alıp götürdü] denilmesi gibidir. Aslında söz konusu kişinin ölümünde vadinin ya da uzun süre ortadan kaybolmasında Ankā kuşu nun herhangi bir fiili yoktur, bu sadece bir temsildir. Ölen kişinin hali, temsil yoluyla, sanki vadinin sel suyu ile alıp götürdüğü kişinin haline; uzun süre kaybolan kişinin hali ise Ankā’nın alıp götürdüğü kişinin haline benzetilmiştir. İşte âyette de buna benzer şekilde kâfirlerin kalpleri, hakka karşı duyarsız ve taşlaşmış olduğu için, anlama konusunda tıpkı hayvanlar gibi olan sağır ve dilsizlerin ya da doğrudan hayvanların kalpleri gibi Allah tarafından mühürlenmiş kalplere benzetilmiştir. Ya da sanki Allah tarafından mühürlenmişçesine anlayışsız ve düşüncesiz olan kalplere benzetilmiştir. Yoksa onların kalplerinin hakka karşı taşlaşmış olmasında, hakkı kabule yanaşmamasında Allah Teâlâ’nın herhangi bir fiili söz konusu değildir. Allah bundan münezzehtir.

 

[187] [Üçüncü olarak;] bu isnadın bizzat kendisinde, Allah’tan başkasına atfedilen bir hususun isti‘âre yoluyla Allah’a atfedilmesi, O’nun hakkında kullanılmış olması da caizdir. Bu durumda mühürlemenin Allah’ın ismine isnad edilmesi mecazî olur. Ancak mühürleme fiili, Allah’tan başkası hakkında kullanıldığında hakiki anlamda kullanılmış olur. Bunun izahı şöyledir: Fiilin ilişki içerisinde olduğu birçok unsur vardır. Fâil, mef‘ûl, mastar, zaman, mekân ve sebep bunlardan bazılarıdır. Fiilin bunlar içerisinde sadece fâile isnadı hakiki mânadadır; ancak diğerlerine mecaz yoluyla isnat edilebilir ki buna isti‘âre denilir. Fiilin fâil dışındaki diğer unsurlara isnat edilmesi, onların fiil ile ilişki konusunda fâil ile benzerlik arz etmeleridir. Benzer şekilde insan cesareti itibariyle aslana benzeyebilir; bu sebeple de aslan ismi insan için isti‘âre olarak kullanılır. Yine sözgelimi “ĞİYŞETÜN RAZİYEH” [“razı olunan yaşam” (Kāri‘a 101/7)] ve “maun dafig” [“fışkırtılan su” (Tārık 86/6)] ifadelerinde olduğu gibi, anlam olarak mef ‘ûl olan şeye fiil isnat edilebilir. Bunun tam aksi şekilde seylün müf‘amün [dolup taşmış sel] ifadesinde fâil mef‘ûl olarak kullanılmıştır. Yine mastara fiil isnadına [mastarın fâil olarak kullanımına] örnek olarak şi‘run şâ‘irun [şairâne şiir ] ve zeylun zâ’ilun [sarkan kuyruk] örneklerini; zamana isnadına örnek olarak nehâruhû sā’imun ve leylühû kā’imün [gündüzü sāim, gecesi kāim] ifadesini, mekâna isnadın örneği olarak tarîkun sâ’irun [giden yol] ve nehrun cârin [akarsu] ifadelerini verebiliriz. Mekkeliler salle’l-makāmu [makām dua etti] derler. Fiilin sebebe isnadına örnek olarak da bene’l-emîru’l-medînete [şehri komutan inşâ etti] ve nâkatun dabûsun [ “ZABÜS”; mahpus deve] ve nâkatun halûbun [süt veren deve] örnekleri verilebilir. Şair şöyle demiştir:

Kazanın dibindeki artık, kendisini ödünç isteyene “olmaz” dediğinde... Hakikatte kalbe mühür vuran şeytan ya da kâfirdir, ancak şeytana da kâfire de bu kudret ve imkânı veren Allah olduğu için, fiilin sebebe isnat edilmesinde olduğu üzere burada da fiil Allah’a isnat edilmiştir.

 

[188] Dördüncü bir ihtimal şudur: Burada sözü edilen kimselerin iman etmeyecekleri, âyet ve uyarıların kendilerine fayda etmeyeceği, kendilerinde imanı hâsıl edecek ya da onları imana sevk edecek olan ilâhî lütuf ihsan edilecek olsa bile herhangi bir yarar sağlamayacağı, gönüllü olarak imana gelmelerinin hiçbir mümkün yolu olmadığı kesin olarak ortaya çıkmış ve anlaşılmış olduğu için geriye sadece onları zorlayarak, cebren iman ettirme seçeneği kalmıştır. Böyle bir durumda Allah Teâlâ, teklifteki maksat ihlal edilmiş olmasın diye onları imana zorlamamıştır. Bu yüzden de onları zorlamamış olmasını ifade etmek üzere “kalplerinin mühürlendiği” ifadesini kullanmış; böylece onların ancak zorlama ve cebr yolu ile sona erecek, başka hiçbir şekilde sona ermeyecek bir inat ve ısrar ile küfre saplanmış olduklarını bildirmek istemiştir. Âyette kullanılmış olan bu ifade, onların azgınlık ve sapkınlığa batmış olduklarını belirtmek için kullanılabilecek en mükemmel ifadedir.

