Bakara Sûresi 2-3 (126-140 s.)


2. İşte bu şüphe götürmez kitap müttakiler için kılavuzdur. 


[117] Bu ihtimaller, “elif, lam, mim” sûrenin ismi olduğunda söz konusudur. Fakat “elif, lam, mim”in sadece bir ses konumunda olduğu kabul edilirse, o zaman “zalike” mübteda,  ise haber olur. Buna göre anlam, “Kitap dediğin, işbu inzâl edilen kitaptır” şeklindedir. Ya da “el-kitab” sıfat, devamındaki cümle ise haber olur. Veya hazfedilmiş bir mübteda takdir edilir ki bu mübteda “o” zamiridir. “O” zamiri, “bu harflerden müteşekkil olan şey” anlamına gelir ve cümle, “işte o, bu kitaptır” şeklinde olur.

Zalikel Kitab…. "Zalike" uzak bir şeye işaret için kullanılır. Allah niye uzak bir zamirle böyle bir şey söylüyor, bu Zalike teleffuz edilmiş ve bitmiş olan Elif Lam Mim ifadesine işaret etmektedir. Kelime bitti artık uzakta Elif Lam Mim… "Zelike" kişinin konuşup, bitirdiği ve ardından kuşku yok demek istediği gibidir. Aynı şekilde hesap yapan kişi de, "işte bu böyledir" der. "Zalike" bu şekilde kullanılmıştır ve Kur an gönderenden gönderilene ulaştığında artık uzak konumunda olacaktır. Aynı zamanda kendilerine vaad edilen kitap anlamına gelir.
 
126. Sayfa;
 
Neden işaret edilen şey müennes olduğu halde ona işaret edilen şey müzekker, Arapçada isim erkekse yanındaki haberi de erkek olur, dişi ise dişi olur. Kitap kelimesi "Zalike"nin bu kitaptır ya da Bu öyle kitaptır ki, gibi iki mana verebiliriz. Eğer haber olur, Bu kitaptır, olursa o zaman bu isim kitap manasında olacak sıkıntı yok. Bu isim Menkanet ummet senin annen kimdir, erkek yapı kitap da erkek yapı. Eğer sıfatı olursa isim kelimesinin o zaman apaçık şekilde kitaba işaret etmiş olursun. İki türlü de bunun müzekker olmasında bir sıkıntı yoktur, diyor. Elif Lam Mim ile Zalike arasında nasıl bir irtibat vardır dersen, Elif Lam Mim surenin ismi olduğunu kabul edersen o zaman bu iki isim arasındaki dil filolojik olarak Elif Lam Mim müptedasa Zalike de onun ikinci müpteda olur. Eğer kitap ta haberse şu anlama gelir İşte Bu Kamil Manada Kitaptır. Hiçbir noksanlığı yok, diğer kitapların mukayese edildiğinde eksik oldukları, Hüverracül dediğimizi zaman, "adam dediğin O dur" ifadesi gibidir. Zalikel Kitap dediğin budur. Kitap yazıyorsunuz, işte kitap budur, diyemezsiniz, adam dediğin budur demek o kimsede erkeklerde olan bütün iyi özelliklerin onda olandır diyor, birinci mana İşte bu Kamil manada kitaptır. İkinci ihtimal eğer kitap kelimesi sıfat olursa o zaman O vaad edilmiş bir kitap. Zalikel kitap ifadesinin Elif Lam Mim'in diğer cümlesi olur. Elif Lam Mim sadece bir söz konumunda olduğu kabul edilirse kitap dediğin işte bu inzal edilen kitaptır. Öyle onun bunun yazdığı bir kitap değildir.

 
ذلِكَ ا لْكِتا بُ dediğimizde dört ana mana var;
1. Kâmil manada bir kitaptır.
2. Vaad edilmiş bir kitaptır.
3. İnzal edilmiş bir kitaptır.
4. Bu harflerden müteşekkil bir kitaptır. Yani somut harflerle Allah manayı yüreklerimize indirmiştir.

