Fatiha Suresi- Keşşaf Sayfa 78-99

Dersin ses dosyası

Fatiha Suresi:

 

1.     Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.

Hamd, medih, şükür

Hamd ve medh kelimeleri kardeş olup, anlamları nimet vb. güzel şeylere karşı övmek ve övgü dolu sözlerle seslenmektir. Şükr ise sadece nimete karşılık olup kalp, dil ve uzuvlarla

Yapılır, der Zemahşeri.

Nitekim diğer tefsir ve lügatlarla  bir araya getirildiğinde;

Medih: inanarak ve inanmayarak da yapılan övgüdür. O vasfa sahip olsun, olmasın, yapılır.

Hamd’de ise daha geniş bir mana vardır. 

Hamd: Nimet olsa da olmasa da yapılır. Her türlü durumda yapılabilir. Allah’a sunulur.

Şükür ise nimet karşısında yapılan edadır.

 

Hamd, şükrün bir bölümünden ibaret olup sadece dil ile yapılır. Nitekim Peygamber (s.a.); “Hamd şükrün başıdır, Allah’a hamd etmeyen kul, O’na şükretmiş olmaz.” [Beyhakī, Şu‘abu’l-îmân 33/1] buyurmuştur.

 

Şükür üç türdür:

1-    Kavli şükür: Dil ile yapılan şükür. Elhamdülillah, Allah’a şükürler olsun, gibi sözler kavli şükürdür. Şükrün dile aksetmesidir.

2-    Kalbi şükür: Asıl eylemin yeri kalptir. Kalbin, nimetin her birini fark ederek yolculuk yapmasına denir. Allah’ın verdiği nimetlere kalp odaklanıyorsa, bu kalbidir.

3-    Bedeni şükür: Uzuvların şükrü. Bedeni şükür de ikiye ayrılır.

a.     Uzuvları doğru yerde kullanmaya “bedeni şükür” deniyor. Bedenin şükrü, hangi alanda mahirseniz, onu kullanıyorsanız bu da bedeni şükürdür. Eylemi doğru yapmak, Allah rızası için yapmak, hakikat için de yapmak da bedeni şükürdür.

b.    Bedenin yaşadıklarından dolayı herhangi bir olumsuzluğa, çıkmaza kendini sokmaması da bedeni şükürdür. 

Mevlana: Şükretmek, surat ekşitmekse, sirkeden daha çok şükreden olmaz

Hazret-i Peygamber’in hamdi şükrün başı olarak ifade etmesinin sebebi şudur: Nimeti dil ile zikretmek ve nimet sahibine övgüde bulunmak, kalben övmeye ve uzuvlarla

övmeye nazaran daha yaygın olup meramı daha iyi ifade edicidir. Çünkü kalp ile olan övme gizlidir, uzuvlarla yapılan övgü ise başka anlamlara da gelebilir. Oysa dilin ameli olan konuşma böyle değildir; o, gönülde gizli olan her şeyi açıkça ifade eder ve farklı anlamlara gelmesi muhtemel karışıklıkları açıklığa kavuşturur.

Hadis: Hamd etmeyen kul, Allah’a şükretmiş olmaz.

Kavli şükür, en açık zikirdir. Beden ve kalbin zikri ise gizlidir. Sadece Allah hakikatini bilir. Kalbin ve bedenin şükründe riya yoktur.

Hamd kötülemenin, şükür ise nankörlüğün karşıtıdır.

Hamdin karşıtı şikayet etmektir. Örneğin, bir insan hep olumsuzluğa odaklanıyorsa hamd etme becerisi eksiktir.

Şükür; nankörlüğün karşıtıdır. Nimetin geldiği yeri unutursanız, nankörlüğe dönüşür.

Bu nimetleri insan kendinden bilmeye başladığı an nankörleşmeye başlar.

El-hamdi li’llahi: ara ara yenileyerek, farkına vararak onu devamlı ve sabit hale getirmektir. Zihni şükre alıştırmaktır. 

İnsan alışkanlıklarının çocuğudur, der İbni Haldun. Hepimiz alışkanlıklarımızın çocuğuyuz. Gelin hamdin ve şükrün çocuğu olalım.

 

Rabb:

Efendi, sahip anlamına gelir. 

Özelliği, terbiye eden demek. Basamak basamak geliştiren kulunu terbiye eden, anlamasına imkanlar veren. 

Alem: Canlıların tümünün olduğu alana denir. Alimler, bilinen 18bin alem olduğunu söyler. Sadee şu kainatta 400milyon galaksi olduğu biliniyor.

