Bakara Suresi 3-5. ayet [138-166. paragraflar]


Dersin ses dosyası

İman: Sınırlı olan insanın ezeli ve ebedi olana bağlanmasıdır. Sınırlı insanın sonsuzluk arayışında sınırsız, mutlak hakimiyet sahibi olana, ezeli ve ebedi olana bağlanmasıdır, dedik. 

 

İmanın dört anlamı

  1. Anlam: Onaylamak
  2. Anlam: Güvenmek
  3. Anlam: Güvende hissetmek.
  4. Anlam: Güven vermek.

 

Mümin dediğimz kişi şu; Hem inanıyor, hem güveniyor, çünkü imanın ahlakı güvenmektir, hem de güvende hissediyor ve güven veriyor.

 

Onunla kim beraber olursa olsun ona güvenir. Mü’minin böyle bir duruşu vardır. Efendimiz (SAV), Mekke’den Medine’ye hicret ederken, Hz. Ali’yi (RA) müşrikleri kandırmak için bırakmadı, birçok müşrikin efendimize eşya emanet etmeleri dolayısıyla, Hz. Ali’yi (RA) o emanetleri yerlerine bıraksın diye bırakıyor. Hicret gibi zor bir şartta bile emanete hıyanet olmasın diye arkada Hz. Ali’yi bırakıyor. 

Maslow’un bunu ihtiyaçlar hiyerarşisinde de buluyoruz. Güven bazı makalelerde birinci sırada geliyor. Güven olmasa yemeğinizi bile yiyemezsiniz.

Olduğunuz yer güven vermiyorsa önce o mekânda güven tesis etmeye uğraşırsınız. 

İman kalp mekânında güveni ihsas etmektir. 

O yüzden imanın aslı, güvenmek, o güvenle mutmain olmaktır.

Anthony Giddens’ın iman tanımı; 

Güvenmek onu göz altında tutmamak veya etkinliklerini bir kalıba uymaya zorlamaktan vazgeçmektir

Allaha olan güvenimizde bu olmalı. Mevla bize ne veriyorsa onda bir hayır olduğunu bilmektir.


[138] İman , emn kökünden if‘âl vezninde türemiş bir kelimedir. Bu meyanda kelime âmentühû [ona güvendim] ve âmentuhû ğayrî [başkası beni kendine güvendirdi] şeklinde kullanılır. Sonra biri diğerini tasdik ettiği zaman da, âmenehû denilir. Bunun hakikat anlamı ise, “yalanlamayacağı ve muhalefet etmeyeceği konusunda ona güvence verdi” şeklindedir. İmanın, mef‘ûlünü Bâ harf -i ceri ile almasının sebebi ise, bu kelimede “onaylıyorum” ve “itiraf / kabul ediyorum” anlamının bulunmasıdır. Ebû Zeyd el-Ensārî ’nin [v.215/830] Araplardan naklettiği mâ âmentü en ecide sahâbeten [Arkadaş bulacağıma güvenemedim] ifadesinde geçen imanın aslı ise güvenmek, sükûn bulmak ve mutmain olmaktır. “Yü’minune bil ğaybi” ifadesi için her iki yorum da uygun ve güzeldir. Zira anlam, “onlar gaybı kabul ederler” veya “gerçek olduğu konusunda ona güvenirler” şeklindedir.

 

Yani Amentü billahi derken, onaylıyorum ve güveniyorum, mühür basıyorum, diyoruz.

Güvenlerinde ufacık bir şüphe, sarsıntı olmaz.

Yalanlayamayacağı ve muhalefet edemeyeceğine güven verme anlamına gelir.

İman be harficeri ile geldiğinde onaylıyorum, güveniyorum anlamına gelir.

İmanın ahlakı güvendir. 

Bu da şudur. Siz inandığınıza o kadar güveniyorsunuz ki, onun söylediklerine güveniyorsunuz, onun yasaklarının doğruluğuna güveniyorsunuz ve öyle yaşıyorsunuz. Ama günümüzde ahlak, ruhun bir ifadesi olarak değil, bedenin bir ifadesi olarak kullanılıyor. Ahlak zihinsel bir kavramdır. Bizim eylemlerimizde erdem, ahlak gözükür. Bizim ahlakımız dilimizde gözükmez. Bu yüzden iman iddiadır, ameli salih ise imanın ispatıdır. Ne kadar iman ediyoruz dersek diyelim bunun ıspatı erdemli davranışlarımızdır.