[119] Rayb, râbe fiilinin mastarıdır. İçinde bir kararsızlık oluştuğunda, buna rayb denir. İçeride oluşan kararsızlık ise insan nefsinin endişeli ve sıkıntılı bir hal almasıdır.  Hasan (r.a.) bu mânada Hazret-i Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Seni şüphelendiren [rahatsız eden] şeyi bırak, şüphelendirmeyene yönel. Zira kuşkusuz şek huzursuzluk, doğruluk ise mutmainliktir.” [Tirmizî , “Sıfatu’l-kıyâme”, 60]. Yani bir işin şüpheli olması, insanın nefsini endişe ve kararsızlığa sevk eder, sahih ve doğru olması ise kalbin mutmain olup sükûn bulmasına sebep olur. Bu meyanda insanı endişeye düşüren, kalpleri yerinden çıkaracak gibi korkuya sebep olan felaketlere raybu’z-zamân denilmiştir. 

Raybu'-zamân aslında panik atak değil panikletecek bir durumu yaşamak. Korkuya sebep olan felaketler. İnsan bunu düşündüğünde insanın kalbi çıkacakmışçasına korkuyor. 
Kalbin korkulara bürünmesi... 

Dünyada Raybüzzaman’lar vardır. Kalbin şüpheler yüzünden zamanın şüpheye bürünmesi.

Bu deprem sel gibi durumlar ya da toplumsalın çöküşü...
"Şüphe huzursuzluktur; doğruluk mutmainliktir"
Hadis-i şerif

[120] ŞayetŞayet “Allah Teâlâ burada ‘şüphe’ yi nasıl mutlak mânada, tamamen nefyetmiş? Halbuki Kur’ân hakkında şüphe duyan nice insan var” dersen, şöyle dersen, şöyle derim: derim: Burada Allah Teâlâ herhangi bir kimsenin Kur’ân hakkında şüphe duyabileceği ihtimalini nefyetmemiş; aksine Kur’ân’ın bizzat kendisinin şüphe mahalli olmadığını, zira son derece açık delillere ve kesin kanıtlara sahip olduğunu, böylece hiçbir kimsenin ondan şüphelenmemesi gerektiğini, onu bu konuda eleştiremeyeceğini ifade etmiştir. “Kulumuza indirdiğimizden yana şüpheniz varsa, haydi, siz de buna benzer bir sûre getirin.” [Bakara 2/23] âyetinde de benzer bir kullanım söz konusudur, zira burada kendilerine seslenilen Müşriklerin Kur’ân’dan şüphe duydukları reddedilmemekte; aksine onlara bu şüpheyi ortadan kaldıracak yol öğretilmektedir ki bu yol da onların bütün belâgat güçlerini bir araya getirip Kur’ân karşısında bu gücün yeterli olup olmadığına bakmaları, âciz kaldıklarında ise artık şüpheye yer olmadığından emin olmalarıdır.

Allah insanlar şüphe duymaz demiyor, Allah diyor ki ; "Bu kitapta şüphe duyulacak birşey yok."

رَيْب  kelimesinin başında nefy harfi olan Lâ’nın zikredilmesinin maksadı, Kur’ân’ın hak ve doğru olduğunu ortaya koymak ve Müşriklerin iddia ettiği üzere onda şüphe  olduğu düşüncesini nefyetmektir. Eğer önce zarfı zikretseydi, o zaman bu maksattan uzaklaşmış, yani sanki başka bir kitapta [diğer semavi kitaplarda] şüphe olduğu mânası ortaya çıkmış olurdu.

Yani Lâ diyerek en baştan şüpheyi temizliyor.

-----o-----
130. Sayfadan öğrendiklerimiz:

Rayb kavramı: şek, şüphe, kararsızlık ve insanın huzursuzluğa götüren kararsızlık, kaygı durumu.

Raybüzzaman: O durum meydana geldiğinde kalpler yerinden çıkacak durum. Deprem, sel gibi  durumlar. Yavrularımızın zalimce öldürülmesi.

-----o-----



el-Hüdâ kelimesi, es-sürâ ve el-bükâ gibi fu‘al vezninde mastar olup, insanı amacına ulaştıran, delâlet [kılavuzluk] demektir. Dalâlet  kelimesinin zıttı olması da bunu gösterir. Allah Teâlâ “Bunlardır işte, hidayet  karşılığı dalâleti satın alanlar!..” [Bakara 2/16] ve “Kimin doğru yolda, kimin de dalâlette olduğu…” [Sebe’ 34/24] buyurmuştur. 

Hidayet; canlı olmak demektir. Bir şeye delalet etmektedir. Yol göstermek. Hidayetin tam aksi Dalâlet ise canlılığı, hayatı kaybetmektir.

Hidayetin etimolojik kökeni, çölde yol bulmaktır. Ne demek bu çölde yol bulmak, hayattır. Hidayet, canlı kalmaktır. Canlı olmaktır hidayet. Hidayeti olmayan ölü demektir. 