Zemahşeri:   ‘Alem, ilim sahibi olanlara yani melek, insan ve cinlere verilen bir isimdir.  Bir görüşe göre ‘Alem; yaratıcının, sayesinde bilindiği / tanındığı bütün cisim ve arazlardır. 

Şayet “Âlem kelimesi âyette neden çoğul olarak kullanılmıştır?” dersen, ‘âlem olarak isimlendirilen her cinsi ihtiva etsin diye böyle kullanılmıştır, derim. Eğer “‘Âlem kelimesi sıfat değil, isimdir; sadece akıl sahibi varlıkları niteleyen sıfatlar ya da bu hükümde olan özel isimler, sonlarına Vav ve Nun getirilerek çoğul yapılır; ‘âlem böyle olmadığı halde neden bu şekilde çoğul yapılmıştır?” dersen, şöyle derim: ‘ ‘Âlemdeki sıfat anlamı sebebiyle bu caizdir; sıfat anlamı ise onun ‘ilm mânasına delâlet etmesidir.

Alemde ilim vardır, o alemi ilmiyle tanıtan Allahtır. Ve aleme ilmiyle Rabb olan Allah’tır.

İlmini yarattıklarıyla ortaya koyan. Bütün cisimler o yaratıcı ile ortaya çıkıyor. Alem, o ilmin içinde. 

Her yarattığını ilmiyle yaratan. Her yarattığının bilgisi kendirne olan.

3-     Maliki yevmiddin

Malik: Bütük kudret ezeli ve ebedi kendisinde olan.

Biz sahip olduklarımıza belirli bir süre sahip oluyoruz ama Mutlak olan Allah ezelde ve ebedde sahip.

Yevmiddin: Karşılıkların verildiği gün.

Din” kökünde borçlanmak var. Ne ekersen onu biçersin diyor.

Sen bu dünyada çiçekler ektiğinde, ahirette çiçekler toplayacaksın. İnsanlar biriktirirsen de onu toplayacaksın.

Burada yevmiddin, o günün sahibi diyerek, o zarfa bağlanmakta, yargılanma günü, herşeyin sahibi olan demektir.

Bugün burada neyin olursa olsun, o gün orada herşeyin sahibi Allah olacak.

Felsefeciler dünyaya gelmekte ve gitmekte özgür değiliz diyor. 

Allah Teâlâ hakkında kullanılan bütün bu nitelikler; yani Rab oluşu, ‘âlemlerin sahibi oluşu, hiç kimsenin O’nun egemenlik ve Rablığının dışına çıkamaması, irili ufaklı, görünür görünmez bütün nimetleri verenin O olması, akıbette sevap ve ceza günü bütün her şeye, her işe O’nun sahip olması ve bunların öncesinde El-Hamdü ifadesiyle hamdin sadece O’na ait olduğunun bildirilmesi; bütün bu niteliklerin sahibi olan Zât dışında hiç kimsenin, hakkıyla hamd u sena edilmeye lâyık olmadığının delilidir.

 

4-     Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz. (İyyake nağbudu ve iyyake nestain)

Önce “iyya” dememizin sebebi, kulluğun sadece ona yapılacağı içindir. Aslında önce fiiller gelir. Böyle olmasının sebebi, Kulluğun sadece Allah’a yapılmasıdır. 

Burada “ibadet” kelimesi boyun eğme anlamındadır. Allaha kulluğun zirvesidir.

‘İbâdet kelimesi boyun eğme ve zillet gösterme halinin nihai noktasıdır. Nitekim bir elbise son derece sık ve kuvvetli dokunmuş ise ona sevbün zû ‘abedetin denilir. Bu sebeple, sadece Allah Teâlâ’ya boyun eğmeyi ifade etmek için kullanılır, zira en büyük nimetleri veren O olduğundan, boyun eğmenin zirvesine O lâyıktır.

Allaha kul olanın herşeye başı diktir. Birşeye boyun eğerseniz, herşeye boyun eğersiniz.

“İyyake” dediğimizde pür dikkat Allaha dikkat etmemiz gerekir. 

Söz bir üsluptan diğerine intikal ettiğinde, bu durum dinleyenin dikkatini çekme ve pür dikkat kulak vermesini sağlama açısından, tekdüze bir üslup kullanılmasından daha etkili olur. 

Sen orada başka bir şey düşünürsen, düşündüğüne kulluk etmiş olursun. Bunun için “iyyake”nin başta gelmesi, kulun pür dikkat olmasını, kulun söylediğinin farkında olması içindir.