İmanın etimolojik kökünde güven vardır. Nasıl ki, annene, kardeşine evi bırakıp gittiğinde gözün arkada kalmayıp, o kötü bir şey yapmaz demen gibi. İçimiz rahat, mutmain. İşte bu güvendir. Allah’a güven’de böyledir. O’nun yasaklarına, emirlerine, O’nun bütün söylemlerine, gösterdiği her türlü tavsiyesine kadar her konuda kalbin güvende olmasıdır. 

 

Bunla ilgili;

İmanın ahlakı güvenmek konusuna örneğin:

İman matematiği ile rasyonel matematik aynı çalışmaz. Rasyonel matematiğe göre 40’tan bir çıkartırsınız, 39 kalır ama iman matematiği başka işler.  İman matematiğinde o kadar eminiz ki, bir veririz ve o kadar eminiz ki, en az bire on verir. İman matematiği güvenle işler. Güvensiz işlemez. 

 

Başkalarının adımlarına ayak uydurmak, başkalarının varacağı yere varmak demektir.

Atasoy Müftüoğlu

 

142. Sayfa:

[139] “Bil ğayb” kelimesinin imana bağlı olmayıp [yani iman edilecek şey anlamında olmayıp], hal konumunda olması da mümkün olup anlam, “iman ettikleri şey kendileri açısından gayb olduğu halde ona iman ederler” şeklindedir. Bu durumda [iman ile gayb arasındaki ilişkinin] hakikati; “onlar gayb halinde iken iman giysisini giyerler” şeklindedir. Nitekim “ellezine yahşavne rabbehum bil ğaybi” [“Rablerinden gayb halinde haşyet duyanlar.” (Fâtır 35/18)] ve [“Gıyabında asla kendisine hıyanet etmediğimi bilmesi için…” (Yusuf 12/52)] âyetlerinde de bu durum söz konusudur. Bunu destekleyen bir husus da şudur: İbn Mes‘ûd (r.a.)’ın [v.32/652] talebeleri, sahabeden ve onların imanından söz ettikleri vakit, İbn Mes‘ûd şöyle demiş: “Peygamber (s.a.)’in peygamberliği kendisini görenler için ayan beyan idi. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, hiçbir mü’min gayben iman etmekten daha faziletli bir imana sahip olabilmiş değildir.” İbn Mes‘ûd bu sözü söyledikten sonra işbu âyeti okumuştur.

 

[140] Şayet “Buradaki “Bil ğayb” kelimesini iman ile ilişkilendirmek ya da hal olarak düşünmek seçeneklerinde, bu kelimeden kastedilen murad nedir?” dersen, şöyle derim: Eğer “Bil ğayb” kelimesini “iman edilecek şey” anlamında kabul edersen, o zaman anlamı “gaib olan şey” şeklindedir. Bu durumda “Bil ğayb” ya mastarın isim şeklinde kullanmış hali olmaktadır ya da fey‘al veznine sokulmuş, fakat [şeddeli harflerinden biri atılarak] hafifletilmiş hali olmaktadır. İlk durumda, yani “Bil ğayb” kelimesinin mastarın isim şeklinde kullanmış hali olması durumunda, bu kelime “Ğabeş şey’ ” şeklindeki kullanıma benzer. Buna benzer şekilde şehâdet kelimesi de “şâhit” anlamında kullanılır. Nitekim Allah “Alimül ğaybi ve şşehadeh” [Zümer 39/46] âyetinde gaybı gâib, şehâdeti de şâhit anlamında kullanmıştır. Ayrıca Araplar biraz alçakça, çukurca olan yerlere gayb ismini vermişlerdir. Nadr b. Şümeyl ’in [v.204/820] şöyle dediği nakledilir:

 

Develer, böbrek çukurlarını suya boğacak kadar içtiler

 

Burada “gayb /guyûb” kelimesi ile böbrek bölgesinde bulunan ve deve su doldurduğu

zaman çatlayacak olan midecik” kastedilmiştir.

“Bil ğayb” kelimesi fey‘il veznine sokulmuş, fakat [şeddeli harflerinden biri atılarak] hafifletilmiş hali olması da mümkündür. Bunun örneği kayyilün kelimesinin

kaylün şeklinde hafifletilmiş olmasıdır.