Bir de dalalet vardır ki, o da yolu kaybetmektir. Ya yolda çöl bulmaktır. Yolda dümdüz giderken inadında ben çölden gideceğim demektir. Canlılığı, hayatı kaybetmeye “dalalet” diyoruz. 


[125] Şayet Şayet “Burada neden müttakiler için hidayettir” denilmiştir; muttakiler zaten hidayete ermiş değiller mi?” dersen, şöyle derim: Bu, tıpkı izzet ve kerem sahibi bir insana, “Allah sana izzet ve kerem versin!” diye dua etmek gibidir; zaten var olan bir şeyin artması ve devam etmesi talep edilmektedir.
Burada neden muttakiler için hidayet denildi, Kuran niye muttakiler için hidayet olsun dedi, zaten muttakiler hidayete ermiş değil miydi … neden Hüden lil küffar ya da Hüden lizzalim demiyor. Yeni Hidayet zalimler için demiyor. Kafirler, müşrikler için demiyor. Allah sana izzet ve kerem versin diye dua etmektir. Bu Allah’ın kuluna duasıdır, diyor. Allah sana izzet ve kerem versin, Hüdellimuttakin muttaki olanlara hidayet olsun diye Allah’ın duasıdır. Zaten ihdinasıratelmustakim de bize bunun bir dua makamında olduğunu anlatır.
"Muttakilere hidayet olsun" deyişi, Allah'ın kuluna duasıdır.
 
[125]Burada Allah mü’minleri, takva  elbisesini giymek üzere oldukları durumda, “müttakiler” olarak isimlendirmiştir. 
Şayet “Burada ‘sapkınlar için hidayettir’ denilemez miydi?” dersen, dersen, şöyle derim: şöyle derim: Sapkınlar iki gruptur. Birinci grup, dalâlet  üzere kalacakları bilinen kimselerdir. Bunların kalpleri mühürlüdür. İkinci grup ise hidayete erecekleri bilinen kimselerdir. Bu durumda, Kur’ân’ın sapkınlıkta kalacakları bilinen gruba hidayet  olması söz konusu olmayacağı için, geriye ikinci grup kalmaktadır. İşte bu durum açıkça ifade edilecek olsaydı şöyle denilirdi: “Sapkınlıktan sonra hidayete erecek olanlar için hidayettir.” Böyle demek yerine, yukarıda zikrettiğimiz tarzda bir üslup kullanılarak aynı husus daha özlü bir şekilde ifade edildi ve “muttakiler için hidayettir” denildi. Böylece bu ifadeyle, Zehrâveyn  olarak isimlendirilen [Bakara ve Âl- i İmrân] sûrelerin[in] ilki olan ve yine Kur’ân’ın Zirvesi olarak isimlendirilen ve Mesânî sûreler inin ilki olan Bakara sûresinin başlangıcında Allah dostları ve onun razı olduğu kullar zikredilerek başlanmış, sûreye bu şekilde bir giriş basamağı yapılmış oldu. 

Allah kendini tanıttıktan sonra sevidiklerini vurgulayarak devam ediyor, "benim sevdiğim kullar da bunlardır" diyor.

[128] Müttakî kelimesi sözlükte ism-i fâil olup vekāhu fe’ttekā [onu korudu, o da korundu] kökünden türemiştir. Vikāye, koruma konusunda aşırı hassas davranmak demektir. Bu meyanda at, toynağına yerden sert ve canını acıtacak bir şeyler batmasın diye ayağını koruduğu zaman ferasün vâkın [dikkatli at], ve hâzihi’d-dâbbetü takıyyun [bu hayvan kendini sakınır] denir. Şeriat ta ittikā’  kişinin kendisini cezaya müstahak kılacak fiil ya da terk gibi eylemlerden sakınması demektir. Küçük günahlardan sakınmanın buna dâhil olup olmadığı hususunda ihtilâf  edilmiştir. Bir görüşe göre doğru olan, takvanın küçük günahlardan sakınmayı içermediğidir, çünkü büyük günahlard an kaçınan kimsenin küçük günahları  örtülür, silinir. Bir görüşe göre insana, zahir hali esas alınarak mü’min  denir, ancak müttakî  ismi sadece kişinin belli bir denemeden geçmesinden sonra verilir. Bu tıpkı “âdil” vasfının ancak adaletli olup olmadığı denenmiş, tecrübe edilmiş kimseye verilmesi, bunun dışında verilmemesi gibidir.