İltifat sanatının kullanıldığı yerlerde pek çok faydası vardır. Bu sûreye özgü olanlardan biri de şudur: Sûrede önce gerçekten hamde lâyık olan Zâttan söz edilip, kendisi hakkında bu yüce sıfatlar kullanılınca, sena edilmeye ve karşısında boyun eğilmeye lâyık olan ve önemli hususlarda kendisinden medet umulacak bilinen bir varlık bulunduğu anlaşılmış ve söz konusu niteliklerin yegâne sahibi olan bu mâlûm varlık [gaiplikten çıkartılıp bizzat] muhatap alınarak:

“Sen ey bütün bu yüce vasıfların sahibi olan! Sadece Sana kulluk eder, sadece Senden yardım dileriz; Senden başka sına kulluk etmez, senden başkasından yardım dilemeyiz!” denmiştir. Böylece muhatap sıygası; kulluğun O’na sırf bu mümeyyiz vasıflarından dolayı yapıldığını, bir varlığın, kulluk edilmeye ancak bu özelliklerle lâyık olacağını daha güçlü bir şekilde göstermiştir.

Şayet “Burada neden kulluk etme ile yardım dileme birlikte zikredildi?” dersen, şöyle derim: Kulların Rablerine yakınlaşmalarına vesile olacak şey ile O’ndan isteyecekleri, ihtiyaç duyup talep edecekleri şey bir arada ifade edilsin diye birlikte zikredilmiştir.

Sen istemeden önce, senden istenileni yapmış olman gerekir. 

Şayet “Neden burada yardım dileme mutlak olarak zikredilmiş [de yardımın türü bildirilmemiş]?” dersen, şöyle derim: Bu, istenebilecek her tür yardımı kapsasın diyedir. Daha güzeli; yardım dilemekten maksadın, ‘O’nun, kulluğu yerine getirme konusundaki tevfikini dilemek’ olmasıdır ki bu durumda “ihdina” [bizi ilet] ifadesi bu talebi açıklamış olmaktadır. Adeta “Size nasıl yardım edeyim?” denilmiş; onlar da; “ihdina sıratel mustakıym” [Bizi dosdoğru yola ilet] şeklinde cevap vermişlerdir. Bu yorumun daha güzel olmasının sebebi, ifadenin uygunluğu ve içerdiği sözlerin birbiriyle uyumlu olmasıdır.

Allah’ın kuluna en büyük yardımı, ikramı onu hidayete erdirmesi, ona çölde yolunu buldurmasıdır. 

Adeta “Size nasıl yardım edeyim?” denilmiş; onlar da, Bizi dosdoğru yola ilet, şeklinde cevap vermişlerdir. Bu yorumun daha güzel olmasının sebebi, ifadenin uygunluğu ve içerdiği sözlerin birbiriyle uyumlu olmasıdır.

 

5-    Bizi dosdoğru yola ilet

Hidayeti talep eden kimselerin zaten hidayette oldukları halde hidayet talep etmeleri, hidayetin ilahi lütuf ile artmasının talep edilmesi anlamındadır. Nitekim şu ayetlerde de bu durum söz konusudur: “O, doğru yolda gidenlerin hidayetini artırmaktadır.” [Muhammed 47/17]; “Uğrumuzda uğraşıp didinenleri Biz elbette yollarımıza iletiriz.” [Ankebut 29/69] 

Zaten biz hidayetteyiz, neden hidayet istiyoruz. Ama mesele dua ile hidayetin, takvanın artmasıdır.

Emir kipi ile dua kipi aynıdır. Arapçada da, Türkçede de böyledir. 

Allaha emretmiyoruz, o kadar O’nun zatının hiçbir şeyden etkilenmeyeceğini o kadar iyi biliyoruz ki, duanın grameri emir cümlesidir. Emretmek değildir bu. Dua’nın nezaketi emirledir. Emir cümleleri bize pek hoş gelmez. Ama duanın grameri emirledir.

Sırat

es-Sırât cadde anlamın dadır. “Yolun, içine giren yolcuları yutması” anlamında sereta’ş-şey’e denilir.

Yani, Allah’ım öyle bir yol nasip et ki, o yolun içinde kaybolayım. Tuzun denizin içine girip de suda kaybolması gibidir. Plastik olsa, deniz onu kıyıya atar, kendine karıştırmaz.

Allahım öyle bir yol ver ki, ben o yolun içine karışayım. Yol beni yutsun. Vahiy, Hidayet yolu beni yutsun.

Sırat-ı müstakimden maksat, hak yol olan İslamdır.

İstikamet

İstikamet etmek demek, Kıymet verip devam etmek demektir. Siz kıymet verdiğinize devam edersiniz. Bir insana yardımcı oluruz ama istikametini asla belirleyemeyiz. İnsan insana ancak yolu gösterir. İstikamete insan ancak kendi iradesi ile girer. Yani kulun iradesi kendi isteğiyle yola devam etmesi.