 

[141] Gaybdan murat, her şeyden haberdar olan Allah’ın ilmi dışında hiçbir ilmin nüfuz edemediği gizli şeydir.Biz gayba dair ancak Allah Teâlâ’nın bize bildirdiği ya da bilmemiz için delillerini gözümüzün önüne [tabiata] dikmiş olduğu şeyleri bilebiliriz. Bu sebeple de herhangi bir kimsenin mutlak mânada gaybı bildiğini söylemek caiz değildir. Yüce yaratıcının

zâtı, sıfatları, nübüvvet ve ona ilişkin hususlar, diriliş, mahşer, hesap, vaat, vaîd ve benzeri hususlar gaybın kapsamına girer. “Bil gaybi” kelimesini hal kabul ettiğin takdirde ise anlamı, “gaybet, gizlilik” olur.

 

Kimse gaybı bilemez. Onlar dahi Allah’ın bildirdiklerini bilebilirler.

 

[142] Şayet “Sahih iman nedir?” dersen, şöyle derim: Sahih iman, kişinin hakka kalben inanması, onu dili ile ifade etmesi ve amelleri ile tasdik etmesidir. Kalben inanmayı ihlal eden kişi dili ile şehadet getirip amel etse dahi, münafıktır. Şehadeti ihlal eden kişi kafirdir; ameli ihlal eden kişi ise fâsıktır.

 

İmanın mekanı kalptir. İman kalbin eylemidir. 

Herşeyin eylem tarafı var. Demekki kalbin eylemi de imanmış. 

Dua ederken, Allah’ım kalplerimizi iman üzere sabit kıl” diye dua ediyoruz. Beden ayağından bahsetmiyor. Kalbin ayağından bahsediyor. Kalbimizin eli var. Kalbimizin eli vermeyince bedenin eli vermiyor.   

Kalbimizin ne kadar iman ederse, elimiz, gözümüz, bedenimiz o kadar iman ediyor. Bütün iman kalpte. 

O yüzden diyor ki; Kalben inanmayı ihlal eden kişi dili ile şehadet getirip amel etse dahi, münafıktır. 

Gaybı ihlal eden münafık, şehadeti ihlal eden kafir. Ameli ihlal eden de fasıktır.

 

[143] Salâtı ikāme etmen in mânası, [i] rükünlerinin doğru düzgün eda edilmesi; farzlarında, sünnetlerinde ve âdâbında herhangi bir kusur olmasından sakınılmasıdır. İkāme kelimesinin bu kullanımı, bir sopayı dik bir şekilde koyan kimse için kullanılan ekāme’l-‘ûde ifadesinden gelmektedir. İkāmenin mânası, [ii] namaza devam etmek, onu muhafaza etmek de olabilir. Bu mânada Allah Teâlâ “Onlar ki; berdevamdırlar namazlarına” [Ma’âric 70/23] ve “Onlar ki; namazlarını, üzerine titreyerek eda ederler.” [Mü’minûn 23/9] buyurmuştur.

Kelimenin bu mânada kullanımı, pazara getirilen ticarî metâlar tükendiği [yani pazar iyi kazandırdığı] zaman söylenen kāmeti’s-sûku ifadesinden gelmektedir; biri pazarda iyi kazandığında ekāme’s-sûka denir. Nitekim şair şöyle demiştir: 

Vuruşma pazarını tam bir yıl canlı tuttu Gazâle, Irakeyn11 halkı için!

Zira namaz; muhafaza edilip devamlı kılındığı zaman, muhassılların / alıcı tüccarların kendisi için rekabet ettiği çok rağbet edilen değerli bir ürün gibi olmakta; kılınmayıp zayi edildiği zaman ise kazandırmayan, rağbet de görmeyen ürün gibi olmaktadır.

 

Demek namaz insanı ayakta dimdik tutan bir ibadetmiş.

Demek namaz aynı zamanda kılana değer kazandıran bir şeymiş. Kılınmadığında da, rağbet görmeyen bir ürün gibi olur.

 

[144] İkāme, [iii] namazı edâ etmek için kolları sıvayıp kararlılık göstermek, namaz kılan kimsede herhangi bir gevşeklik ve önemsemezlik halinin bulunmaması anlamına da gelebilir. Nitekim bu mânada kāme bi’l-emri [işi (sıkı bir şekilde) yaptı] ve kāmet el-harbü ‘alâ sâkıhâ [savaş kızıştı] denilir. Bunun aksi mânada, yani insan bir işi yapmakta tembellik gösterdiği, ağırdan aldığı zaman da ka‘ade ‘ani’l-emri [işten kaytardı] denilir.