Takva düştüğünde hidayet/hayat gitmeye başlar.
İnsanın takvalı olması demek tüm şerre şüpheye karşı koruma kalkanının olması demetir. Takva düştüğünde hidayet/hayat gitmeye başlar. İnsanın maneviyatını koruma hassasiyetine takva denir. Vikaye yani takva insanın ruhunu, kalbini koruması demektir. Takva boyutu içinde mahremiyeti koruma alanı vardır. Mahremiyeti koruma alanı içerisinde ise maneviyatı koruma alanı vardır. Mahremiyet ve mahrumiyet aynı köklerden başlar. Mahremiyeti korumadıkça mahrum oluruz.

İman edene mümin imanından denenene muttaki denir. Aynı adaletli davranana adil denilmesi gibi.

[131] Bunu şöyle izah edebiliriz: Allah Teâlâ burada öncelikle Kur’ân’ın, kendisi ile meydan okunan bir kelâm olduğuna dikkat çekmiş; ardından bu kelâma, kemal mertebelerin in son noktasına olma niteliğine sahip bir kitap olarak işaret edilmiştir ki bu durum onun meydan okuma özelliğinin onaylanması, desteklenmesi demektir. Daha sonra ona herhangi bir şekilde bir şüphenin ârız olması nefyedilmiştir. Bu da onun kemaline dair tescil ve tanıklıktır, zira hak ve yakînden daha üstün bir mükemmellik, bâtıl  ve şüpheden daha beter bir eksiklik olamaz. Nitekim ehl-i ilimden bir zâta, “Neyden lezzet alırsın?” diye sorulmuş da; “Gittikçe açık seçik hale gelen delilden ve gittikçe zayıflayan şüpheden” diye cevap vermiş. Daha sonra Allah Teâlâ Kur’ân’ın müttakîler için hidayet  olduğunu bildirmiş, böylece onun kesin olduğunu, hiçbir şüphenin onun etrafını saramayacağını; hak olduğunu ve önünden ya da ardından bâtılın ona gelemeyeceğini ifade etmiştir.

[132] Ayrıca bu dört cümlenin böyle harika bir şekilde sıralanmasından ve muazzam bir nazımla dizilmesinden başka, cümlelerden her birinin ihtiva ettiği türlü apaçık nükteler de mevcuttur. Şöyle ki:

İlk cümlede [mübteda] hazfedilmiş, maksada en latif ve hoş bir şekilde işaret edilmiştir. 

İkinci cümlede ma‘rifelik, anlama yücelik katmaktadır. 

Üçüncü cümlede رَيْب  [şüphe ] kelimesinin فِيهِ  zarfına takdim edilmesi, ondan önce zikredilmesi söz konusudur [ki bu, hem Kur’ân’dan şüpheyi mutlak olarak ve bütünüyle nefyetmeyi hem de başka semavî kitapları şüphe töhmeti altında bırakmamayı ifade etmiştir]. 

Dördüncü cümlede hem hazif vardır hem de هدى kelimesi mastar olduğu halde “hidayete erdiren” anlamında sıfat yerine kullanılmıştır. Yine  هدى kelimesinin nekre olarak gelmesinde ve [“mü’minler” yerine] “muttakiler”in zikredilmesinde de açık nükteler bulunmaktadır. 

Hidayet iman ettim diyenlere değil, hidayet takva olanlara, amelinde hassas davrananlara.

3. Onlar ki; gayba iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine Bizim nasip ettiğimiz şeylerden infak  ederler. 

[134]  ا لَّذِ ينَ يُؤْ منُو نَ  [iman edenler] ifadesi bir ihtimale göre  ا لْمُتَّقِينَ  [muttakîler] ifadesine bağlıdır. Bu durumda ya sıfat olarak mecrurdur ya övgü ifadesi olarak ya da başında bir “kastediyorum” fiili takdir edilerek mansuptur veya “onlar” zamiri takdir edilerek merfû‘dur. 

Muttakîlerin özellikleri Al-î İmran (134-135)
ا لَّذِ ينَ  süreklilik manası verir.
İman iddiadır, salih amel onun ispatıdır.