 

6-7- Nimete erdirdiklerinin yoluna ilet; gazabına uğrayanların ve yoldan çıkanlarınkine değil!

 

Bu, âmilin [ihdi ] tekrarı mahiyetinde olup adeta şöyle denmektedir: “Bizi dosdoğru yola ilet; bizi nimete erdirdiklerinin yoluna ilet.” Burada âmilin tekrar edilmesi [güçsüz görülenlere, yani onların arasındaki mü’minlere… (A‘râf 7/75)] âyetindeki gibidir.

Değillerken, manayı pekiştirmek içindir. Bu şekildeki ifade daha güçlüdür.

 

Elleziyne enamte aleyhim, 

Allahım beni yol öyle içine çeksin ki, ben de daha önce bu yoludan istifade etmiş olanlar gibi bu yola gireyim. Beni, Nimet verdiğin zümrelerle beraber eyle.

Ğayr:

Gazaba uğrayanlar: Yahudiler olduğunu söyleyen alimler de var ama burada Yahudileşme Yoldan çıkanlar da Hristiyanlar Allah’ın gazab etmesi öfkelenmesi, Allah’ın yanlış yolda olanlara gazaba uğrayanlar ve yoldan çıkanlar, kendilerine nimet verilenlerin dışında olduğu için, ĞAYR kelimesinde ma‘rife olmasını engelleyecek bir belirsizlik söz konusu değil demektir.

Ve Le’d-Dallin, 

Bir görüşe göre “gazaba uğrayanlar” Yahudilerdir. Zira Yahudiler den, “Allah’ın lânetlediği, gazap ettiği kimseler” (Mâide 5/60)] diye bahsedilmiştir; “yoldan çıkanlar”dan maksat ise Hıristiyanlardır, zira onlar hakkında, “daha önce yoldan çıkmışlardı” (Mâide 5/77)] buyrulmuştur.

 

Âmîn:

Âmîn ifadesi “icabet eyle, kabul buyur” mânasında bir ism-i fiildir ve emir kipinde kelimedir.

İbn Abbâs ’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Peygamber (s.a.)’e, âmîn kelimesinin mânasını sordum; ‘Yap /eyle mânasındadır’ dedi.” 

Amin kelimesi, e-me-ne’den geliyor. 

Duamı emniyete al Allah’ım, beni duam yanlışsa da duamdan emniyete al Allah’ım.

Peygamber (s.a.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Cebrail bana Fâtiha sûresini bitirdiğimde “Âmîn ” dememi telkin etti.”

Yine Peygamber (s.a.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Âmin, tıpkı mektuba mühür basmak gibidir.”  Kulların dua mührü amindir.

Amin, kurandan değildir. 

Bunun delili ise, mushaflara yazılmamış olmasıdır.

Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam namaz esnasında âmîn demez, çünkü duayı okuyan odur. Benzer bir ifade Ebû Hanîfe Rahimehullāh’dan da rivayet edilmiştir. Nitekim Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîlerin meşhur görüşüne göre âmîn ifadesi sessiz okunur. Vâ’il b. Hucr ’un [v.51/671] naklettiğine göre Peygamber (s.a.) [Fâtiha’yı bitirip] “ve leddallin” dedikten sonra, yüksek sesle âmîn demiştir.

 

Hadis: Kulum hamd ederek beni över, beni yüceltir, iyyake nağbudu ve iyayke nestain ikimizin arasındaki özel bir konuşmadır Ondan sonra benden ne isterse ona ikram ederim.

 

Allah'ın kuluna en büyük ikramı onu yolun içine çekmesi yolun içinde olması. Niyetin Ankara'ya girmekse yolun içine çekilmiyor San başka yollar sizi başka tarafa götürür. Oraya gidecek yolda olmak önemli o yolu takip etmek önemli.

 

Allahım oyle bir yol tutturki   o yolda kaybolayım 

Kıymet verdiğine devam ettir 

İstikameti de kişinin kenfi talebi belirler

 

Peygamber (s.a.)’in Übeyy b. Kâ‘b ’a şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Tevrat, İncil ve Kur’ân’da bir benzeri inzâl edilmemiş olan bir sûreyi sana haber vereyim mi?” Übeyy b. Kâ‘b; “Tabiî ya Rasûlâllāh” deyince, “O, Fâtihatü’l-kitâb ’tır. [Hicr 15/87’ye göre] bana verilmiş olan kur’ân-ı ‘azīm ve seb-‘i mesânî de odur.”

 

 

Yorumlar