 

.. Namazı ikame etmek demek, bir işi kararlı bir şekilde yapmak.

Namaz kılan insan kararlıdır.

Namaz kararlılık göstergedisir.

İkamenin anlamları:

Sopayı dik tutmak.

Rağbet edilen, kazandıran,

Kolları sıvayıp kararlılık gösteren.

 

[145] İkāmeden [iv] namazın edâ edilmesi de kastedilmiş olabilir. Bu durumda namazın iç rükünlerinden biri kıyam olduğu için, tamamı hakkında bu ifade kullanılmış olmaktadır. Nitekim namazın tamamını ifade etmek üzere kunût -ki kıyâm anlamındadır- rükû ve secde kelimeleri de kullanılmaktadır. Yine, namazda tesbih bulunduğu için, namaz kılan kimse hakkında “teşbih etti” de denilir. Nitekim Allah Teâlâ “Felv la ennehu kane minel musebbihiyn” [Sāffât 37/143] âyetinde tesbîhi bu mânada kullanmıştır.

 

[146] Salât kelimesi sallâ fiilinden fa‘letun veznidir; tıpkı zekkâ - zekâten denildiği gibi. [ “esselva” şeklinde] Vav ile yazılması ise, Lâm’ın kalın okunması içindir. “Sala”fiilinin asıl anlamı, kalçaları hareket ettirmektir. Nitekim namaz kılan kişi rukû ve secde esnasında bunu yapar. Buna benzer bir fiil de, Yahudilerin karşılarındakine saygı göstermek için başlarını eğerek eğilmeleri durumunda kullanılan “Keffera” kelimesidir. Çünkü Yahudi bu hareketi yaparken kasıkları üzerine eğilir ki kasıklara da kâfiretun denir. Dua edene de, huşû itibariyle rükû ve secde eden kimseye benzediği için musallî denmektedir.

 

...

Salat yaslanmaktır. Salat, kulun Rabine yaslanmasıdır, kulun imanına yaslanmasıdır, Kulun manevi bir eylemine yaslanmasıdır. Kulun Allah’a yaslanmasıdır.

….

Kuran’da salat kelimesi 18 manada geçiyor.

 

[147] Allah Teâlâ’nın âyette rızkı kendisine izafe etmesinin sebebi, insanların Allah’a izafe edilmeyi ve “O’nun nasip ettiği şey” diye adlandırılmayı hak eden mutlak helalleri infâk ettiklerini bildirmektir. Cümlede kısmilik anlamı veren Min harf-i cerinin bulunması ise, mü’minlerin israftan ve yasak olan saçıp savurmadan muhafaza edilmeleri içindir. Fiilin mef‘ûlünü fiilden önce zikretmesinin sebebi, onun daha önemli olduğunu göstermektir. Bu durumda sanki şöyle demiş olmaktadır; “Onlar helal mallarından bazılarını hususi olarak sadaka için tahsis ederler.”

Hz Ayşe der ki, rızkı kişinin boğazından geçenler sananların şaşarım akıllarına.

 

[148] Bununla farz olan zekâtın kastedilmiş olması da mümkündür, zira bu ifade zekâtın kardeşi ve ikizi olan namaz ile birlikte zikredilmiştir. Ayrıca bu ifade ile farz olan zekât dışında hayır yolunda yapılan diğer infaklar da kastedilmiş olabilir, zira kelime, her türlü infakı kapsayabilecek şekilde herhangi bir kayıt olmaksızın, mutlak olarak kullanılmıştır.

 

[149] Nefeka fiili ile nefede [tükenme] fiili kardeştir. Ya‘kūb b. İshak es-Sikkît’den [v.244/858] enfeka [harcadı] fiili ile enfede [tüketti] fiilinin bir olduğu nakledilmiştir. Dikkatlice düşündüğün zaman görebilirsin ki, ilk harfi Nûn, ikinci harfi ise Fâ olan bütün fiiller çıkmak, gitmek vb. bir anlama delâlet eder.

 

Allah enfekna yerine enfedna da diyebilirdi ama nefede tükenmek demek, tüketmek demek. Ama infakta tüketmiyoruz. Tüketmek onu çıkartmak, yok etmek anlamlarına gelir, birşeyi yoksullaştırmak ve yoksunlaştırmak demek. Ama infakta var etmek vardır.