[136] Muttakilerin hallerinden olan “güzel fiilleri yapma”nın kapsamına, iyiliklerin temeli ve dayanağı olan imanın zikredilmesi ve salât ve zekâtın zikredilmesi dâhildir. Zira bu ikisi bedenî ve mâlî ibadetlerin anası olup diğer ibadetlerin ölçütüdür. Nitekim Hazret-i Peygamber “Namaz  dinin direğidir” buyurmuş [Tirmizî , “İman”  8] ve iman ile küfür arasındaki sınırın namazın terkedilmesi olduğunu [Müslim, “İman”, 146  ] ifade etmiştir. Yine zekâtı da “İslâm’ ın köprüsü” olarak isimlendirmiştir. [KT.b] Ayrıca Allah Teâlâ, “Şu Müşriklere yazıklar olsun ki; arınmak için  vermezler...” [(Fussilet 41/6-7)] buyurmuştur. İşte namaz ve zekât  bu derece önemli olduğu için diğer ibadetler bunları takip eder. Bu yüzden de âyette bütün ibadetler tek tek tâdat edilmeyip sadece bu ikisi tüm ibadetleri ifade eden bir isim ve mevcut olduğu takdirde diğerlerinin de muhakkak bunlarla birlikte olacağı ibadetler olarak muhtasar bir şekilde zikredilmiştir. Ayrıca burada bu iki ibadetin önem ve fazileti de açıkça ifade edilmiş olmaktadır. Müttakilerin hallerinden olan “kötü fiilleri terk” de böyledir. Nitekim Allah Teâlâ, “[Dosdoğru eda edilen bir] namaz yüz kızartıcı suçtan ve yadırgatıcı işlerden kesinlikle alıkoyar.” [Ankebut 29/45] buyurmuştur. 

Namaz psikolojik , zekât ise sosyolojik ibadettir.

[137] Ancak  ا لَّذِ ينَ يُؤْ منُو نَ  [iman edenler] ifadesinin  ا لْمُتَّقِينَ  [muttakîler] ifadesinin beyânı olmaması, ibadetlere delâlet eden müstakil bir sıfat olması da mümkündür. Bu durumda “müttakîler”den maksat, günahlardan kaçınanlardır. Yine, ا لَّذِ ينَ يُؤْ منُو نَ ifadesinin, takva  sahibi olmakla nitelenen kimselere yönelik bir övgü olması da mümkündür. Burada hususi olarak gayba iman, namazı dosdoğru kılma ve zekât  verme fiillerinin zikredilmiş olması, bunların “güzel fiiller” isminin kapsamına girecek diğer şeylere nazaran daha üstün ve faziletli olduğunu göstermeye yöneliktir. 

[138] İman , emn kökünden if‘âl vezninde türemiş bir kelimedir. Bu meyanda kelime âmentühû [ona güvendim] ve âmentuhû ğayrî [başkası beni kendine güvendirdi] şeklinde kullanılır. Sonra biri diğerini tasdik ettiği zaman da, âmenehû denilir. Bunun hakikat  anlamı ise, “yalanlamayacağı ve muhalefet etmeyeceği konusunda ona güvence verdi” şeklindedir. İmanın, mef‘ûlünü Bâ harf -i ceri ile almasının sebebi ise, bu kelimede “onaylıyorum” ve “itiraf / kabul ediyorum” anlamının bulunmasıdır. Ebû Zeyd el-Ensārî ’nin [v.215/830] Araplardan naklettiği mâ âmentü en ecide sahâbeten [Arkadaş bulacağıma güvenemedim] ifadesinde geçen imanın aslı ise güvenmek, sükûn bulmak ve mutmain olmaktır. يُؤْ مِنُو نَ باِ لْغَيْبِ ifadesi için her iki yorum da uygun ve güzeldir. Zira anlam, “onlar gaybı kabul ederler” veya “gerçek olduğu konusunda ona güvenirler” şeklindedir.

İlk Tefsiri yazan Mukâtil bin Süleyman'ın Kur'ân Terimleri Sözlüğü'nden ; 

İman kelimesi 4 kavramı içinde bulduruyor. 

1. Onaylamak ("ben onaylıyorum/ itiraf ediyorum /kabul ediyorum")
2. Güven duymak 
3. Güvende hissetmek  (hem kendimi güvende hiseddiyorum hemde yanımda olanı güvende hissettiriyorum)
4. Güvence  vermek ( olayla ilgili güvence)

İman kelimesinin etimolojik kökünde; güvenmek, sükûn bulmak, mutmain olmak vardır.

"İman ; insanın sonsuzluk arayışında kalbinin sükûna ermesidir." 
Paul Tillich



Yorumlar