 

Burda bildirilmek istenen, onların küfürde o kadar ısrarcı ve inatçı olmaları ki o yüzden mühürlü hale geldikleri ifade edilmiştir diyor.

 

[189] Beşinci ihtimal; âyette, bizzat kâfirler tarafından kullanılmış olan bazı sözlerin alaycı bir şekilde ifade edilmiş olmasıdır. Nitekim “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kılıflıdır; kulaklarımızda da ağırlık vardır. Seninle bizim aramızda bir perde var!” (Fussilet 41/5)] vb. ifadeler kullanmışlardır. Kâfirlerin sözlerinin alay ve tehekküm maksadıyla nakledildiği bir diğer âyet de şudur: “Ehl-i Kitap ’dan olsun, Müşriklerden olsun nankörce inkâr edenlerin tamamı, kendilerine apaçık kanıt gelinceye kadar güya, (ittifak ettikleri inkârcılıktan) ayrılacak değillerdi!” [Beyyine 93/1]

 

[190] Şayet “Âyette kullanılan lafızlar, kulakların hem mühürlenme ifadesinin kapsamına hem de perdelenme ifadesinin kapsamına girmesine imkân vermektedir, bu durumda hangisi esas alınacaktır?” dersen, şöyle derim: Mühürlemenin kapsamına girme ihtimali esas alınacaktır, çünkü “Kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği…” [Câsiye 45/23] âyetinde bunun böyle olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca kıraat imamları âyette “ve ala sem’ihim” ifadesinde vakıf yapmışlar, “ve ala gulubihim” ifadesinde vakıf yapmamışlardır.

 

[191] Şayet “ve ala sem’ihim”  ifadesinde “ala” harf- i cerinin tekrar edilmiş olmasının ne faydası vardır?” dersen, şöyle derim: Bu harf-i cer tekrarlanmasaydı o zaman mühürleme fiilinin nesneleri olan “kalpler” ve “kulak” tek harf-i cerle nesne olmuş olacaktı. Harf-i cer her bir nesnede tekrarlanınca, her birinin mühürlenmiş olduğu daha güçlü bir şekilde ifade edilmiş oldu.

 

[192] [Kalpler ifadesi çoğul olarak kullanıldığı halde] kulağın tekil olarak kullanılması, “Karnınızın tamamını değil, bir kısmını doldurun, böylece sağlıklı olursunuz” ifadesindeki kullanım tarzındadır. Araplar, herhangi bir anlam karmaşasına düşme riski olmadığı zaman, çoğul yerine tekil kullanırlar, fakat çoğul kastedilirken feresuhum [onların atı] ve sevbuhum [onların elbisesi] ifadesi kullanıldığında, bunu reddederler. Burada, ayrıca “kulak” [işitme] kelimesinin aslında mastar olduğunu ve mastarların çoğul yapılmadığını, burada da kelimenin aslının esas alındığını söyleyebilirsin. Nitekim “Kulaklarımızda ağırlık var…” [Fussilet 41/5] ifadesinde kulak kelimesinin çoğul kullanılması buna delâlet eder. Bir başka seçenek olarak, burada hazfedilmiş bir muzāf kelime takdir edebilirsin. Bu durumda ifade; “ve işitme duyularına” şeklinde olur. İbrahim b. Ebî Able [v.151/768] bu ifadeyi “ve ala esmaihim” [ve kulaklarına] şeklinde okumuştur.

 

Kalplerde, herkesi yaşatan o duyduya karşılık ediyor.  Kulak ifadesinde ise işitme duyusuna hitap ediyor.

 

[193] Şayet “ebsarihim” kelimesinde isti‘lâ harfi olan Sād bulunduğu için, Ebû Amr [v.154/771] ve Kisâî’nin [v.189/805] bu kelimede imâle yapmamaları gerekmez miydi?” dersen, şöyle derim: Kesreli Râ, tekrar ve adeta iki kesre gibi olduğu için, isti‘lâ harfine galip gelir. Bu ise kelimenin imâle ile okunmasına ve hatta imâle ile okunmayacak olanın bile imâle ile okunmasına çok yardımcı olur.

 

İki gözden beyne götürüyoruz. Kulak ise bir işitme duyusu. Hiç bir şey Kuran’da boşuna gelmemiş. 

Ebu Heysem, gözden ışığın gitmediğini, ışığın göze vurduğunu keşfediyor. .. O yüzden basar gözün nuru demek. Basar, görme lobudur, gördürendir.

Basiret de kalbin nurudur. Yüzdeki göz ile görüyoruz. Kalpteki nur ile de anlıyoruz, hissediyoruz. Hepsi etten kandan oluşmuş organlar ama Allah için ne marifetler yüklemiş. Robot yaparsın ama içine basireti koyamazsın.

 

[194] Basar, gözün nurudur; gören kimsenin kendisi ile gördüğü ve görülen şeyleri idrak ettiği vasıtadır. Basīret de kalbin nuru olup derin düşünüp kavramaya vesile olur. Bu ikisi sanki Allah Teâlâ’nın kavramayı ve görmeyi sağlayan iki alet olarak kalpte ve gözde yarattığı iki latif cevherdir.

 

Demekki gözümüz basarla dışarıyı görüyor, sınırlı bakar. Ama kalp gözü sınırsız görüyor. Kalp gözü ile her yere koşarsınız. Her yeri hissedersiniz. O yüzden baş gözünden korkma, basiret gözünden kork derler. Çünkü basiret gözü nereye yönlendirdiysek o nurla görür.

 

Yorumlar