 

4. Onlar ki; senden önce indirilmiş olana da sana indirilene de iman ederler; Ahirete yakinen iman edenler de onlardır.

 

[150] Şayet dersen ki; “İman edenler ” ifadesi ile kastedilenler önceki âyettekilerle aynı mıdır yoksa farklı kimseler midir? Çünkü atıf harfi olan Vav, ‘o cesurdur ve cömerttir’ gibi farklı nitelik bildiren ifadeler arasında kullanılır.

Şairin;

Kerem sahibi hükümdara ve hükmü geçerli büyük sultanın oğluna,

Ve savaş meydanında ordu birliklerinin aslanına...

ifadesinde ve;

Vah babam Zeyyâbe’ye! Sabah sabah baskın verip, ganimet alarak geri dönen [ve bu şekilde bana kahramanlık taslayan şu adamı duysa kahrolurdu] ifadesinde olduğu gibi.

[151] Cevaben şöyle derim: Buradaki ifade ile Abdullah b. Selâm [v.43/664] vb. Ehl-i Kitap mü’minleri kastedilmiş olabilir; bunlar iman edince, imanları Allah tarafından inzâl edilen bütün vahiyleri kapsar hale gelmiş; ahirete öylesine kesin bir şekilde iman etmişlerdir ki, daha önce sahip oldukları inançlar yok olmuştur. Daha evvel; Yahudi veya Hıristiyan olmayanların cennete giremeyeceğine; cehennem ateşinin kendilerine ancak sayılı birkaç gün dokunacağına vs. inanmaktaydılar. Böylece, yeniden dirilişe, ruhların tekrar bedenlerine gönderileceğine inanmakta [Müslümanlarla] birleşiyorlar, fakat şu konuda ayrışıyorlardı:

Bir grup âhirette insanların yiyeceklerden, içeceklerden faydalanmaları ve cinsel hayatları gibi konulardaki durumunun dünyadaki gibi devam edeceğine inanırken, diğeri bunu reddediyor ve bu tür şeylere sadece dünya hayatında ve salt bedenlerin gelişimi, nesillerin çoğalması için ihtiyaç duyulduğunu, cennet ehlinin bunlardan müstağni olduğunu ve onların ancak bir kokuyla, hoş bir esintiyle, güzel bir ses dinlemeyle huzur bulacaklarını söylüyorlardı. Ahiret hayatının ebedî olup olmadığı konusunda da ihtilâf içerisindeydiler. [İşte, inançları farklı olduğundan] ‘atfedilenler’ ile ‘atfedildikleri’ birbirinin aynı olmamaktadır.

 

[152] “İman edenler” ifadesi, önceki âyette geçen aynı ifadenin vasfı da olabilir. Bu durumda aralarında atıf harfinin bulunması, onların önceki âyette zikredilen vasıflarla bu âyette zikredilen vasıfları bir araya getirmiş oldukları anlamına gelmektedir.

 

[153] “Eğer iki âyetteki iki ifade ile aynı kimseler kastediliyorsa, o zaman bunların hepsi müttakîler olarak nitelenen kimselere dâhil midir, değil midir?” dersen, şöyle derim: Eğer bu âyetteki “velleziyne yü’minune” ifadesini önceki âyetteki onlar gayba iman ederler” ifadesine atıf olarak düşünürsen, o zaman onlar da “muttakiler” olarak nitelenen kimselere dâhildirler; bu durumda takva sıfatı hem Ehl-i Kitap mü’minlerini hem diğerlerini kapsar. Fakat eğer doğrudanmüttakiler” ifadesine atfedersen, o zaman bu âyette sözü edilen kimseler müttakîler” ifadesinin kapsamına dâhil olmaz. Bu durumda sanki şöyle denilmiş olur: “O, hem müttakiler için hem de gerek sana inzâl edil[mekte olan]a gerekse daha önce inzâl edilmiş olanlara iman edenler için hidayettir.”

 

[154] “Peki, ‘sana inzâl edilen’ ifadesi ile Kur’ân’ın ve şeriatın tamamı kastediliyorsa, nasıl geçmiş zaman kullanılabilmiş? Zira bu kimseler iman ettiklerinde henüz Kur’ân ve şeriat tamamlanmamıştı. Eğer ‘sana inzâl edilen’ ifadesiyle Kur’ân’ın o zamana kadar inzâl edilmiş olan kısmı kastediliyorsa, o zaman bunların imanı, inzâl edilmiş olanın bir kısmına iman etmekten ibarettir; oysa imanın hem o zamana kadar inzâl edilmiş olanları hem de gelecekte inzâl edilecek olanları kapsaması zorunludur” dersen, şöyle derim: “Sana inzâl edilen” ifadesi ile Kur’ân’ın tamamı kastedilmiştir. O dönemde henüz Kur’ân’ın tamamı inzâl edilmemiş olduğu halde, geçmiş zaman kipi kullanılarak “inzâl edilen” denilmiş olması, mevcut olanı galip unsur kabul edip mevcut olmayanı ona dâhil etmektir ki bu, tağlîb adı verilen bir kullanımdır. Tağlîb bir şeyin bir kısmını, tamamı olarak değerlendirmektir. Örneği:

“Ben ve sen yaptık” denilirken mütekellim sıygası muhatap sıygasına,

“Sen ve Zeyd yapıyorsunuz” derken muhatap sıygası gâib sıygasına tağlîb yoluyla tercih edilir. Ayrıca Kur’ân’ın bir kısmı inzâl edilmiş, diğer bir kısmı ise inzâli beklenir durumda olduğu için, tamamı inzâl edilmiş ve inzâli tamamlanmış gibi değerlendirilmiştir. “Biz, Musa’dan sonra indirilen bir kitap dinledik.” [Ahkāf 46/30] âyetinde de bu durum söz konusudur. Çünkü onlar kitabın tamamını dinlememişlerdi, zira o dönemde tamamı inzâl edilmemişti. Ancak burada da tağlîb sıygası kullanılmıştır. Buna benzer şekilde “falancanın söylediği her kelime fasihtir”, “konuştuğu her şey ender hususlardır” gibi ifadelerde de geçmiş zaman sıygası kullanılsa da, sadece geçmiş zamanda yapılan fiiller değil, geçmiş - gelecek bütün fiiller kastedilir.

 

[155] Yezîd b. Kutayb [v.120/ 737 ] “Ünzile” fiilini; “Bima enzele ileyke ve ma inzele min gablike” [O’nun sana indirdiklerine ve senden evvel indirdiklerine] şeklinde fâili belirtilmiş olarak okumuştur.

 

[156] Burada “Ve bil ahiretihüm yuginun” [Ahirete yakinen iman edenler de onlardır] cümlesinde, önce “ve bil ahirah” ifadesinin zikredilmesi ve “yuginun” [yakinen iman ederler] fiilinin “hüm” [onlar] zamirinin ardından getirilmesi, Ehl-i Kitab’ a ve onların ahiret hayatı konusundaki gerçeğe aykırı inanışlarına bir gönderme olup, bu tür inanç ve sözlerinin yakīnî bir inançtan sādır olmadığı, kesinliğin ancak Hazret-i Muhammed’e ve daha önce indirilenlere iman eden kimsenin inancında bulunduğu vurgusu söz konusudur. 

 

[157] “İkan” her tür şek ve şüpheden uzak bir şekilde, sağlamca inanmak demektir.

 

İman kemale ulaştığı zaman ikan’e döner.

İmanın en üst derecesi “ikan”dır.

Hz. Ali derki;

Bana gaybın kapıları açılsa ve ben cenneti ve cehennemi görseydim vallahi bende en ufak bir değişiklik olmazdı.

[158] Âhiret , -evvel kelimesinin zıttı olan- âhirin müennes formudur. Ahiret “tilkeddarul ahireh” [“o ahiret yurdu” (Kasas 28/83)] âyetinde olduğu gibi, dâr / yurt kelimesinin sıfatı olup, dünyâ kelimesi gibi mevsufundan müstakil olarak kullanılan sıfatlar türündendir. Nâfi‘in [v.169/ 785] “ve bil ahirah” ifadesini, “dabbetül ard” [Sebe’ 34/14] ifadesinde olduğu gibi, Hemze ’yi hazf edip harekesini Lâm’a vererek [ve bilâhıreti şeklinde] okuduğu rivayet edilmiştir. Ebû Hayye en-Nümeyrî [v.170/ 786] “yuginun” kelimesini Hemze ile “yü’ginun”  şeklinde okumuştur. Bu okuyuşta Nümeyrî, Vav’ın ötresini yanındaki harfe vermiş, Vav’ı da tıpkı، “vücuhun vüggitet” vb. kelimelerde olduğu gibi, dönüştürmüştür. Benzeri şudur:

Çok sevdirildi bana ateş yakan şu ikisi, [yani evlatlarım] Mu’sa

Ve Ca‘de… Yakıt[ın saçtığı alevler] aydınlatınca yüzlerini

 

5. Bunlardır işte, Rablerinden gelen hidayet üzere olanlar… Bunlardır işte, felaha erecekler…

 

[159] Eğer  “Elleziyne yü’minune bil ğaybi” [gayba iman edenler] cümlesi mübteda kabul edilirse, “ülaike ala hüden” cümlesi mahallen merfû‘dur; aksi takdirde bu cümlenin i‘râbda mahalli yoktur. Her iki durumda da buradaki âyetlerdeki söz dizimi (nazım) şu şekildedir: [i] “Elleziyne yü’minune bil ğaybi”cümlesi mübteda kabul edildiğinde yeni bir cümlenin başı sayılmış olur. Zira “ hüden lil muttakiyn” ifadesinde Kur’ân’ın hususen muttakiler için hidayet olduğu ifade edilince insanın aklına, “Acaba Kur’ân neden herkes için değil de hususen muttakiler için kılavuz kılınmıştır?” gibi bir soru gelmektedir. İşte,

“Elleziyne yü’minune bil ğaybi” cümlesi bu muhtemel soruya cevap olarak gelmiş, başka kimselerin değil de, hususi olarak muttakilerin bu lütfa nail olmasını gerektiren özelliklerini de kapsayan bir niteleme yapılmıştır. Bu durumda anlam şöyledir: İşbu inanç ve amellere sahip olanlar, Allah tarafından hidayete erdirilmeye ve kurtuluş lütfuna nail olmaya layık kimselerdir. “Peygamber (s.a.), kendisine kol kanat geren, başındaki sıkıntıları savuşturan Ensar ’ı sevmiştir; çünkü sevilmeye layıktırlar bunlar.”. İfadesi de buna benzer. [ii] “Elleziyne yu’minune bil ğaybi” cümlesinin, “huden lil muttakiyn” ifadesine tâbi (sıfat) olduğunu düşünürsen; o zaman “ulaike ala hüden” ifadesi cümle başlangıcı olur. Sanki “Neden hidayet sadece bu sıfatlara sahip olan kimselere ait gösterildi?” diye sorulmuş ve “diğer insanlar değil, bu özellikleri taşıyan insanların, dünyada hidayeti, âhirette ise felâhı elde etmeleri hiç de uzak bir ihtimal değildir” diye cevap verilmiştir.

 

[160] Bil ki, kendisinden önceki ifadelerle ilişkili olduğu halde yeni bir cümle olarak başlayan istinaf cümlelerinin bu türünde bazen “Zeyd’e ihsanda bulundum; Zeyd ihsana layıktır” cümlesinde olduğu gibi kendisinden söz edilen şey yeni cümlede bizzat isim olarak tekrar edilir, bazen de “Zeyd’e ihsanda bulundum; senin bu kadim dostun ihsana layıktır” cümlesinde olduğu gibi, sıfatları tekrar edilir. İsti’nâfın sıfatın tekrarı ile yapılması daha güzel ve edebî olur, çünkü bu, ihsanı neyin gerektirdiği sorusuna cevap barındırmakta ve bunu özetle bildirmektedir.

 

Bu bir vurgudur. Hidayetin niye muttakilere ait olduğu vurgusudur. Muttaki kalbini, düşüncesini, sözünü tutan adamdır. Ağzına geleni söylemeyen adamdır.

 

Hangi madde varsa ona çekildiğiniz unutmayın.

Kir kiri çeker. Temiz temzi çeker. 

[161] Şayet “İlk sıla cümlesi, yani “elleziyne yu’minune” ا [onlar ki iman ederler] ifadesi muttakiler”in sılası olması, ikinci sıla cümlesinin ise mübteda olarak merfû‘ olması, haberinin de “ulaike” olması mümkün müdür?” dersen, şöyle derim: Evet, hidayet ve kurtuluşun muttakilere tahsis edilmesi, Hazret-i Muhammed’in nübüvveti ne inanmadıkları halde kendilerini hidayet ehli zanneden ve Allah katında kurtuluş uman Ehl-i Kitab ’a göndermedir. Nitekim işaret ismi olan “ulaike” ifadesinde; kendisinden sonra zikredilen şeyi, yani kurtuluşu, elde etmeye ehil olan kimselerin, sayılan hasletlerinden dolayı daha önce zikredilen mü’min kimseler olduğu anlamı vardır. Bu kullanıma benzer şekilde şair Hâtem-i Tā’î [v.578] önce, “Allah’ın öyle bir yoksul kulu var ki!” diye söze başlamış; ardından ona ait pek çok üstün sıfat sayıp, şu dizeleri ile sıfatları saymaya devam etmiştir:

İşte böyle biri; ölecek olsa onun övgüsü yeter bana

Asla kınanacak zayıf bir hale düşmez yaşarsa da 

 

[ 162] “Ala hüden” [Hidayet üzere] ifadesindeki “ala” harf -i cerinin verdiğiüzere olma anlamı” (isti‘lâ), sözü edilen kimselerin hidayete sahip olma imkânları ve hidayet üzere kalma konusundaki istikrarlarını anlatan bir mesel anlamındadır. Onların bu durumu, bir şeyin üzerine çıkan, ona binen kimsenin durumuna benzetilmiştir. “O, hak üzeredir”, “O, bâtıl üzeredir” şeklindeki ifadelerde de aynı durum söz konusudur. Nitekim ce‘ale’l-ğivâyete merkeben [azgınlığı binek edindi], imtetā el-cehle [cehaleti binek edindi], ikte‘ade ğâribe’l-hevâ [hevasının semerine oturdu] gibi meşhur Arap deyimleri nde bu benzetme açıkça yapılmıştır.

 

İnsan neyin üzerindeyse, neyin izini takip ediyorsa onun üzerine oturmuş, onu binek edinmiştir. İnsan azgınlığı, cahilliği de binek edinmiş olabilir. Ona oturan o tarafa foğru giderler.

 

[ 163] “Hüden min rabbihim” [Rablerinden bir hidayet ] ifadesi, onlara bu hidayetin Allah tarafından verildiği, O’nun lütfu ve muvaffakiyeti olduğu, mü’minlerin bu lütuf ve muvaffakiyet sayesinde hayırlı ameller işlemeye, fazilet basamaklarında yükselmeye nail oldukları anlamına gelmektedir. “hüden” [hidayet] kelimesinin nekre (belirsiz) olarak kullanılması bu kelimeye künhüne erişilmez, değeri takdir edilemez bir tür müphemlik vermek içindir. Sanki burada, “falancayı görecek olsan, adam görmüş olurdun” ifadesinde olduğu gibi bir anlam kastedilmekte, “hem de ne hidayet!” denilmiş olmaktadır. el-Hüzelî şöyle demiş:

Ey kuşluk vakti Halid’in cesedi üzerine çöken akbaba!

Gerçekten büyük bir ziyafete kondun!

 

[ 164] “Min Rabbihim” ifadesindeki Nûn, ğunneli ve ğunnesiz olarak idğâm yapılmak sûretiyle okunur. Kisâî [v.189/805], Hamza [v.156/773], Yezîd [v.120/737], Verş [v.197/812] -bir rivayetinde- ve İbn Kesir ’in [v.120/738] ravilerinden Haşimî [v.216/831] ğunnesiz okurken diğer imamlar ğunneli okumuşlardır. Ebû Amr ’dan [v.154/771] ise her iki okuyuş da rivayet edilmiştir.

 

[ 165] “Ulaike”  [Bunlardır işte] ifadesinin tekrarı ile; hidayet ayrıcalığı nasıl mü’minlere tahsis edilmişse kurtuluşun da yine onlara tahsis edilmiş olduğuna dikkat çekilmektedir. Ancak bu iki ayrıcalıktan her biri, tek başına zikredilmesi durumunda dahi yeterli, başlı başına bir ayrıcalık ifade edecek şekilde getirilmiştir.

 

[166] Şayet “Âyette geçen ikinci “ulaike” neden atıf harfi ile öncekine atfedilmiştir;

[“Onlar (nereye gideceğini bilemeyen) davarlar gibidir, hatta daha şaşkın haldedirler. Onlardır işte gafiller.”] [A‘râf 7/179] âyetindeki ifade tarzı ile buradaki arasında ne fark vardır?” dersen, şöyle derim: Burada “ulaike”  ifadesinin kullanıldığı iki cümlede, birbirinden farklı iki haber söz konusudur; bu yüzden atıf harfi kullanılmıştır. Oysa örnek olarak verdiğin âyette iki haber farklı değildir, zira orada sözü edilen kimselerin gafil oldukları tescil edilmekte ve kendileri davara benzetilmektedir ki bu ikisi aynı şeydir. Dolayısıyla ikinci cümle, ilkinde ifade edilen hususun onaylayıcısı olarak gelmiştir. Bu durumda atıf harfine gerek yoktur.

 

 

Yorumlar